Müslümanın Davete İcabet ve Ziyaret Adabı Maddeler Halinde

Müslümanın davete icabet ve ziyaret adabı nasıl olmalıdır? Maddeler halinde ziyaret adabı...

İslâm dini, mü’minleri birbirine kardeş yapmış ve onların aralarındaki kardeşlik bağlarını güçlendirecek vesilelere büyük önem vermiştir.

“Mü’minler, ancak kardeştirler…” (Hucurât sûresi, 10)

Kardeşlik bağını güçlendirecek bu vesilelerden biri de mü’minin diğer bir mü’min kardeşinin davetine icabet etmesidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bir Müslümanın diğer Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, davetine icâbet etmek, cenazesini teşyi etmek, hastalandığında ziyaretine gitmek, aksırıp “elhamdülillah” dediğinde “yerhamukellah” diyerek dua etmek.” (İbn-i Mace, Cenâiz, 1) buyurarak bunu Müslümanın temel vazifelerinden biri saymıştır.

Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Çağrıldığınız zaman davete gidiniz.” (Müslim, Nikâh, 99) buyurmuş ve kendisi de davetlere icâbet ederek bizlere üsve-i hasene olmuştur.

Bedir gazvesine iştirak eden sahâbilerden İtbân bin Mâlik -radıyallâhu anh- kabilesi olan Sâlimoğullarına imamlık yapıyordu. Yağmur yağdığında evi ile mescid arasındaki vadiyi geçmek çok güçleştiğinden Rasûlullâh Efendimiz’e gelerek:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Gözlerim iyi seçmiyor. Onlarla benim aramdaki vadinin deresi, yağmur yağdığı zaman taşıyor ve onu geçmek çok güçleşiyor. Bunun için evime teşrif edip bir yerinde namaz kılsanız! Çünkü o yeri namazgâh edinmek istiyorum”, diyerek Efendimiz’i davet eder. Allah Rasûlü:

“–İnşâallâh bu isteğini yerine getiririm.” diye cevap verir. Itbân şöyle devam etmektedir. Ertesi sabah, güneşin yükseldiği bir vakitte Ebûbekir ile birlikte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana geldi. İçeri girmek için izin istedi, izin verdim. İçeri girdi, daha oturmadan:

“–Evinin neresinde namaz kılmamı istersin?”, buyurdu. Namaz kılmasını istediğim yeri gösterdim, tekbir alıp orada namaza durdu. Biz de arkasında saf bağladık. İki rekât namaz kıldırdı sonra selâm verdi, biz de selâm verdik. Namazı bitirince kendisi için hazırlanmış olan yemeği ikram ettik. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bizde olduğunu duyan mahalle halkının erkeklerinden bir grup geldi. Evde epeyce insan toplandı. (Müslim, Mesâcid, 262; Buhâri, Sâlât, 45-46)

Fahr-i Kâinat Efendimiz, sahabisinin bu davetine icâbet etmiş ve hemen ertesi gün güneşin biraz yükseldiği bir vakitte İtbân’ın evine gitmişti. Namaz sonrasında hazîre denilen ince un ve ince kıyılmış etten yapılan yemek ikram edilmiş, Peygamberimiz de ev sahibinin ikramını kabul edip bundan yemiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashabının davetlerine icâbet ettiğine dair bir hadise de hendek kazarken vuku bulmuştur. Sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek sert bir kayaya rastladıklarını ve onu kıramadıklarını haber verdiler. Üç gündür bir şey yemeyen ve açlıktan karnına taş bağlamış olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hendeğe indi ve kazmayı vurduğu gibi o sert kayayı un ufak etti. Bu sırada Câbir -radıyallâhu anh- eve gitmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin aldı. Evde hanımına, Allah Rasûlü’nün açlıktan dayanılmaz hâlde olduğunu söyleyip:

“–Evde yiyecek ne var?” diye sordu.

Zevcesi, biraz arpa ile bir de oğlak olduğunu söyledi. Hazret-i Câbir, oğlağı kesti, arpayı da öğüttü. Eti tencereye, ekmeği de fırına koydurup hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biraz yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz; yemeğin ne kadar olduğunu sordu. Câbir -radıyallâhu anh- da olanı söyledi. Bunun üzerine:

“–Oo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına:

“–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr hep birlikte kalktılar. Hazret-i Câbir telâşla zevcesinin yanına varıp:

“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedi. Hanımı:

“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Hazret-i Câbir; “Evet sordu.” deyince o firâsetli hanım; “O hâlde telâşa gerek yok!” diyerek kocasını teskin etti. Çok geçmeden sahâbîler çıkageldi. Efendimiz, ashâbına:

“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyuruyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, aldığını ashâbına veriyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Câbir’in zevcesine:

“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Bkz. Buhâri, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)

Enes bin Malik -radıyallâhu anh- anlatıyor; “Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize ikindi namazını kıldırdı. Namazdan çıkınca yanına Benî Selime'den birisi geldi ve: - Ey Allâh'ın Rasûlü! Biz, bir deve kesmek istiyor ve sizin de kesimde hazır bulunmanızı arzu ediyoruz, dedi. Efendimiz “Pekâlâ!” deyip bu dâvete icâbet etti. Biz de onunla gittik. Varınca, devenin henüz kesilmediğini gördük. Daha sonra kesip parçaladılar ve bir miktarını pişirdiler. Güneş batmadan o etten yedik.” (Müslim, Mesâcid, 196)

Ahlâk ve tevâzûsu dillere destan olan Efendimiz, ashâbından fakir ve kölelerin dâvetine de icâbet eder ve onların gönüllerini alırdı.

Hz. Enes'in anlattığına göre, büyükannesi Müleyke, hazırladığı bir yemeğe Rasûlullah'ı dâvet etti. Efendimiz dâvete icâbet ederek yemekten yedi. Sonra; “Kalkın size namaz kıldırayım!” buyurdu. Enes bin Malik -radıyallâhu anh- der ki; “Ben, uzun müddet kullanıldığı için kararmış olan hasırımızı getirdim, üzerine su serptim. Efendimiz üzerinde namaza durdu. Ben ve bir yetim arkasında saf yaptık, büyükannem de bizim arkamızda durdu. Rasûlullah bize iki rekât (nafile namaz) kıldırıp sonra ayrıldı.” (Buhâri, Salât, 20)

Allâh Rasûlü zaman zaman şöyle buyururdu:

“Eğer paça veya kürek eti bile yemeğe dâvet edilsem, derhal giderim. Şayet bana kürek veya paça dahi hediye edilse, hemen kabul ederim.” (Buhâri, Hibe, 2)

İcabet Edilmemesi Gereken Davetler

  1. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eğer dâvet edilen yerde Allâh Teâlâ'nın rızâsına muhâlif bir durum varsa icâbet etmezdi.
  2. Peygamber Efendimiz kibirli ve zorba kimselerin kendilerini başka insanlardan üstün göstermeyi vasıta yaptıkları bir sofrada yemek yememiştir.

Enes -radıyallâhu anh-, Nebiyy-i Muhterem Efendimiz'in lüks kapların kullanıldığı kibirli kimselerin sofrasında yemek yemediğini haber vermektedir. (Buhâri, Et‘ime, 8)

  1. Zenginlerin çağrılıp fakirlerin çağrılmadığı davetler

Fahr-i Kâinât Efendimiz cemiyette zengin fakir arasındaki uçurumun giderilmesine ve herkese eşit imkânların sağlanmasına âzamî gayret göstermiştir. Bunu sağlayacak vâsıtalara ehemmiyet vermiş, zedeleyecek olanları ise uyarmıştır. Bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin dâvet edilip fakirlerin çağrılmadığı düğün yemekleridir.” (Buhâri, Nikâh, 72)

Muhtelif vesilelerle yapılan bu davet ve ziyaretler 5’e ayrılır;

  1. Düğün Davetlerine İcâbet
  2. Dost ve Akraba Ziyareti
  3. Hasta Ziyareti
  4. Cenaze Teşyi ve Kabir Ziyareti
  5. Taziye
  • 1.DÜĞÜN DAVETLERİNE İCÂBET

İslâm, âileye çok büyük bir ehemmiyet atfeder. Âileler, cemiyetin tohumları mesabesindedir. Tarihî bir gerçektir ki; sağlam temeller üzerine inşâ edilen âileler, cemiyet yapısını koruyup güzelleştirirken; bozuk münâsebetlerle veya yanlış şekilde kurulmuş yuvalar, cemiyeti çökertir.

Cemiyet ahlâkını muhâfazada en müessir âmil, nikâh olduğu için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması husûsunda ümmetini îkâz ederek:

“Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olandır.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 32) buyururlar.

Nikâha külfet getiren başlık parası, süt hakkı, yüz görümlülüğü ve benzeri âdetler, bâtıl uygulamalardır ki, câhiliye devri kalıntılarıdır.

Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-yı câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zîra onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana da bir ecir vardır.”

İslâm’da ruhbanlık yoktur. Bu açıdan İslâm, koyduğu muhabbet ve hak ölçüleri itibarıyla mes’ud ve dengeli bir âile yapısı tesis eder. Yâni âile ile huzur ve saâdeti hedefler. Öyle ki:

“Kişinin cenneti evidir…” buyurulmuştur.

Böyle bir yüksek anlayış ve yapı da, elbette yüksek ölçü ve muhabbet üzerine meşru temeller ile mümkün olacağından İslâm, işe nikâh gibi ulvî bir ahidleşme ile başlar. Yâni her iki tarafın Allâh huzurunda birbirlerine Allâh adına belirli sözleri vermelerini şart koşar. Eskilerin ifadesiyle: “Nikâhta keramet vardır.” denilmesi, mes’ud ve huzurlu bir âilenin tesisinde nikâhın ehemmiyeti için kâfî bir ifadedir. Çünkü nikâh dışı beraberlikler, hem insan rûhu hem de cemiyet açısından sadece bir hüsran ve çöküştür.

Nikâh demek, insan fıtrat ve haysiyetini korumak demektir. Hadîs-i şerîfte şöyle ifade buyurulur:

“Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir.”

Evlilikten murad nefsin ve neslin muhafazasıdır. Cenâb-ı Hakk vahdâniyyeti kendisine münhasır kılmış, bütün mahlûkâtı çift olarak halketmiştir. Aralarına da cezb ve incizâb kanunu koyarak maddî ve mânevî kemâli, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır. Hiç şüphesizdir ki, eşref-i mahlûkât olan insan fıtrî olan muhabbet temâyülünü, Cenâb-ı Hakk’ın izin verdiği dairede kullanılırsa nikâh, dışında kullanılırsa zina olur.

“Kaynaşmanız/sükûn bulmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm sûresi, 21)

Hâsılı nikâh peygamberlerin yolu, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti, neslin baharı, erkek ve kadının şeref ve edebi, namus ve iffet kalesi ve insanın diğer mahlûklardan imtiyazıdır.

Düğün Davetine İcâbet Âdâbı

  1. Düğün davetine icabet etmek

Düğünden maksat nikâhın ilanıdır. Nikâhın gizli olması Islâm ahlâkında uygun değildir. Düğüne iştirak edenlere verilen ikrama “velime” denir ve bu sünnet-i seniyye’dir.

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- evlendiğinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bir koyunla da olsa, düğün yemeği verin.” buyurmuştur. (Buhâri, Nikâh, 68).

