Yahya Bin Muaz (k.s.) Kimdir?

Yahya Bin Muaz (k.s.) kimdir? Yahya Bin Muaz hazretleri nasıl bir mizaç ve ahlâka sahipti? Yahya Bin Muaz (k.s.) sözleri ve nasihatleri...

Adı Yahya bin Muaz, künyesi Ebu Zekeriya, nisbesi er-Razi, lakabı Vaiz. Rey şehrinde doğdu. Salah ve takva ile tanınan bir ailenin çocuğu. İbrahim adında kendisinden büyük, İsmail adında kendisinden küçük iki kardeşi vardı. İlim tahsili için Belh’e gitti. Gençliği orada geçti. Orta yaşlarda iken oradan Nişabur’a göçtü ve vefatına kadar orada kaldı. (258/871)

Yahya Bin Muaz (k.s.) mirastan ve mizandan korkar, dostlarına şöyle öğüt verirdi: “Sen, ölümü anında mirası, haşir gününde mizanı kendisini rezil eden kimselerden olmamaya bak!”

Derdi ki:

“Mü’min kardeşin, şu üç hasletle senden nasibini alsın:

1.  Ona faydalı olamıyorsan, bari zararlı olma!

2.  Onu sevindirmeye gücün yetmiyorsa hiç olmazsa üzme!

3.  Onu övmeye dilin varmıyorsa bari yerme!

Recâ konusunda söz söyleyen ma’rifet erbabının ilklerinden: “Havf ve recâ imanın iki rüknüdür. Bunlardan birinde belli bir merhale katedenin dalalete düşmesi imkansızdı. Havf ehli, korkudan kulluk eder, recâ erbabı ise O’na vuslatı umardı. İbadet olmadan havf ve recâ sıhhat bulmaz, ibadet de havfsız ve recasız olmazdı.

“Hubb-i riyaset” yani baş olma sevdalılarına söylediği şu sözü meşhurdur: “Baş olma sevdasının kokusu burnuna gelen kimse felah bulmaz.”

Allah dostlarının (evliyaullah) sıfatlarını üç maddede özetlemişti:

  1. Her hususta Allah’a tam güven,
  2. Herşeyden müstağni olup Allah’a itimad,
  3. Her konuda Allah’a yönelmek.

Yahya’nın anlayışına göre tevbe, bir yaz-boz tahtası değildi. Bir kere tevbe edildikten sonra işlenen küçük günah (zelle), tevbeden önce işlenen yetmiş yıllık günahtan daha çirkindi.

Kendisinden hak yola nasıl sülûk ettiğini soran müridlerine şu cevabı vermişti:

“- Ahiret, ibadet ve zühd, akılla ilgilidir. Aklı iyi olmaya­nın Rabbına kulluğu da iyi olmaz. Akıllının dünyaya aid talebi, cahilin onu terkedip zahidlik gِsterisinde bulunmasından daha güzeldir. Amele arız olabilecek afetten haberdar olmayan ondan sakınmasını da bilmez. Ne aradığını bilmeyen bulduğunun farkında olmaz. Bilesiniz ki, siz büyük ve ِnemli bir iş için yaratıldınız. İlim, sadece ilim olsun diye ِğrenilmez. İlimden maksad, onunla yapılacak ameldir. اünkü alınacak ecir, ilimle yapılan amele gِredir. Sadece ilmin kendine gِre değil. Gِrüyorsunuz ki amel olunmayan bir ilim insana vebal ve aleyhine bir hüccet olmaktan başka bir işe yaramıyor. Sakın siz dünya nimet ve lezzetlerini terkederek ahiret isteği sahih olmayan ve bu yüzden dünyası ve ukbası perişan olan müridlerden olmayın. Neyi istediğinizi bilerek talepte bulunun!”

Derdi ki:

Vera sahibi olmayan nasıl zahid olabilir? Sen önce sana aid olmayan (haram)lardan vera gereği olarak sakın, sonra sana aid olan (helal) dünyalıklardan zühd et; yetecek kadar azıyla iktifa et.