“Biriniz düğün yemeğine davet edildiği zaman mutlaka gitsin!” (Buhâri, Nikâh, 71)

“Biriniz (düğün) yemeğine dâvet edildiği zaman gitsin; şayet oruçluysa yemek sâhibine dua etsin, oruçlu değilse yesin.” buyurmuştur. (Müslim, Nikâh, 106)

Düğün dâvetlerine gidilmesini tavsiye eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hiçbir mâzereti olmadığı halde bu davete icabet etmeyen kimselerin “Allâh'a ve Rasûlü'ne karşı gelmiş sayılacaklarını” belirtir. (Buhâri, Nikâh, 72)

Onun bu konudaki titizliğini bilen ve yaptığı her işi aynen yapmaya gayret gösteren Abdullah bin Ömer, düğün yemeklerine ve diğer dâvetlere oruçlu olduğu zamanlarda bile mutlaka gitmiştir. (Buhâri, Nikâh, 74)

Dört mezhep imamı düğün dâvetine icâbetin vacip olduğuna ittifak etmişlerdir. Bunun dışındaki dâvetlerde durum böyle değildir. Bu sebeple bir kimse oruçlu bile olsa dâvete katılır; keffâret orucu gibi farz veya vâcip bir oruç tutuyorsa onu bozmaz ve yemek veren kimseye dua eder. Tuttuğu oruç nâfile ise orucunu bozup bozmamak tamâmen kendisine kalmıştır.

  1. Dâvet edilmeyen yere gitmemek

Mümkün olduğu ölçüde dâvet edilmeyen yere gitmemek veya biz dâvetliysek bile yanımızda dâvetsiz birini götürmemek de edeptendir. Peygamber Efendimiz bu hususta; “Dâvetsiz olarak bir sofrada oturan kimse, hırsız olarak girer, yağmacı olarak çıkar.” ikazında bulunmuştur. (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 1)

Şayet birini götürmek mecbûriyetinde kalınırsa o takdirde, dâvet sâhibinden izin istemek gerekir. Mevzuyla alâkalı şu hâdise oldukça ibretlidir:

Ebû Şuayb el-Ensârî bir gün Rasûl-i Ekrem Efendimizi ziyarete gider. Mübarek yüzünün biraz solmuş olduğunu görünce, epeyce bir zamandır yemek yemediğini anlar. Kasaplık yapan oğluna gelerek, Allâh'ın Rasûlü'nü yemeğe dâvet edeceğini, bu sebeple beş kişilik yemek hazırlamasını söyler. Yemek hazırlanınca Efendimiz'i dâvet eder. Gelirken yolda bir adam peşlerine takılır. Kapıya gelince Rasûl-i Ekrem ev sâhibine: “–Bu bizim peşimize takılıp geldi. İstersen girmesine izin verirsin, istemezsen geri dönüp gitsin.” der. Ev sâhibi: - Hayır, ona izin veriyorum yâ Rasûlallâh! mukâbelesinde bulunur. (Buhâri, Büyû`, 21)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in, arkalarına takılıp gelen zâtı kendilerinin getirmediğini ev sâhibine açıklaması, hem dâvetlileri zor durumda kalmaktan kurtarmış hem de dâvetsiz misâfirin gönül rahatlığı içinde orada bulunmasına imkân hazırlamıştır.

Düğün davetlerinde unutulma söz konusu olabilir. Böyle durumda alınganlık gösterilmemeli, unutulan var ise düğün sahibine hatırlatılarak bu konuda yardımcı olunmalıdır.

  1. Gidilemeyecekse düğün sahibini haberdâr etmek

Herhangi bir sebepten dolayı davete icâbet edilemeyecek ise evlenecek çifteleri tebrik edip gönüllerini almak, onların bu özel bu anına kıymet vermek İslâm ahlâkındandır.

  1. Maddi- manevî yardım gayretinde olmak

Düğünler tatlı telaşların ziyâde olduğu günlerdir. Bu günlerde düğün sahibinin yanında olmak, elden geldiğince yardımda bulunmak ve eksiklikleri tamamlamak kardeşlik hukukunun bir gereğidir.

  1. Davete giderken hediye ile gitmek

Düğün davetine giderken imkânlar nisbetinde, ihtiyaç gideren bir hediye ile gidilmelidir. Çünkü burada maksat; onları razı etmekle beraber Cenâb-ı Hakk’ın rızasına nail olmaktır. Bu sebeple hediye bir kibir ve gösteriş aracı olmamalıdır.

Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Şu cevâbı verdi.

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) (Çok büyük bir mal varlığına sahip olan) diğer bir kimse de malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Rabbim, beni mahrum edene vermemi emretti”, (size de tavsiye ederim.)

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İyilikle kötülük bir olmaz Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost gibi olur.” (Fussilet, 34)

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Seninle ilgisini kesenden sen ilgini kesme! Sana vermeyene sen ver! Sana kötülük edeni bağışla!” (İbn-i Hanbel, IV, 148, 158)

  1. Davete temiz, düzenli ve özel kıyafetle gitmek

Kadın ve erkeğe tahsis edilmiş ayrı yerler var ise davete uygun özel ve güzel kıyafetler giyilebilir ancak karşılaşma ihtimali olan yerde (ihtilat ortamı) şer’ i ölçülere dikkat edilmesi gerekir.

İsraf, kibir ve ucuba götürecek kıyafetler de dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîra Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez! Yürüyüşünde tabiî ol! Sesini alçalt!..” (Lokmân sûresi, 18-19)

“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin.” (İsrâ sûresi, 37)

Birgün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân olan hiçbir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)

Bu nebevî beyân üzerine ashâbdan biri:

“–Yâ Rasûlallâh! İnsan elbisesinin, ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdi:

“–Şüphesiz ki Allâh güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nîmetleri kendinden bilerek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)

Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, katı kalpli, kaba, cimri kimselerle birlikte, kurularak yürüyen kibirli insanların da cehennem ehlinden olduğunu belirtmiş ve:

“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allâh merhamet nazarıyla bakmaz.” (Müslim, Libâs, 42) buyurmuştur.

  1. Kadınların kendi aralarında tesettür adab ölçülerine dikkat etmesi

Koltukaltı ve gerdanın görünmemesine özen gösterilmeli ve dar olmayan kıyafetler tercih edilmelidir. Ayrıca fotoğraf çekimi ve bunların paylaşımı sebebiyle hanımların kendi aralarında da tesettürlerine dikkat etmeleri gerekir.

  1. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi ve muhabbeti ihmal etmemek

Düğünler toplumun sosyal görüntüsü olup muhabbetin yeniden güncellendiği zamanlardır. Bu nedenle, büyükler yalnız bırakılmamalı yanlarına gidilip samimi ve içtenlikle hal ve hatırları sorulmalı, küçüklerle yakından ilgilenilmelidir.

  1. Hoş olmayan eleştirilerde bulunmamak

Düğün sahibi riya ve güç gösterisi niyetinde olmamalı, gelenler de not verme, eleştirme, kusur arama gibi sû-i edeb hallerinden uzak durmalıdır. Bilakis davete icâbet edenler memnuniyetlerini ifade edip var olan eksikleri tamamlama gayretinde olmalıdırlar.

  1. İkram alırken açgözlü davranmamak

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yemekte açgözlü olmamak ve israf etmemek gerektiğine dair şöyle buyurmuştur:

“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhâri, Etıme, 11)

“Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter.” (İbn Mace, Et'ime, 51)

“Mü'min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer), kâfir ise yedi kişilik yer (içer).” (Buhâri, Et'ıme, 12)

  1. Davetten tebrik ederek ayrılmak

Düğüne gidildiğinde evlenen çiftler tebrik edilmeli, ayrılırken de ev sahibine haber verilip hayır duada bulunulmalıdır.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bildirmiştir: Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- evlenen insanı tebrik edeceği vakit:

“Allah mübârek etsin. Tebrik ederim. Allah sizi mutlu kılsın ve sizi hayırla bir araya getirsin.” buyururdu. (Tirmizî, Nikâh, 7)

  1. Allah ve Rasûl’ünün razı olmayacağı düğün davetlerine katılmamak

İçki içilen, kadın ve erkeğin karışık olduğu düğün meclislerine gitmemek vacibdir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: ''Allah'a ve ahiret gününe îman eden kimse, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın.'' (Tirmizî, Edep,43)

Ukbe b. Âmir -radıyallâhu anh- der ki: Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Sakın (yabancı) kadınların yanına girmeyin” buyurdular. Ensardan bir adam “Ya Rasûlullah! Kocanın akrabaları hakkında ne dersiniz?” diye sorunca Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Kocanın akrabaları ölümdür (yani onlar daha da tehlikelidir)” buyurdular. (Ahmed b. Hanbel, IV, 149)

  1. Davete icâbet edilemediğinde mümkünse ev ziyareti yaparak tebrik etmek ve hediye takdim etmek

Gidilmesi uygun olmayan düğün davetlerinde ziyarette bulunarak tebrik etmek ve hediye takdim etmek ünsiyetin artması ve sosyal ilişkiler açısından önemlidir.

  1. DOST- AKRABA ZİYARETİ

Kişinin akrabâ ve yakınlarıyla alâkasını devâm ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yâni sıla-i rahimde bulunması, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Zîra Cenâb-ı Hak, akrabâları birbirlerine mîrasçı kılmış, birtakım haklar ve vazifelerle aralarındaki bağları kuvvetlendirmiştir.

Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Peygamberler, tebliğlerine akrabâlarından başlamışlardır. Yine onlar, akrabâlarının desteğiyle tebliğ vazifelerine devâm etmişlerdir.

Meselâ Şuayb -aleyhisselâm-’ın azgın kavmi kendisine:

“…Eğer kabîlen olmasaydı mutlaka seni taşlayarak öldürürdük…” demişlerdi. (Hûd sûresi, 91)

İslâm ictimai bir dindir, gayret ister, tembelliği sevmez. Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde, “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz!” derken, günde en az kırk defâ, cemaat hâlinde olduğumuzu Rabbimize arz etmekteyiz. Dolayısıyla müslüman, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde onlardan istifâde edebilmek için akrabâlık bağlarını devâm ettirmeli ve “sıla-i rahim” vazifesini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Akrabâlık haklarına riâyetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (Nisâ sûresi, 1)

“…Anaya, babaya, akrabâya… iyi davranın…” (Nisâ sûresi, 36)

Cenâb-ı Hak, “rahim” diye adlandırılan akrabâlık bağına, Rahmân ism-i şerîfinden türeyen bir isim vermiş ve:“…Ona riâyet edene Ben de iyilik ve ihsanda bulunurum. Onu koparanı da lütûf ve merhametimden mahrum bırakırım.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Zekât, 45/1694)

Demek ki akrabâlarla münâsebetler, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Şu hadîs-i şerîf bu hususta mühim bir ölçü tâlim etmektedir:

“Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhâri, Edeb, 15)

Bir sahâbî, fazîletli amellerin ne olduğunu sorduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisiyle alâkayı kesen akrabâlarıyla görüşmeye devâm etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğunu beyân etmiştir. (Ahmed, IV, 148, 158)

Diğer taraftan, sıla-i rahimde bulunmak, îmanımızın gerektirdiği bir ödevdir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabâsına iyilik etsin!..” buyurmuştur. (Buhâri, Edeb, 85)

Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyilikte bulunmada gözetilmesi gereken sırayı şöyle beyân etmiştir:

“Harcamaya kendinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf eyle. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver!” (Müslim, Zekât, 41)

“Akrabâya yapılan infak için, hem sadaka hem de akrabâyı koruyup gözetme sevâbı vardır.” (Tirmizî, Zekât, 26)

Sıla-i rahimin birtakım zorlukları da olabilir. Lâkin ona va’dedilen mükâfat, daha fazla ve daha büyüktür. Fahr-i Kâinât Efendimiz, akrabâ ile ilgilenmenin mükâfatlarından bir kısmını şöyle haber vermiştir:

“Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabâsını kollayıp gözetsin!” (Buhâri, Edeb, 12)

Bundan daha güzeli de, sıla-i rahimin insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine eriştirmesidir. Bir kudsî hadîste Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“…Akrabâ ve dostlarıyla irtibâtını kesmeyenlere ve Benim için ziyâretleşenlere Benim de muhabbetim hak olmuştur.” (Ahmed, V, 229)

Bunun aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de pek çok ilâhî îkaz ve tehditler vârid olmuştur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar, Allâh’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allâh’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle alâkayı keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” (er-Ra’d, 25)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabâlık bağı (rahim) ayağa kalkarak:

“–(Huzûrunda) bu duruş, akrabâlık bağını koparan kimseden Sana sığınanın duruşudur.” dedi. Allah Teâlâ:

“–Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle alâkasını kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin?” diye sordu. Akrabâlık bağı:

“–Evet, râzıyım.” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:

“–Sana bu hak verilmiştir.” buyurdu.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları anlattıktan sonra:

“–İsterseniz (bunu tasdik eden) şu âyeti okuyunuz!” buyurdu:

“Ey münâfıklar! Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz, değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23) (Müslim, Birr 16)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Her cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484)

“Yeryüzünde bir müslüman, Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.” (Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18)

Bu âyet ve hadisler, sıla-i rahimin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hattâ bu husus o kadar mühimdir ki, akrabâlar müslüman olmasalar bile, onlarla aramızda belli bir hukuk mevcuttur. Nitekim âyet-i kerîmede müslüman olmayan anne-babaya dahî iyilik yapılması ve dünyada onlarla iyi geçinilmesi emredilmektedir.

“Ey insanoğlu! Anne ve baban, seni, körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla güzel geçin; Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz bana’dır. O zaman, yaptıklarınızı size bildiririm.” (Lokman sûresi, 15)

Akraba İlişkilerinde Âdâb

  1. Ziyaretlerine gitmek

Allah Teâlâ, sıla-i rahimde bulunan kullarını şöyle medhetmektedir:

“Onlar ki, Allâh’ın riâyet edilmesini emrettiği şeye riâyet ederler (sıla-i rahimde bulunurlar), Rablerinden korkarlar ve (bilhassa) hesâbın kötü olmasından endişe ederler.” (Ra’d sûresi, 21)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, amcası Hazret-i Abbâs’ı medhederken:

“Bu Abbâs bin Abdülmuttalib, Kureyş’in en cömerdi ve akrabâlık bağlarına en çok riâyet edenidir.” buyurmuştur. (Ahmed, I, 185; Hâkim, III, 371)

Yine hadîs-i şerîfte bu hukuka riayet etmeyenler için; “Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” buyrulmuştur. (Buhâri, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19)

  1. Uzakta olanları arayarak hal ve hatırlarını sormak

Büyüklerin hal ve hatırlarını sorarken üslubumuz onları rahatsız etmeyecek şekilde olmalıdır. Yusuf Has Hâcib der ki:

“Büyüklere saygı göster, hürmette kusur etme; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti sana da sirâyet eder.”

  1. Güzel sözlerle muamelede bulunup, eleştirel ve gayri ciddi bir tavırla konuşmamak

Kur’ân-ı Kerîm, birçok âyet-i kerîme ile bize nasıl konuşacağımızı tâlim etmektedir.

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…” (İsrâ sûresi, 53)

“Rabbin ancak kendisine kulluk etmeni ve ana-babaya iyilikte bulunmanı emretmiştir. Onlardan biri ya da ikisi senin yanında yaşlanırsa, onlara “öf!” bile deme! Onları sakın azarlama! Onlara hep güzel ve iç açıcı sözler söyle!” (İsrâ sûresi, 23)

Kâmil mü’minler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip verme yeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhâtaplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Ayrıca, hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine de îtinâ gösterirler. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ne güzel söyler:

“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!

Nitekim bazı saygı sözleri yöreseldir. Bulunduğumuz yerin hürmet ifadelerini kullanmaya özen gösterilmeliyiz. Hürmetin olduğu yerde kibir, kibrin olduğu yerde hürmet yoktur.

  1. İhtiyaçlarını gidermek

Yaşlı veya ihtiyacını gidermede zorlanan akrabamızın temizlik, alışveriş vs. ihtiyaçlarını karşılamak asli görevlerimizdendir. Akraba ilişkisi “gör beni ilişkisi" değil, “anla beni ilişkisi” dir.

Bu mevzûda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43)

  1. Her zaman hüsn-ü niyetli olmak

Yalan, dedikodu, gıybet vs. problemleri hüsn-i niyetle çözmek ve başkalarının da hüsn-i niyetle olaylara bakmasına yardımcı olmak gerekir.

İnsanlara karşı güzel duygular içinde bulunabilmek, mahlûkata Halık’ın nazarıyla bakabilme faziletinin meyvesidir. İnsanların iyiliğini istemek ve onların güzel yönlerini görebilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına, kulların da muhabbetine medar olan mühim bir haslettir.

Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nur gibi parladığını gördü ve ona: “–Yüzün neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi: “–Benim iki amelim var:

  1. Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım.
  2. Gönlüm mü’minlere karşı sû-i zandan uzak kalır. Bütün mü’minlere karşı hüsn-i zan beslerim.” (İbn-i Sa’d, III, 557)

Cenâb-ı hak, bizleri de fani hayatta hayırlı manevralar yapıp baki hedefle istikametlendirsin.

  1. Hediyeleşmek

Allah Teâlâ bir kudsî hadîste şöyle buyurur:

“Benim muhabbetim, benim için biri diğerini ziyaret edenlere hak oldu. Benim için birbirini sevenlere hak oldu. Benim için birbirlerine hediye verenlere hak oldu. Benim için yardımlaşanlara hak oldu.” (İhyâu Ulûmuddîn)

  1. Allah ve Rasûl’ünün razı olmadığı yerlerde onlara itaat etmemek

Cenâb-ı Hak buyurur;

Eğer anne baban, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa bu durumda onlara uyma ama yine de onlara dünyada iyi davran; yüzünü ve özünü bana çevirenlerin yolunu izle; dönüşünüz yalnız banadır, O zaman yapıp ettiklerinizin sonucunu size bildireceğim.” (Lokman, 15)

Hz. Ali -radıyallâhu anh-'in haber verdiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allah'a isyan olan yerde (kula) itaat yoktur. İtaat ancak meşru olanda gerekir.” (Müslim, İmâre 39-40)

  1. HASTA ZİYARET ÂDÂBI

Sağlık ve sıhhat, Cenâb-ı Hakk’ın insana lutfettiği pek kıymetli bir nîmettir. Ne yazık ki insan, onun kıymetini ancak hastalanınca tam olarak anlayabilir. Hastalanan ve bir derde mübtelâ olan kimse, acziyetini idrâk eder, kalbi kırık olur ve mânen Allah Teâlâ’ya yakınlaşır.

Sâdî-i Şirâzî, hastanın hâlet-i rûhiyesini ifâde için şöyle der:“Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.”

Hayatta âcizliği tattığı için gönlü kırıklık içinde bulunan bir hasta, elbette dostlarının, akrabâlarının ve komşularının kendisini arayıp sormasını, ziyâret etmesini arzu eder. Böyle gönlü kırık bir hastayı ziyâret edip hâlini hatırını sormak ve tesellî etmek, Allâh’ın rızâsına medâr olan mühim bir hizmet ve ibâdettir.

İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in hasta ziyâretiyle alâkalı bir hâtırasını şöyle nakleder:

“Biz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile oturuyorduk. O sırada Ensâr’dan bir kişi gelip selâm verdi. Efendimiz ona:

“–Ey Ensâr’dan olan kimse! Kardeşim Sa’d bin Ubâde nasıl?” diye sordu. O da:

“–İyiye gidiyor.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü:

“–Kim benimle birlikte onu ziyârete gelecek?” buyurarak ayağa kalktı. Biz de on, on beş kişi kalktık. Ne ayağımızda ayakkabı veya mest ne başımızda bir örtü ne de üstümüzde bir gömlek vardı. Çorak arâzide yürüyorduk. Nihâyet Sa’d’ın yanına vardık. Yakınları, Efendimiz ve beraberindeki arkadaşlarının yaklaşması için onun etrafından geri çekildiler.” (Müslim, Cenâiz, 13)

Hastaları ziyâret etmek, fazîletli bir amel-i sâlihtir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta ziyâretinin fazîletini şu hadîs-i şerîfleriyle beyân buyurmuştur: “Bir insan, bir hastanın hâlini hatrını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyâret ederse, ona bir melek şöyle seslenir: “Sana ne mutlu! Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette barınak hazırladın!” (Tirmizî, Birr, 64/2008; İbn-i Mâce, Cenâiz, 2)

“Hasta ziyâretinde bulunan kimse, dönünceye kadar cennet yolundadır.” (Müslim, Birr, 39) “Bir müslüman, hasta bir müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.”

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, cennet hurfesi nedir?” diye sorulunca da: “–Cennet yemişidir.” buyurdular. (Müslim, Birr, 40-42)

Yunus Emre Hazretleri hasta ziyaretinin ehemmiyetine dair şöyle der:

Bir hastaya vardın ise

Bir içim su verdin ise

Yarın anda karşı gele

Hak şarabın içmiş gibi

“Dört şey vardır ki zâhiri fazîlet, bâtını ise farzdır:

  1. Sâlihlerle oturup kalkmak fazîlet, onlara uymak farzdır.
  2. Kur’ân okumak fazîlet, onunla amel etmek farzdır.
  3. Kabirleri ziyaret etmek fazîlet, ona hazırlanmak farzdır.
  4. Hastayı ziyaret etmek fazîlet, ondan ibret almak ise farzdır.” (İbn-i Hacer, Münebbihât, s. 14)

Hastayı Ziyaret Edenin Âdâbı

  1. Hasta ziyaretinin bir kardeşlik vecibesi olduğunu bilmek

Hasta ziyâreti “sünnet-i müekkede” dir ve müslümanın müslüman üzerindeki beş hakkından biridir. Bu sebeple bir hastayı, muhîtinden kimse ziyâret etmez ve ihtiyaçlarını karşılamazsa, orada yaşayan bütün müslümanlar bundan mes’ûl olurlar.

Bu mühim vazîfeyi ihmâl etmek, müslüman için büyük bir kayıp ve ağır bir mes’ûliyettir.

Peygamber Efendimiz bunu şöyle haber verir: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur: “–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Beni ziyâret etmedin!” Âdemoğlu: “–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Seni nasıl ziyâret edebilirdim?” der. Allah Teâlâ: “–Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?” buyurur…” (Müslim, Birr, 43)

  1. Hasta ziyaretini Cenâb-ı Hakk’ın rızası için yapmak

Hasta ziyareti ‘ayıp olur’ veya ‘şöyle bir uğrayıvereyim’ gibi niyetlerle yapılmamalıdır.

Saîd bin Ilâka diyor ki:

Hazret-i Ali elimi tuttu ve:

“–Haydi, seninle Hasan’ın yanına gidip hasta ziyâretinde bulunalım!” dedi. Yanına vardığımızda Ebû Mûsâ’yı orada bulduk. Hazret-i Ali ona:

“–Ey Ebû Mûsâ! Hastayı ziyâret niyetiyle mi, yoksa şöyle bir uğrayıvermiş olmak için mi geldin?” diye sordu. Ebû Mûsâ:

“–Hastayı ziyâret için geldim.” dedi. Bunun üzerine Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim:

“Bir Müslüman, hasta olan bir Müslüman kardeşini sabahleyin ziyârete giderse, yetmiş bin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin ziyâret ederse, yetmiş bin melek onun için sabaha kadar istiğfâr eder. Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.” (Tirmizî, Cenâiz, 2)

  1. İmkânlar dâhilinde bizzat ziyaret etmek; mümkün değilse telefonla aramak veya haber göndermek
  2. Ziyarete gitmeden önce mümkünse haber vermek ve bildirilen saatte gitmeye özen göstermek
  3. Hasta ziyaretini uygun bir vakitte yapmak

Hastanın istirahat edebileceği vakitlerde ziyaret yapılmamalıdır.