Onun anlayışına göre zühdün alameti üçtü: “Azlık (yani az uyumak ve az konuşmak), insanlardan uzaklaşmak ve açlık.”

Mevt (ölüm) ile fevt (fırsatı kaçırma) arasında şöyle ilgi kurardı:

“Fevt, mevtten daha kötüdür. Çünkü fevt, eldeki fırsatı kaçırıp Hakk’tan gafil ve uzak olmakdır, mevt ise halktan uzaklaşmaktır.”

Mirastan ve mizandan korkar, dostlarına şöyle öğüt verirdi: “Sen, ölümü anında mirası, haşir gününde mizanı kendisini rezil eden kimselerden olmamaya bak!”

Derdi ki:

“Mü’min kardeşin, şu üç hasletle senden nasibini alsın:

1. Ona faydalı olamıyorsan, bari zararlı olma!

2. Onu sevindirmeye gücün yetmiyorsa hiç olmazsa üzme!

3. Onu övmeye dilin varmıyorsa bari yerme!

Onun anlayışına göre arkadaşlık vefa demekti, dua demekti, müsamaha demekti. Bu yüzden, kendisine “duada beni de unutma” denilmek durumunda kalınan arkadaş ne kötü arkadaştı. Kendisinden özür dilenilmek zorunda kalınan dost, ne fena bir dosttu. Mudârâ edilmek, aşağıdan alınmak zorunda kalınan ahbâb, ne kötü ahbaptı.

Derdi ki:

“Hasmın anlayışlı olması mutluluk alametidir. Fakat benim hasmım hiç anlayışlı değil.”

– Kimdir senin hasmın? diyenlere:

– Nefsim, diye cevap verirdi.

Hakk’ın sevgisi ile halkın sevgisi, halkın korkusu ile Hakk’ın korkusu arasında şöyle bir ilgi kurardı:

Hakk’ın sana olan sevgisi senin Hakk’a olan sevgin kadardır. Halkın senden korkusu, senin Hakk’tan korkun ölçüsündedir. Sen Allah ile meşgul olduğun ölçüde halk da senin işinle meşgul olur. Kim Allah’ın hizmetinden mesrur olursa, varlıklar da ona hizmetle mesrur olur. Gözü Allah ile aydın olana bakan bütün gözler aydınlanır.

Zenginliği kazanmada değil, kalpte arardı: “Kazanarak zengin olmak isteyen, fakir kalmaya devam eder. Zenginliği kalpte arayan ise daima zengindir. İhtiyaçlarını yaratıklardan görmeye çalışan daima yoksuldur.”

Gerçek sevgiyi şöyle tarif ederdi:

“Gerçek sevgi, cefa ile eksilmeyen, iyilikle artmayan sevgidir.”

Dünya ehlinin ve kazanç meraklılarının anlayacağı dilden konuşur ve onlara: “İbadet, san’attır, dükkanı halvettir. Sermayesi sünnete sarılmaktır. Kazancı ve kârı ise cennettir” derdi.

Yahya b. Muaz ömrüm boyunca üç grup insanla sohbet etmekten sakındım, derdi:

1. Gafil alimler,

2. Tabasbus yapan hafızlar,

3. Cahil sûfîler.

Mürşidlerin ve kâmil insanların sözlerinden çok hal ve davranışlarının etkili olacağına inanır, şöyle konuşurdu: “Şeyhin davranışlarını görerek ibret almayan, sözlerinden hiç etkilenmezdi. Gördüğü davranışlardan ibret alan kimsenin ayrıca nasihata ihtiyacı kalmazdı. Fakat ne yazık ki ibret alınacak şey tonlarca olduğu halde, ibret alanlar dirhem ölçüsündeydi.”

Bütün mutasavvıflar gibi açlık ve az yeme konusunda bağlılarını uyarır, “Açlık nurdur, şehvet ateş, tokluk da odun. Şehvet ateşiyle tokluk odunu bir araya gelince sahibini yakar” derdi.