  1. Bir ihtiyacı olup olmadığını sormak varsa seve seve yerine getirmek

Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- der ki:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hastayı ziyâret etti ve:

“–Canın ne çekiyor?” diye sordu. Hasta:

“–Buğday ekmeği!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çevresindekilere:

“–Kimin yanında buğday ekmeği varsa kardeşine göndersin!” buyurdu. Sonra da:

“–Şayet hastanız bir şey arzu ederse, ondan yedirin!” buyurdu.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 1)

  1. Kısa aralıklarla ziyarette bulunmak ve yakından ilgilenmek.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle der:

“Sa’d bin Muâz, Hendek Gazvesi sırasında kol damarından yaralanmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ve yakından ziyâret etmek, (onunla ilgilenmek) ti.” (Buhâri, Megâzî, 30)

Bulaşıcı bir hastalık yoksa hasta ile yakından ilgilenilmelidir.

Rasûl-i Ekrem hastaları ziyaret ettiğinde sağ eliyle hastanın alnını sıvazlar, hastanın elini kendi elinin içine alır, şefkatle hatırını sorar: “Geçmiş olsun, inşallah hastalığın günahlarını temizler” buyurur ve “Ey insanların Rabbi! Bu hastalığı gider, şifâ ver; Sen şifâ verensin. Senin şifandan başka bir şifâ yoktur. Öyle bir şifâ ver ki hiçbir hastalık bırakmasın.” şeklinde dua ederdi. (Buhâri, “Merdâ“, 20)

Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensâr’dan bir hastayı ziyâret etti. Elini alnına koydu ve:

“–Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. Hasta, Efendimiz’e cevap vermedi.

“–Yâ Rasûlallah! O Siz’i fark etmedi.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“–Öyleyse onunla beni başbaşa bırakın!” buyurdu. İnsanlar dışarı çıktı. Allah Rasûlü elini hastanın alnından kaldırdı. Hasta, elini tekrar koy, diye işâret etti. Sonra Efendimiz:

“–Ey filân, kendini nasıl hissediyorsun?” buyurdu. Hasta:

“–İyi hissediyorum. Yanıma biri siyah diğeri beyaz iki kişi geldi.” cevâbını verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hangisi sana daha yakın?” buyurdu. Hasta:

“–Siyah olan daha yakın.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Öyleyse iyilik az, kötülük çok.” buyurdu. Hasta:

“–Yâ Rasûlallah! Duâ buyurun da istifâde edeyim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Allâh’ım! Çoğunu bağışla, azını tamamla!” diye duâ etti. Sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:

“–Ne görüyorsun?” buyurdu. Hasta:

“–Anam-babam Sana fedâ olsun, hayır görüyorum. İyilikler çoğalıyor, kötülükler de azalıyor. Siyah da benden uzaklaştı.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hangi amelin sana daha çok sâhip çıkıyor?” diye sordu. Hasta:

“–Ben hayattayken su dağıtırdım…” cevâbını verdi.” (Heysemî, II, 322, 324)

  1. Uygun bir hediye ile gitmek ve usulüne göre vermek
  2. Hastanın yanında ümitvâr olmak ve onu teselli etmek

Hastayı yoracak, moralini bozacak söz ve davranışlardan uzak durulmalıdır.

Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesine uyulmalıdır:

“Hasta veya ölünün başında bulunduğunuz zaman güzel sözler söyleyiniz. Zîra melekler sizin duâlarınıza âmîn derler.” (Müslim, Cenâiz, 6)

Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık sebebiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyâretime geldi. O’na:

“–Yâ Rasûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?” diye sordum. Hazret-i Peygamber:

“–Hayır!” buyurdu.

“–Yarısını dağıtayım mı?” dedim. Yine:

“–Hayır!” buyurdu.

“–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Rasûlallah?” diye sordum.

“–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.” buyurdu.

“–Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)” diye sordum.

“–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir…” buyurdu.” (Buhâri, Cenâiz 36)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta bir bedevîyi ziyâret etmişti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi onu da:

“Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” buyurarak tesellî etti. (Buhâri, Tevhîd, 31)

  1. Hastaya sağlık ve afiyeti için dua etmek

Hazret-i Sa’d şöyle demiştir:

Hastalığımda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni ziyârete geldi ve üç defâ:

“Rabbim, Sa’d’ı iyileştir!” diye duâ buyurdu. (Müslim, Vasâyâ, 8)

Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âile efrâdından biri hastalanınca, sağ eliyle hastayı sıvazlar ve şöyle duâ buyururdu:

 “Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifâ ver, çünkü şifâ verici sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ yoktur. Öyle şifâ ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.” (Buhâri, Merdâ, 20)

Yine Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivayete göre Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine bir hastanın şifâ bulması için duâ taleb edildiği zaman:

 “Allah’ın adıyla duâya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükrüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifâ bulur.” (Buhâri, Tıbb, 38)

Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlardı: “Ağrıyan dişinin üzerine şehâdet parmağını koyup Yâsin-i Şerîfin son tarafını nihayete kadar oku, biiznillah teâlâ şifâ bulur.” (Suyûtî, el-Câmi’us-Sağîr, no: 5218)

Peygamber Efendimiz’in hasta olduğu bir zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek:

“–Ey Muhammed, hasta mı oldun?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Evet!” buyurdu. Cebrâîl -aleyhisselâm-:

 “–Allâh’ın ismiyle Seni rahatsız eden her şeyden Sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah Sana şifâ versin. Allâh’ın adıyla Sana okurum.” diye duâ etti. (Müslim, Selâm, 40)

Peygamberimiz bir rahatsızlıkları olduğu zaman Muavvizeteyn sûrelerini okur, kendi üzerine üfler ve onu eliyle üzerinden silerdi. Ve şöyle buyururlardı:

 “Allah’ın ismiyle. Ey Rabbim! Beni kendi devân ile tedavi et, bana kendi şifân ile şifâ ver ve beni kendi fazlınla Senden başkalarından müstağni kıl ve beni ezâlardan uzak tut.” (Heysemî, X, 180)

Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Ben hasta iken Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- ziyâretime gelmişti. Çıkarken:

“Ey Selman! Allah sıkıntılarını gidersin, günahını affetsin. Ölünceye kadar dînine kuvvet, bedenine sıhhat versin!” buyurdu.” (Heysemî, II, 299)

Henüz eceli gelmemiş bir hastayı ziyaret eden bir mü’min yedi defa:

 “Büyük Allah’tan, büyük Arş’ın Rabbi Allah’tan sana şifâ vermesini istiyorum!” derse muhakkak afiyet bulur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 8)

Rebî bin Abdullah şöyle anlatır: Hazret-i Hasan ile birlikte hasta olan Katâde’yi ziyârete gittik. Hasan -radıyallâhu anh- hastanın başucuna oturdu ve ona hâlini hatırını sordu. Sonra da ona şöyle duâ etti:

“Allâh’ım, kalbine şifâ ver, hastalığına da şifâ ver!” (Buhâri, el-Edebü’l Müfred, no: 537)

  • Kur’ân, kalbî ve bedenî, dünyevî ve uhrevî bütün hastalıklar için tam bir şifâdır.

İmam Kuşeyrî’nin anlattığına göre, oğlu hastalanmıştı. Durumu o derece kötüleşti ki hayatından ümitlerini kestiler. İmam Kuşeyrî, rüyâsında Peygamber Efendimiz’i gördü. Oğlunun hâlini ona arzetti. Allah Rasûlü de kendisine Kur’ân’daki şifâ âyetlerini hatırlatarak onları okumasını söyledi. Kuşeyrî, Efendimiz’in tavsiyesini yerine getirince oğlu kısa sürede şifâya kavuştu. [Bkz. Âlûsî, XV, 145, İsrâ sûresi, 82]

Şifâ âyetleri şunlardır:

 
“…Allah, mü’min bir topluluğun kalplerine şifâ versin/gönüllerini ferahlatsın.” (Tevbe, 14)

 “…Gönüllerdeki dertlere şifâdır…” (Yûnus, 57)


“…Onların (arıların) karınlarından çeşit çeşit renklerde bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır…” (Nahl, 69)


“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifâ ve rahmettir…” (İsrâ, 82)

 “Hastalandığım zaman, bana O şifâ verir.” (Şuarâ, 80)

 
“…De ki: O (Kur’ân), inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır…” (Fussilet, 44)

  • Şifâ salâvâtı, hastaların şifâsı için okunan meşhur salâtlardandır.

Anlamı: “Ey Allah’ım! kalblerin tabîbi ve devası, vucutların şifâsı, gözlerin nûru ve ziyâsı olan Muhammed’e, âline ve ashâbına salât ve selâm eyle.”

  1. Hastadan dua talebinde bulunmak

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hastanın yaptığı duânın meleklerin duâsı gibi olduğunu bildirmiş ve: “Hastayı ziyâret edin ve ondan size duâ edivermesini isteyin. Zîra hastanın duâsı makbuldür. Günâhı da affedilir.” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 57)

  1. Hasta ziyaretini kısa tutmak
  2. Şayet hasta ölmek üzere ise, yanında; “Lâ ilâhe illallah” diyerek telkinde bulunmak

Fakat bu hususta hastayı zorlamak veya Kelime-i Tevhîd’i söylemesi için ısrarcı olmak da doğru değildir. Zîra sıkıntılı ânında hastayı kızdırarak “Lâ ilâhe illallah” demeden ölmesine sebep olunur ki, bu da en büyük felâketlerden biridir.

Hastanın Âdâbı:

  1. Hastalığın Allah’tan geldiğini bilmek ve kadere rıza göstermek

“Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiç bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Kaybettiklerinize aşırı üzülmeyiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız diye böyle yapmıştır.” (Hadid, 22-23)

“De ki; bize ancak Allah’ın bizim için yazdığı isabet eder. O, bizim Mevlâmızdır. Mü’minler ancak O’na güvenip dayansınlar.” (Tevbe, 51)

İmam Rabbani- kuddise sirruh- hazretleri buyurmuşlardır ki:

“-Her gün insanın karşılaştığı her şey Allahü Teâlâ’nın dilemesi ve yaratması ile olmaktadır. Bunun için irademizi onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz. Ve bunlarla karşılaştığımız zaman sevinmeliyiz. Kulluk böyle olur. Böyle olmamak kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur.

Allah’a ve kadere, Sünnetullah’a inanan bir mü’min, musibet karşısında “Neden ben, neden benim başıma geldi?” diye şikâyette bulunmaz. Her şeyin bir imtihan ve hikmete mebni olduğuna inanır.”

İbn Ataullah -kuddise sirruh- buyurdu ki:

Rızâ, Allahü Teâlâ'nın, kul için takdir ettiği şeyleri, kalbin sükûnetle karşılamasıdır. Çünkü Allah, onun için, en iyi olanı seçmiştir. Böylece kul, takdire rıza göstermiş ve hoşnûdsuzlukdan kurtulmuş olur.

  1. Hastalığın günahına kefaret yâ da terfi derecâtına vesile olduğunu bilmek

Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:

“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi Allâh, onun hatâlarını bağışlamaya vesîle kılar.” (Buhâri, Merdâ, 1, 3)

“Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allâh’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizî, Zühd, 57)

“Mü’mine bir hastalık gelir, sonra da Allâh ona şifâ verirse, bu hastalık onun geçmiş günâhlarına keffâret, geri kalan hayatı için de bir öğüt olur.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089)

  1. Nimet ve imtihanı sabır ve şükürle karşılamak

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)

Şu hâdise rızâ hâlindeki bir mü’min kimliğini ne güzel sergilemektedir: Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhumâ- birgün Atâ bin Ebî Rebâh’a:

“–Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O:

“–Evet, göster.” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi:

“–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve: “Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ edebilir misiniz?” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.” buyurdu. Bunun üzerine kadın:

“–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyâzda bulundu.” (Buhâri, Merdâ, 6)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Mü’minin hâli gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir husûsiyet sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hâli, bu hususta çok ibretli bir misaldir:

Hanımı Rahîme Hâtun Hazret-i Eyyûb’a:

“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.

Eyyûb -aleyhisselâm- ise şu mânidar cevâbı verdi:

“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat istemeye teeddüb ederim.”

Şükrün o has kullardaki yüksek tezâhürünü, şu misal de ne güzel ifâde eder:

Hazret-i Râbia’ya sordular:

“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?”

Şöyle dedi:

“–Iztırap ve mihnet içindeyken bile, nîmet içindeymiş gibi şükrettiğinde…”

  1. Etrafındakilere hüsn-ü muâmelede bulunmak ve onlara dua etmek

Hasta kendisine hizmet edenlere karşı hüsn-ü muâmelede bulunup, onlara karşı sitemkâr, huysuz hal ve davranışlarda bulunmamalıdır. Ayrıca kendisine hizmet edenlere ve ziyaretine gelenlere dua etmelidir.

  1. Hastalık durumuna göre ibadetleri ifâ etmek

Hasta durumuna göre bu zaman dilimini ganimet bilip ibadet, zikir ve dua ile meşgul olmalıdır.

Kişi hastalığından ötürü vücuduna su değdirmemesi gerekiyor veya yatalak durumda ise teyemmüm edebilir.

Hastanın, başını oynatabilecek güçte olduğu sürece namazı ertelemesi caiz olmaz. Ayakta kılamıyorsa oturarak, oturarak kılamıyorsa yatarak, yaslanarak namazını kılar. Rükû ve secde için başını eğerek (ima) namazını edâ eder. Cenâb-ı Hak buyurur;

“Onlar, ayakta dururlarken, otururlarken, yanları üzerindeyken Allâh'ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Oruç tutması ise, hastalığına bağlıdır. Eğer oruç tutamazsa, iyileştiğinde tutamadığı gün kadarını kaza eder. Artık oruç tutması mümkün olmayacak bir hastalığa tutulmuş ise her günün yerine bir fidye verir.Hastanın hac ibadetini ertelemesi ise caiz olur.

Hastaya Bakanın Âdâbı:

  1. İmtihan dünyasında olduğumuzun farkında olmak

Hüzünlerde sevinçlerde imtihandır. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Biz mutlaka sizi biraz korku, biraz açlık yahut mala, cana veya mahsullere gelecek noksanlıkla imtihan ederiz. Sen sabredenleri müjdele!” (el-Bakara, 155)

İnsanlar birbirine zimmetli ve ihtiyaç halindedir. Sağlıklı biri hastanın duasına, hasta sağlıklıya; zengin fakirin duasına, fakir zengine muhtaç ve zimmetlidir.

  1. Hastaya sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızası için bakmak

Hastaya bakan kişi gücünün yettiğince hastanın bakımı konusunda gayret etmeli ve hastanın gönlünü almaya çalışmalıdır. Bunu yaparken de ecrini yalnız Cenâb-ı Hak’tan beklemelidir.

Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne misâfir olmuştu. Adamcağız bîçâreydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücûdunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti.

Hasta, ıztırâbının şiddetiyle inim inim inliyor ve feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmuyordu. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağdırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihâyet onun bu sert tabiatına ve kötü davranışına tahammül edemeyen evdekiler, birer-ikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî ve hanımından başka kimse kalmadı.

Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak birgün uykusuzluğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyârî uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gâfil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zâta teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine:

“–Bu nasıl derviş böyle!.. Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; hakîkatte ise riyâcıdırlar. Her işleri gösteriştir. Bunların dışları temiz, ama içleri kirlidir. Başkalarına takvâyı emrederler, kendileri yapmazlar. İşte şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalan biri, sabaha kadar gözlerini yummayan biçâre hastanın hâlinden ne anlar!..” diye söyleniyordu.

Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâ ruf-i Kerhî’ye sessizce şunları söyledi:

“–Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıramayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefâ etmesine müsâade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka bir yerde başının çâresine baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankörlere iyilik yapmak, kötülüktür…“

Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî Hazretleri, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurdu:

“–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki?.. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nâhoş görünen sözleri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor!.. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve merhamet, böyle kimselerin cefâsına katlanabilmektir...”

Ubeydullah Ahrar Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla büyük bir servete sâhip olmuştu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen hizmetten geri kalmıyordu. Mânevî kemâlât yolunda, tanıdık-tanımadık herkese büyük bir şefkatle hizmet ediyordu. Kendisi bu hizmetlerinden birini şöyle anlatır:

“Semerkant’ta Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmetlerinde bulunduğum için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.”

Hak dostu Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri de, aynı şekilde yatalak bir hasta olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi’ye bir sene kadar bizzat hizmet etmiştir.

Hak dostu Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, fakir-fukarânın hasta olanları için açılmasına vesîle olduğu Hüdâyî Kliniği’nde tâkati yerinde olup da fiilen hizmet edemediğine teessüf eder, büyük bir iştiyakla: “–Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bi’l-fiil hizmet ederdim.” derdi.

İşte Allah dostlarını büyük yapan, bu güzel hasletleridir. Onlar dâimâ yalnızların, sâhipsizlerin ve mâtemlerin civârında bulunmuşlardır.

  1. Cenâb-ı Hakk’a dua etmek ve O’ndan yardım istemek

Cenâb-ı Hak buyurur: “(Rasûlüm!) De ki: Sizin kulluk, duâ ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?! (Ne kıymetiniz var?!) (el-Furkan, 77)

  1. Cenaze Teşyii ve Kabir Ziyareti Âdâbı

Cenâb-ı hakk’ın yarattığı bütün canlılar için tayin ettiği ilahi bir kanundur ki; her doğan, kendisine takdir edilen ömür kadar yaşar ve bu zaman dilimi nihayetine erince muhakkak ölür. Hiçbir canlı, bu ilahi kanunun dışına çıkamaz. Hayat, bir fanilik akışı içinde deveran edip gider.

Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîme’de şöyle ifade buyrulmaktadır:

“Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” (er-Rahmân, 26-27)

Ölümle ayrılış mukadderattır, aslolan ahirette beraber olmaktır. O gün, âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu üzere bir “yevmü'l-fasl/ayrılık günü”dür. Cenâb-ı Hak, hayatını âhiret mîrası kazanmak uğrunda sarf edenlere;

“Onlara merhametli Rabb'in söylediği selâm vardır.” (Yâsîn, 58) hitabında buyrulduğu üzere ikrâm edecektir. Fakat aynı sülâleden de olsa, aynı toplumdan olan mücrimlere şöyle seslenecektir: “Ey mücrimler! Ayrılın bugün!” (Yâsîn, 59)

Cenaze; ölü, tabut veya teneşir anlamına gelir. Son nefesine yaklaşmış ve ölmek üzere olan kişiye muhtazar, ölüm anına sekerât, ölen kişiye meyyit (çoğulu mevtâ), ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlıklara teçhiz, ölünün yıkanmasına gasil, kefenlenmesine tekfin denir.

Sekerât Halinde/Ölüm Anında Dikkat Edilecek Hususlar:

  1. Ölümü yaklaşmış kişinin (muhtazar) yanında abdestli olmak

Cünüp, hayız, nifas hallerinde olanların ölünün yanında bulunması uygun görülmemiştir.

  1. Mümkünse kıbleye doğru yatırmak

Ölmek üzere olan kimse, mümkünse sağ yanı üzerinde yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Buna imkân olmazsa, sırt üstü yatırılıp başının altına yastık koyulur ve yüzü kıbleye doğru çevrilir.

  1. Kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet telkininde bulunmak

Ölümü yaklaşmış kişiye kelime-i tevhid telkin edilmesi sünnettir. (Müslim, “Cenâiz”, 1)

Peygamber Efendimiz “Kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illallah’ olursa, o kişi cennete girer” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 16)

Ona “sen de söyle” dememeli, sadece yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okunmalıdır. Bu telkinin amacı, hastanın son nefeste bu sözleri söylemesi ve son sözünün bu kelimeler olmasıdır. Bu telkin tövbeyi de içine alacak şekilde şöyle de yapılabilir:

Estağfirullâhe’l-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, el-Hayye’l-Kayyûm ve etûbü ileyh.

  1. Sekerât halinde olan kişinin yanında Yâsîn veya Ra‘d sûresini okumak

Yâsîn veya Ra‘d sûresini okumak müstehaptır. Peygamber Efendimiz buyurur;

“Yasin, Kur'ân'ın kalbidir. Onu bir kimse okur ve Allah'tan ahiret saâdeti dilerse, Allah onu mağfiret buyurur. Yâsin'i ölülerinizin üzerine okuyunuz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 26)

Hanefiler ve Şafiîlerin sonradan gelen bazı âlimleri Ra'd Sûresinin de okunmasını güzel görmüşlerdir. Çünkü Cabir -radıyallâhu anh- demiştir ki: “Rad Sûresini okumak, kişinin ruhunun kolayca ayrılmasına yardımcı olur.”

  1. Mümkünse zemzemle dudaklarını ıslatmak

Vefât Eden Bir Müslüman İçin Yapılması Gerekenler:

  1. Vefât ettiğinde gözlerini kapatıp dua etmek

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiş olan Ebû Seleme’nin yanına girmiş, açık kalan gözlerini kapatmış ve sonra şöyle buyurmuştur; “Ruh çıkınca gözler onu izler!” Bu sırada Ebû Seleme’nin aile fertlerinden bazıları bağıra çağıra ağlamaya başlayınca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kendinize hayırdan başka bir şeyle dua etmeyin. Çünkü melekler dualarınıza “âmin” derler!” buyurarak ölçüyü muhâfaza etmek gerektiğini bildirmiştir. Sonra da cenâze için yapılacak duâlara bir örnek olarak:

“Allâhım! Ebû Seleme’yi bağışla! Derecesini, hidâyete ermişler seviyesine yükselt! Geride bıraktıkları için de ona Sen vekil ol! Ey Âlemlerin Rabbi! Bizi de onu da bağışla! Kabrini genişlet ve nûrla doldur!” duâsında bulunmuştur. (Müslim, Cenâiz, 7)

  1. Çenesini ve ayak başparmaklarını bağlamak
  2. Üst-baş yırtmak, bağırıp çağırmak gibi davranışlardan uzak durmak

İbni Mes’ûd radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Ölenin arkasından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, Câhiliye insanı gibi bağıra - çağıra ağıt yakıp kendisine beddua eden, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir.” (Müslim, İmân, 165)

  1. Mevtânın yanında güzel kokulu bir şey bulundurmak
  2. Şişmeyi önlemek için mevtânın karnına demir cinsinden bir madde koymak

Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılıp üzerine bir örtü çekilir, şişmemesi için karnı üzerine bıçak vb. gibi demir cinsinden bir madde konur. Ayrıca mevtânın elleri yanlarına uzatılır, göğsünün üzerine konmaz.

  1. Dost ve akrabalarına haber vermek

Dua etmeleri veya gerekli hazırlıkları yapmaları için, mevtânın dost ve akrabalarına haber verilir.

  1. Ölü yıkanıncaya kadar yanında Kur'ân okumamak

Yıkanma işlemi tamamlanmadan ölünün yanında Kur'ân okumak mekruhtur. Fakat başka bir odada yüksek sesle okumak mekruh olmadığı gibi ölünün bulunduğu odada gizlice, içinden Kur'ân okumakta da kerâhet yoktur.