Hikmeti ve hikmet ehlinden olmayı üç şarta bağlamıştı:

1. Zenginlere hased nazarıyla değil, nasihat nazarıyla bakmak,

2. Kadınlara şehvet nazarıyla değil, şefaat nazarıyla bakmak,

3. Fakirlere kibir nazarıyla, değil, tevazu gözüyle bakmak.

Kibri müslümana, özellikle ilim ehli müslümana yakıştıramaz şöyle söylerdi:

– “Ey ehl-i ilim evleriniz Kayserlerin saraylarına, konaklarınız Kisraların konaklarına, Şeddâd’ın binalarına benzer oldu. Kibriniz Ad kavminin kibrini andırıyor. Siz bunlara herkesten daha heveskâr görünüyorsunuz! Acaba niye?”

Dünyayı viraneye, ahireti mamureye benzetirdi: “Dünya viranedir, fakat dünyayı mamur etmeye çalışanların kalbi ondan daha harabdır. Ahiret, mamuredir, fakat ahiretini mamur etmeye çalışan kimselerin kalbi, ahiretten daha mamurdur.”

İbn Muaz, kardeşlerin birbirlerinin kusurlarını düzeltmek üzere ikazını, kardeşliğin zarurî bir sonucu olarak görürdü: Gerçek kardeş, sana kusurlarını bildiren, gerçek dost seni günaha düşmekten sakındırandır, derdi.

Dünyadan ve dünya sevgisinden sakındırmasının sebebi, günaha düşmeyi önlemekti. “Ben size dünyayı büsbütün terkedin demiyorum, ama günahları terkedin, diyorum. Çünkü dünyayı terk bir fazilettir, ama günahları terketmek bir farizadır. Aslında dünya şeytanın sunduğu bir şaraptır. Ondan sarhoş olan ölüm kışlasında pişmanlıkla uyanıncaya kadar ayılmaz” derdi.

Tasavvufun engin müsamaha anlayışını kendi noktasından şöyle ifade ederdi: “Eğer cehennemde tasarruf yetkisini bana verseler hiçbir aşıkı yakmam. Çünkü aşk ateşi, aşıkı zaten yüz kere yakmıştır. Hakk Teâlâ’nın keremi, cehennemi yaratmasında cenneti yaratmasından daha barizdir. Çünkü cehennem olmasaydı bir tek kişi bile taat ehlinden olmazdı.”

İman üç şeyle kemale erer, derdi: Havf, reca ve muhabbet. Havf günahı terketmeyi, kurtuluşu sağlar. Reca, taata yönelmeyi, dolayısıyla cennete kavuşmayı temin eder. Muhabbet ise insanı sıkıntılara tahammüle alıştırır, bu tahammül ve sabır ise Hakk’ın rızasını kazandırır. Bu yüzden Hakk Teâlâ’ya iştiyak ve muhabbetin alameti gam ve üzüntülerde bile rahat ve huzur bularak hayatı sevmekti. Ona göre tevekkül, Allah’ın vekaletine razı olmak, zenginlik Allah’la emniyette olmak, dervişlik de Allah’a dayanıp onun dışındaki bütün herşeyden müstağni olmaktı.

- rahmetullahi aleyh -

Kaynaklar: Sülemî, Tabakatu’s-sufîyye, s. 107-114 Hılyetü’l-evliya, X, 51-70; Kuşeyri, I, 101-102; Sıfatu’s-safve, IV, 90-98; Şarani, I, 94; Vefeyatü’l-ayan, IV, 195-198; A’lamü’n-nübela, XIII, 15; İbnü’l-Mülakkin, Tabakatu’l-evliya, 321-326: el-Kevaki-bu’d-dürriyye, I, 172; Tezkiretü’l-evliya, s. 361-377; Nefehatu’l üns, (trc. Lamii Çelebi) s. 106-107: Keşfü’l-mahcub, (trc. S. Uludağ), s. 222-223

Kaynak:  Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ, Gönül Erleri, Erkam Yayınları

BENZER HABERLER

İslam ve İhsan

HASAN BASRİ HAZRETLERİ KİMDİR?

Hasan Basri Hazretleri Kimdir?

SAHABELERİN HAYATI

Sahabelerin Hayatı

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.