  1. Emin kişiler tarafından güzelce yıkayıp kefenlemek ve görülen kusurları örtmek

Rasûlullah Efendimiz ölülerin emin kimseler tarafından yıkanmasını tavsiye ederek (İbn-i Mâce, Cenâiz, 8) cenazeye ihtimam gösterilmesini, güzelce yıkanıp kokulanmasını ve kefenlenmesini istemiştir. Ölüyü yıkayıp da gördüğü kusurları örten kimsenin nâil olacağı mükâfat hakkında şöyle buyurmuştur:

“Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan halleri gizleyen kimseyi Allâh Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış cennet elbiseleri giydirir. Yine ölü için kabir kazıp onu oraya yerleştirene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştiren kimsenin elde edeceği kadar ecir verir.” (Hâkim, I, 505-506)

Allâh Rasûlü’nün kızı Hz. Zeyneb vefât ettiğinde onu, vâlidelerimizden Hz. Sevde, Ümmü Seleme, Ümmü Eymen ve Ensâr kadınlarından Ümmü Atiyye yıkamışlardı. Yıkama esnâsında Efendimiz yanlarına varıp:

“Onu yıkamaya, sağ tarafından ve abdest âzâlarından başlayınız! Su ve sidr ile tek sayıda; üç, beş veya yedi kere, gerekli görürseniz daha fazla yıkayınız! Sonuncusunda suya kâfur koyunuz! Yıkama işini bitirince bana haber veriniz!” buyurdu.

Hz. Zeyneb’in saçlarını taradılar, üçe ayırıp her birini bir bukle yaptılar. Buklelerden ikisi Hz. Zeyneb’in yan taraflarındaki, biri de ön tarafındaki saçlarındandı. Yıkamayı bitirdiklerinde Allâh Rasûlü, beline bağladığı peştamalını onlara verip:

“–Bunu Zeyneb’e iç gömleği yapınız!” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 9, 13)

(Sidr: Arabistanda yetişen, kokusu latîf ve hafif olan bir çeşit kiraz ağacıdır.)

  1. İnsanın hayattta iken rahatsızlık duyacağı şeyleri vefât etmiş kimseye de edeben yapmamak

Mesela; meyyit çok sıcak veya çok soğuk suyla yıkanmamalıdır. Zîra diriye gösterilen şefkât ve hassâsiyetin cenâzeye de gösterilip ılık suyla yıkanması îcâb eder.

Ümmü Kays bint-i Mihsan anlatıyor:

“Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye teessürle:

“–Oğlumu soğuk su ile yıkama, onu öldüreceksin!” dedim.

Ukkâşe hemen Rasûlullah’a gidip benim söylediklerimi haber verdi. Allah Rasûlü tebessüm ettiler ve:

“–Böyle mi söylüyor! Öyleyse onun ömrü uzadı.” buyurdular.”

Hadîsin râvîsi; “Biz, bu kadın kadar uzun yaşayan başka bir kimse bilmiyoruz.” demiştir. (Nesâî, Cenâiz, 29)

  1. Hurafe olan hususlarda dikkat etmek

Bazı yörelerde, cenaze ve ölümle alakalı olarak hiçbir İslâmî temeli bulunmayan birtakım hurafeler ortaya çıkmıştır. Bu hurafelere asla itibar edilmemelidir. Bunlardan birkaçı şöyledir;

  • Gece herhangi bir evde köpek ulursa, ya o hâneden ya da yakın hânelerin birinden cenâze çıkar.
  • Gece vakti bir evden başka bir eve; kazan, tava ve tencere gibi herhangi bir kap kacak verilirse bu hareket ölümü celbeder.
  • Makasın ağzı açık kalırsa kefen biçmeye yarar.
  • Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zîra ölüm ve uğursuzluk getirir.
  • Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.
  • Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılmalıdır. Eğer boşaltılmazsa Azrâîl -aleyhisselâm- sulara dokunduğu için o evden biri daha ölebilir.
  • Evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa bu, ölüme işarettir.
  • Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o hâneden cenâze çıkar.
  • Ölünün rûhu geldiğinde odasını aydınlık bulsun diye, cenâze çıkan evde 40 gün lâmba söndürülmez.

Vefât etmiş kimsenin tabuta konulup musallâya yani namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana taşınmasına teşyî, kabre konulmasına ise defin denir.

Cenaze Teşyî Âdâbı:

  1. Cenazeyi fazla bekletmemek bir an evvel defnetmek

Rasûlullah Efendimiz’in bu hususta pek çok ikazı bulunmaktadır. Nitekim Talha ibni’l-Bera -radıyallâhu anh- hastalandığında Peygamber Efendimiz, onu ziyarete gitmiş, yanından çıkınca da orada bulunanlara şöyle buyurmuştur:

“Talha’ya ölümün yaklaştığını görüyorum. Ölecek olursa bana haber verin. Teçhiz ve tekfin işlerinde elinizi çabuk tutun. Çünkü bir Müslümanın cesedini ailesinin yanında bekletmek uygun değildir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34)

Ancak cenazenin otopsi vb. zaruret sebebiyle bekletilmesi gerekiyorsa, o zaman morga konulabilir. Lâkin zaruret olmadan morga veya soğuk depolara koymak, cenazeye eziyet hükmüne girer.

  1. Cenâze hazırlandıktan sonra namaz kılıp dua etmek

Vefât eden bir müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. Daha sonra da imkân nisbetinde duâ etmek ve onun adına hayırlarda bulunmak îcâb eder. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56)

Osman bin Affân -radıyallâhu anh-’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ölü defnedildikten sonra kabri başında durur ve şöyle buyururdu:

“Kardeşiniz için istiğfâr ediniz ve Allâh’ın onu kabir sualleri karşısında doğru cevap vermeye muvaffak kılması için niyazda bulununuz. Çünkü o şu anda hesâba çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 67-69)

Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in cenâzelere katıldığını ve onlara duâ ettiğini bildiren bir rivâyetinde şöyle der:

“Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir cenâze namazı kıldırmıştı. O esnâda Allâh Rasûlü’nün şöyle dua ettiğini duydum ve ezberledim:

“Allâhım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan kurtar. Kusurlarını affet. Cennetten nasibini ihsan et, gireceği yeri (kabrini) genişlet! Onu su ile, karla ve buzla yıka (nmış gibi tertemiz et). Beyaz giysileri kirden temizler gibi onu günahlarından arındır. Ona kendi evinden daha güzel bir ev, âilesinden daha hayırlı bir âile, hanımından daha hayırlı bir zevce ver. Onu cennete koy, kabir ve cehennem azabından koru.”

Bu güzel duâyı duyunca “Keşke ölen ben olsaydım.” diye içimden geçirdim.” (Müslim, Cenâiz, 85)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze namazı kılmanın ve onu mezara kadar uğurlamanın sevâbını şöyle bildirmiştir:

“Kim, sevâbına inanarak, karşılığını sâdece Allâh’tan bekleyerek bir Müslüman cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse her biri Uhud dağı kadar olan iki kırat sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnolunmadan önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” (Buhâri, İmân, 35)

Abdullah bin Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’la birlikte otururken Habbâb bin Eret gelmiş ve:

– Ey Abdullah! Baksana Ebû Hureyre ne diyor, diye bu hadisi nakletmişti. Bunun üzerine İbn-i Ömer:

– Ebû Hureyre de çok oldu, demiş ve Habbâb’ı, bu hadisi tahkik etmek üzere Hz. Âişe’ye göndermiş; “Bunu ondan sor gel!” demişti. Habbab gidince İbn-i Ömer yerden bir avuç çakıl taşı alarak sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başlamıştı. Bir müddet sonra Habbâb, Hz. Âişe’nin; “Ebû Hureyre doğru söylüyor; ben de Rasûlullah’ın öyle buyurduğunu duydum.” dediği haberini getirince, elindeki taşları yere fırlatmış ve:

– Desene biz çok kırat kaçırdık! diye teessürünü ifâde etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 56)

Erkekler için büyük bir fazîlet olarak teşvik edilen cenâze namazı ve onu kabre defnetme vazifesi, kadınlar için hoş karşılanmamış, “tenzîhen mekruh” kabul edilmiştir. Çünkü fıtraten şefkat ve merhamet gibi hissiyâtı yüksek olan kadınların böylesine acı ve hüzünlü durumlarda uygun olmayan davranışlarda bulunmaları kuvvetle muhtemeldir.

Ümmü Atıyye -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir:

“Biz hanımlar cenâzeye iştirâk etmekten menedildik. Fakat cenâze teşyîi bize kesin olarak haram kılınmadı.” (Buhâri, Cenâiz, 29)

  1. Cenâzeyi sükûnetle taşımak

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâzenin süratle götürüldüğünü gördüğünde müdâhale ederek; “Sükûnetle gidin!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 15)

Cenâzeyi takip edenler, yolda lüzumsuz lâkırdı etmez ve yüksek sesle konuşmazlar. Hatta yüksek sesle zikredip Kur’ân-ı Kerîm okunması da uygun değildir. Bu esnâda ölümü ve ahireti tefekkür etmek gerekir.

  1. Cenâzeyi mümkün olduğu ölçüde binit üzerinde tâkib etmekten kaçınmak

Yürümek mümkün olduğunda böyle bir hareket hoş görülmemiştir. Sevbân -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâzeye katılmıştı. Bir kısım insanları binek üzerinde gördü. Bu hâlin cenâzeye hürmetsizlik olduğunu beyân etmek üzere:

“–Hayâ etmiyor musunuz? Allâh’ın melekleri yaya olarak giderken siz hayvanların sırtında gidiyorsunuz!” buyurdu. (Tirmizî, Cenâiz, 28)

Bir kimse yanından geçen cenâzeye katılamasa bile hürmeti de elden bırakmamalı; geçinceye veya yere konuncaya kadar oturmamalıdır. (Buhâri, Cenâiz, 47-48)

  1. Kabri düzgün yapmak

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oğlu İbrâhim’in kabrinin yanında bir taş kadar yerin düzgün olmadığını gördü. Bir taraftan orayı mübârek eliyle düzeltirken bir yandan da şöyle buyuruyordu:

“Sizden biriniz, bir iş yaptığınız zaman, onu sağlam yapsın! Çünkü böyle yapmak, musibete uğrayan kişilerin gönlünü tesellî eden hususlardan biridir!” (İbn Sa’d, Tabakât, I, 141-142)

Diğer rivayete göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oğlu İbrâhim’in kabrinin kenarındaydı. Lahidde bir açıklık gördü. Mezar kazan kişiye orayı düzlemesi için biraz çamur verdi ve şöyle buyurdu:

“–Bunun ölüye ne zararı, ne de faydası olur; lâkin (kabrin düz olması) dirinin gözünü aydın eder, onu mesrûr ve memnûn eder!” (İbn Sa’d, Tabakât, I, 142, 143)

Toprağı sağlamlaştırmak için kabrin üzerine su serpmekte bir beis yoktur. Hz. İbrâhim gömüldüğü zaman, Rasûlullah Efendimiz:

“–Bir kırba su getirecek kimse var mı?” diye sordu.

Ensâr’dan bir zât hemen bir kırba su getirdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o zâta:

“–Onu İbrâhim’in kabrinin üzerine serp!” buyurdu. (İbn Sa’d, Tabakât, I, 141)

  1. Kabrin başına taş koymak, yerini belli etmek

Muttalib bin Ebî Vedâ’a anlatıyor:

“Osmân bin Maz’un vefât ettiği zaman, cenazesi (Medine’den Bakî‘a) çıkarıldı ve defnedildi. (Hz. Osman -radıyallâhu anh- muhacirlerden ilk vefât eden kişi idi.) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kişiye Osman’ın kabrine bir kaya getirmesini emretti. Sahâbî kayayı taşımaya güç yetiremedi. Rasûlullâh Efendimiz bizzat kalkıp kayanın yanına vardı ve kollarını sıvadı. Sanki ben şu anda Rasûlullâh Efendimiz’in kollarının beyazlığını görür gibiyim. Sonra kayayı getirip Osman’ın baş tarafına koydu ve:

“–Bununla kardeşimin kabrini işaretliyorum, âilemden ölenleri bunun yanına gömeceğim.” buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 57-59)

  1. Kabrin uygun bir yerine ağaç dikmek

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivâyet eder:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken onlar hakkında:

“İkisi de azap görüyorlar, ancak (onların zannına göre) büyük bir günahtan dolayı değil. Birisi söz götürüp getirdiğinden, diğeri de küçük abdest bozarken icâb ettiği sûrette korunmadığından dolayı muazzeb oluyor.” buyurdu. Akabinde yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye ayırdı ve daha sonra bunları kabirlerin başına birer birer dikti. Sonra da sözlerine şöyle devâm etti:

“Kurumadıkları müddetçe onların azâbını hafifletmeleri umulur.” (Müslim, Tahâret, 111)

Ecdadımız müessese önlerine çınar, kabristanlara ise selvi ağacı dikmiştir. Çınar, sonbaharda yaprağını döktüğü için dünyanın ve müesseselerinin faniliğini, selvi ise yapraklarını dökmediği için âhiretin ebedîliğini simgeler.

  1. Bid’at ve yanlışlıklardan kaçınmak

Cenazenin ulvi muhtevasıyla tezat teşkil eden ve İslâmî âdâba uymayan hal ve davranışlardan uzak durulmalıdır. Kimi cehaleten, kimi gafleten, kimi menfaatpereslikten, kimiyse bâtıl din ve kültürlerin tesirinde kalmaktan kaynaklanan bu bid’at ve yanlışlıkları şöyle sıralayabiliriz;

  • Cenazeye çelenk gönderilmesi; dinimizde olmayan ve mekruh görülen bir davranıştır. Haç şeklinde yapılan, eski yunan ve hristiyan âleminin dînî bir sembolü olan çelenk, ölüye bir fayda sağlamadığı gibi kâfirlere benzemenin de bir göstergesidir. Peygamberimiz ise kâfirlere benzemeyi yasaklamıştır.

Diğer bir husus da çelenk yapımındaki israftır. Faruk Nâfiz’in dediği gibi:

Bir gül, dalında durduğu müddetçe tâzedir

Bir gül, çelenge girdiği gün bir cenâzedir.

  • Cenazenin katafalka konularak saygı duruşunda bulunulması
  • Cenazenin vazife yaptığı yerlere götürülerek başında nutuk çekilmesi
  • Bando vb.çalgılar eşliğinde teşyî edilmesi
  • Alkışlarla gönderilmesi; manevî bir atmosfere yakışmayan bu davranış dinimizce makbul sayılmamıştır. Cenâb-ı Hak benzer bir davranış sergileyen müşrikleri şöyle itâb etmektedir:

“O (müşriklerin), Beytullah yanındaki ibadetleri ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan ibarettir.” (el-Enfâl, 35)

  • Kadınların cenâze namazında erkeklerin arasına karışması ve mecburiyet yokken kabre gitmeleri doğru değildir.
  • Defin sırasında veya daha sonra, ölü için “para karşılığında” Kur’ân okutmak, hatim indirtmek, yine ölü için muhtelif gün ve yıl dönümlerinde “ücret mukâbili” mevlid okutmak, ziyafet vermek, bid’at sayılmıştır. Ölüm münâsebetiyle Kur’ân okunmasının, okuyan için sevâba vesîle olacağı gibi ölene de fayda sağlayacağı ümîd edilir. Lâkin bunun başkasına ücret mukâbili yaptırılması ve Kur’ân okuyanların Allah rızâsını değil de alacakları para veya hediyeyi gâye edinmesi, bu fiilin bütün fazîlet ve ecrinin zâyî olmasına sebebiyet verir.
  • Şatafatlı mezarlar yapılması ve mezar taşlarına aşırı iltifatlarla dolu ifadelerin yazılması da İslâm ahlâkı ve kulluk âdâbına uygun değildir.
  • Cenâzeyi bulunduğu yerden başka bir yere götürüp orada defnetmek de günümüzde sıkça karşılaşılan yanlışlıklardan biridir. Cenâze ancak, öldüğü beldede bir Müslüman mezarlığı yoksa başka bir yerde defnedilebilir. Bu da mühim bir hassâsiyettir. Zîra hayattayken sâlihlerle beraber olmaya dikkat edildiği gibi, vefât eden mü’minleri de sâlihlerin arasına defnetmeye îtinâ gösterilmelidir.
  • Mal hırsına ve nefsânî arzulara kapılarak, mîras yüzünden akraba ile düşman hâline gelmek de son derece yanlış bir durumdur. Mü’minler, mîrâsı Cenâb-ı Hakk’ın istediği şekilde taksim etmeli, akrabalık bağlarını zayıflatacak bir davranışa mahal vermemelidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok mevzu ana hatlarıyla anlatılırken, mîrâsın nasıl taksim edileceği hususu, tafsilâtıyla ve en açık ifâdelerle net bir şekilde beyân edilmiş (en-Nisâ, 11-12) sonra da şöyle buyrulmuştur:

“İşte bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Rasûl’üne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.” (en-Nisâ, 13)

  • Ölünün ardından; yedisi, kırkı veya elli ikisi gibi belli gün ve gecelerde mevlid veya hatim gibi merasimler tertib etmek hususunda da Kur’ân-ı Kerîm’e veya hadîs-i şerîflere dayanan herhangi bir bilgi veya tavsiyeye rastlanmamıştır.

Vefât eden mü’min için her zaman istiğfâr etmek, onun adına sadakalar vermek ve Kur’ân-ı Kerîm okumak lâzımdır. Bunu yapmayı belli günlere hasretmek, vefât edenleri diğer günlerde unutmaya, dolayısıyla daha az hatırlamaya sebep olur. Diğer taraftan, bilmeyen kimseler, belli günlerde yapılan bu nevî merasimleri, İslâmî bir emir ve kâide zannetmeye başlayabilirler.

Ölünün ardından; yedisi, kırkı ve elli ikisi gibi günlerde mevlid veya hatim okuyup okutma geleneğinin ancak, bu vesîleler de olmasa ölünün büsbütün unutulması mahzurunu ortadan kaldırmak için ihdâs edilmiş olduğu düşünülebilir. Ancak böyle bir gelenek zarûreti de olmasa unutulup gitmek, bir bakıma ölen kimsenin gönüllerde yeteri kadar kıymetli hâtıralar bırakamadığının da acı bir delili olur.

Bu hâle düşmemek için Hazret-i Ali şu îkazda bulunur:

“Sâlih ve sâdıklarla beraber ol. Onlarla ünsiyet kur (ki onların şahsiyet ve karakteri sana sirâyet etsin). Öyle kâmil bir hayat yaşa ki; insanlar hayattayken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”

Nitekim Mevlânâ Hazretleri bir rubâîsinde şöyle buyurur:

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yeryüzünde aramayın. Bizim mezarımız, âriflerin gönüllerindedir.”

Gönüllere silinmez bir muhabbet imzası atarak gök kubbede hoş bir sadâ bırakabilen sâlih kullara ne mutlu!..

Kabir Ziyareti Âdâbı:

Islâm akaidinin temel esaslarından biri olan ahirete îman, inanç esasları arasındaki ehemmiyetine binaen birçok âyet-i kerîmede “Allah’a îman” ile yan yana zikredilmiştir.

Nitekim bu âyet-i kerîmelerden bir kaçı şöyledir:

“…Allâh’a ve âhiret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rab’leri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.” (el-Bakara, 62)

“…Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün!” (Nisâ sûresi, 59)

İnsan, dünya ile alâkasının kesileceğini, hayır veya şer ne yapmışsa onlarla baş başa kalacağını, amellerinin karşılığını eksiksiz göreceğini düşündüğünde, günahlardan uzaklaşır ve sâlih amellere daha çok rağbet eder. Yani ölümü tefekkür etmek, şuurlanmaya, hayâta çekidüzen vermeye ve ahireti güzelleştirmeye vesîle olur. Kısacası; tefekkür-i mevt ve ahirete îman, aslında ahlâkın müthiş bir motivasyon sürecini başlatır.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayâtınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I 47) Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tefekkür-i mevte teşvik ederek şöyle buyururdu:

“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayâtını isteyen, dünya hayâtının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)

“…Kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.” (Heysemî, X, 325)

Bir sahâbî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “–Mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sormuştu.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhîd kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kabir ziyaretlerine izin vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyâret edebilirsiniz!” (Müslim, Cenâiz, 106)

“…Kabirleri ziyâret etmek isteyen ziyâret etsin. Çünkü kabir ziyâreti bize âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60) buyurarak da bu ziyâretlerden asıl maksadın, âhireti hatırlamak ve o güne hazırlanmaya önem vermek olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Sâlih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyâret etmek mendup sayılmıştır. Genel olarak kabirleri ziyâret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Kadınların kabirleri ziyâret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyâretten alıkoymamıştır. (Buhâri, Cenâiz, 7; Müslim, Cenâiz, 15) Diğer yandan Hz. Âişe’nin de kardeşi Abdurrahman bin Ebi Bekr’in kabrini ziyâret ettiği nakledilmektedir. (Tirmizî, Cenâiz, 61)

Kabir Ziyaret Âdâbı:

  1. Abdestli olmaya özen göstermek
  2. Mezarlıkta bulunan mevtâlara selâm vermek

Allah Rasûlü, Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehitlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe Validemizin ifadesine göre, Efendimiz kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi. (Müslim, Cenâiz, 102)

Hattâ bir gece Cebrâil, Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)

Abdullah bin Ebî Ferve -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:

“Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin, bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyâmete kadar kim bu şehidleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler.” (Hâkim, III, 31/4320)

Yine Hazret-i Peygamber ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ دَارَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ وَاِنَّا اِنْ شَاءَ اللهُ
بِكُمْ لاَحِقُونَ أَسْأَلُ اللهَ لَنَا وَلَكُمُ الْعَافِيَةَ

 “Selâm size, ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Tahâret, 39; Cenâiz, 104)

  1. Onlar için dua etmek ve mümkün olduğunca Kur'ân okumak

Süfyân bin Uyeyne’nin nakline göre; “Ölülerin duâya olan ihtiyacı, dirilerin yiyeceğe ve içeceğe olan ihtiyacından daha fazladır.” denilmiştir. (Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, Lübnân 1417, s. 297)

Kabir üzerine Kur’ân-ı Kerîm okumanın meşrûiyyeti hususunda bütün ulemâ kesin bir kanaate varmıştır. Kurtubî’ye göre, kabrin yanında Kur’ân okunduğunda, kabirdeki onu işitir ve Allâh’ın keremi sâyesinde hem Kur’ân okuma, hem de dinleme sevâbına nâil olur. Bu sebeple ilâhî rahmete erişir. Bunun yanında işitmediği hâlde kendisine hediye edilen kıraatin sevâbı da sadaka ve duâ gibi ona ulaşır.Yani kişi, dilediği yerde okuyup sevabını bağışlayabilir. Ama kabrin yanında okursa kabirdekilerin ayrıca Kur’ân dinleme sevâbına nâil olmalarına ve o esnâda inen rahmet ve sekînetten istifâde etmelerine de vesîle olmuş olur.

Kabir ziyaretlerinde Kur’ân okumak, 1400 senedir tatbik edilen bir icmâdır. Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği bir usûldür.

Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)

Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir. Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:

“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayakucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340)

Bütün bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfar da bulunmak, onlar adına hayır ve hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bizden önce âhirete intikâl etmiş mü’min kardeşlerimiz için şöyle duâ etmemizi tavsiye eder:

Buna, şu âyet-i kerîme de delâlet etmektedir:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmânlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10)

  1. Bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmek

Kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir. Bunun içindir ki ecdâdımız, kabristanları bilhassa câmi önlerine ve şehir içlerine yapmışlardır. Bu sâyede, oradan gelip geçen insanların, hem mevtâlara Fâtiha okuyup rahmete vesîlesi olmalarını, hem de kendi istikballerini seyredip ölümü daha çok tefekkür etmelerini temin etmişlerdir.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, bir kabrin başında durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine:

“–Cenneti ve cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” dediler. Bunun üzerine:

“–Çünkü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim:

“Kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi ondan kurtulabilirse, sonrakiler daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa sonraki menziller kabirden daha zor ve daha şiddetlidir… Gördüğüm manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve dehşet verici değildi!” (Tirmizî, Zühd, 5)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

Biriniz namazda tahiyyâtı bitirdiği zaman, dört şeyden Allah’a sığınarak şöyle desin:

اَللّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ جَهَنَّمَ وَمِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ
وَمِنْ فِتْنَةِ الْمَحْيَا وَالْمَمَاتِ وَمِنْ شَرِّ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ

 “Allâh’ım, cehennem azâbından ve kabir azâbından, hayat ve ölüm fitnesinden, kör deccâlin fitnesine uğramaktan sana sığınırım.” (Müslim, Mesâcid, 128)

  1. Onlar adına sadaka ve infakta bulunmak

Okunan Kur’ân-ı Kerîm, mevtâlar için mânevî bir ikram olduğu gibi, onlar adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının kendilerine ulaşacağı da sahih hadislerle ve icmâ ile sabittir. (Müslim, Sıyâm, 155-156)

Bu konuda vârid olan hadîs-i şerîflerden birisi şöyledir. İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:

“Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın annesi vefât etmişti. Peygamber Efendimiz’e gelerek:

– Ey Allâh’ın Rasûlü! Yanında bulunmadığım bir sırada annem vefât etti. Onun adına sadaka versem kendisine bir faydası dokunur mu, diye sordu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet!” buyurunca, Sa’d -radıyallâhu anh-:

– Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz de şâhid olun ki meyve bahçemi annem adına tasadduk ediyorum, dedi.” (Buhâri, Vesâyâ, 15)

  1. Kabir ve türbe ziyaretlerinde İslâmî hassasiyetlere titizlik göstermek
  • Kabir ziyâreti sırasında namaz kılarak oraların mescid hâline getirilmesi dînen tasvip edilmeyen bir davranıştır. Ayrıca kabre karşı namaz kılmak da mekruhtur.
  • Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur. (Müslim, Cenâiz, 98)
  • Kabristanın ağaçlarını ve yaş otlarını kesmek mekruhtur.
  • Kabir yanında kurban kesmek Allâh için olsa bile mekruhtur. Hele ölünün rızâsını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibâdettir. İbadet ise yalnız Allâh’a mahsustur.
  • Kabirlere mum dikmek ve yakmak câiz değildir. (Muvatta, Cenâiz, 12-13)
  • Mecbur kalmadıkça, mezarların üzerine basılmaz, üzerlerine oturulmaz.
  • Sâlihlerin kabirleri etrafında Ka’be’yi tavaf eder gibi dolaşılmaz.
  • Türbe kapılarına ev, araba, çocuk gibi dünya hayatında sahip olmak istenilen şeylerin resmini çizmek, şifâ bulmak maksadıyla toprak almak, oralara madenî paralar atmak veya para yapıştırmak, türbeleri öpmek, el sürmek, eğilerek girmek ve bu sûretle herhangi bir müşkülünün hâllolacağına veya murâdının gerçekleşeceğine inanmak da îman bakımından mahzurlu davranışlardır.
  • Mevtâdan yardım istemek ve bunun için mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye bir fayda sağlamaz.

Bâzı kimselerin, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle, doğrudan doğruya onlardan talepte bulunmaları, şirke kapı aralayabilecek derecede büyük bir yanlıştır. Gâyet hassas olan tevhid akîdesini zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne sözlerden titizlikle sakınmak gerekir.

Ancak Allâh’tan bir şey isterken sâlih zâtları vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyâret etmek câizdir. Meselâ “Peygamber Efendimiz hakkı için, onun hürmetine, ya Rabbî onunla Sana dua ediyorum, şu isteğimi nasip eyle!” demek duaların kabulüne vesile olur. (Tirmizî, Deavât, 118; İbn-i Hanbel, IV, 138)

Bunun pek câlib-i dikkat bir misâli şudur:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de şiddetli bir kıtlık olmuştu. Ahâli durumu Hz. Âişe’ye şikâyet ettiler. Vâlidemiz onlara şu tavsiyede bulundu:

“Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’in kabri şerîfine gidin, tavanından bir pencere açın. Efendimiz ile semâ arasında bir perde kalmasın!”

Böyle yaptıklarında bolca yağmur yağdı, otlar yeşerip büyüdü, develer iyice semizleşti. Hatta bu seneye “Âmu’l-fetk, bolluk senesi” ismi verildi. (Dârimî, Mukaddime, 15)

İslâm her meselede olduğu gibi kabir ziyareti hususunda da itidali esas almıştır. Şu hadise, kabir ziyaretlerini “şirk” sayacak kadar ileri gidenlere çok manidar bir cevap mahiyetindedir.

Bir gün Emevi halifelerinden Mervan bin Hakem, yüzünü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kabr-i şerîfinin taşına koymuş bir kişiyi gördü ve yakasından tutarak:

-Sen ne yaptığını sanıyorsun? dedi.

O zat başını çevirince bir de baktı ki, bu kimse Ebû Eyyûb el- Ensârî -radıyallâhu anh- imiş. O Peygamber aşığı sahabî şöyle cevap verdi:

Ben ne yaptığımı biliyorum. Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e geldim, taşa gelmedim! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in şöyle buyurduğunu işitmiştim:

“Dîni ehil olanlar üstlendi mi, din için kaygılanma; ancak ehil olmayanlardini tedvîre başladılar mı, din için ne kadar endişelensen ve ağlasan yeridir.” (İbn-i Hanbel, V, 422)

Şunu unutmamak gerekir ki Peygamber Efendimiz ’in kabri-i şerifini, sahabe-i kiram ve hak dostlarının kabirlerini ziyaret ederken edebe son derece riayet edilmelidir. Zîra edeble gelen ancak lütufla gider.

  1. Asrın sonlarında Derviş Ahmed Peşkârîzâde tarafından kaleme alınan “Tayyibetü’l-Ezkâr” isimli hâtıratta, Ravza-i Mutahhara’da gözetilen edep, hürmet ve nezâketin bir misâli şöyle nakledilmektedir:

“Yatsı namazı kılınıp cemaat gittikten sonra, Ravza vazifelileri olan ağalar, ellerine birer fener alıp Harem-i Şerîf’i köşe köşe gezer ve Bâbü’s-Selâm’a gelip kapıyı kapatırlar. Eğer içeride bir kimse görürlerse; بِسْمِ اللهِ / Bismillâh!” diyerek dışarı çıkmasını işâret ederler. Zîra Harem-i Şerîf’te dünya kelâmı olmaz. Eğer Hücre-i Şerîf’te bir kimse olursa, ona da; لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ / Lâ ilâhe illâllâh!” diye seslenirler.

Güneşin doğmasına üç saat kala, (yani teheccüd vakti girince) müezzinlerin reisi kapının dışında bir kere; “لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ / Lâ ilâhe illâllâh!” diye nidâ eder. İçerideki nöbetçiler bunu duyunca; “مُحَمَّدٌ رَسُولُ الله / Muhammedü’r-Rasûlullah!” diye seslenirler ve sonra kapıyı açarlar.”

Şüphesiz ki ecdâdımızın bütün bu zarâfet ve nezâketinden almamız gereken dersler bulunmaktadır. Bunlardan biri de, bilhassa Hac veya Umre’ye gidip Peygamber Efendimiz’i ziyâret edenlerin, orada gereksiz yere dünya kelâmı etmeyip boş sözleri terk etmeleri, dillerini ve gönüllerini zikrullâh ile yıkamaları, sükûnet ve edep içerisinde, salevât-ı şerîfelerle huzûr-i Rasûlullâh’a yüz sürmeleri gerektiğidir.

  1. TAZİYE ADABI

Bir yakını ölen veya herhangi bir musîbete uğrayan kimselere tâziyede bulunmak, yâni onları tesellî ederek sabır telkin etmek de mühim bir ictimâî hizmettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir musîbeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allah Teâlâ kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder)” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56)

  1. Duyduğunda dua etmek

Bir mü’minin, bir yakınının ölüm haberini aldığında veya herhangi bir musibete uğradığında “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Bakara 156) demesi müstehabdır. (Tirmizî, Deâvât, 83)

  1. Cenaze sahibi ile iletişime geçerek, üzüntüsünü paylaşmak

Tâziye, bizzat giderek yapılabileceği gibi, bu mümkün olmadığı takdirde telefon, mektup gibi diğer haberleşme vâsıtaları ile de yapılabilir.

Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ- şöyle der:

Kızı (Zeynep -radıyallâhu anhâ-), Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek:

“–Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz!” dedi. Peygamber Efendimiz o esnâda ashâbıyla meşgul olduğu için:

“–Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine kızı, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e:

“–Ne olur, mutlaka gelsin!” diye tekrar haber yolladı.

Bu defâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sa’d bin Ubâde, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Zeyd bin Sâbit ve başka sahâbîlerle birlikte kalkıp kızının evine gitti. Çocuğu Hazret-i Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d bin Ubâde:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu ne hâldir?” dedi. Efendimiz de:

“–Bu, Allâh’ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir. Zaten Allah Teâlâ ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 33)

Peygamber Efendimiz’in Medîne dışında bulunan Muâz bin Cebel’e, oğlunun vefâtından dolayı yazdığı şu mektup, muazzam bir incelik ve ne güzel bir tâziye örneğidir:

“Bismillahirrahmanirrahim.

Allâh’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz bin Cebel’e…

Allâh’ın selâmı üzerine olsun!

Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a hamdettiğimi sana iletmek isterim. Allâh ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfâtlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zîra canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir.

Allâh sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allâh’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de def edemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, ve’s selâm.” (Hâkim, III, 307)

  1. Maddi- manevî yardımda bulunmak

Başına bir sıkıntı gelmiş veya yakınlarından birisini kaybetmiş olan kimseye, sözle tâziyede bulunarak mânen destek olmak gerektiği gibi îcâbında fiilen de yardımcı olmak gerekmektedir.

Nitekim Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- şehîd olduğunda Fahr-i Kâinât Efendimiz kendi âilesine: “–Câfer’in âilesi için yemek yapınız! Çünkü onlar şu durumda mutfakla meşgul olamazlar!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26)

Daha sonra da bizzat kendisi, Hazret-i Câfer’in yetimlerine sâhip çıkarak onları himâye ve terbiyesine almıştır.

  1. Taziye evinde yüksek sesle konuşmamak
  2. Dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm okumak ve okunmasına vesile olmak

İbn-i Abbâs’tan -radıyallâhu anhümâ- rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.” (Deylemî, Müsned, IV, 103)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul: “–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?” diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:

“–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.” buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)

Yine hidâyet rehberimiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” buyurmuştur. (Müslim, Vasıyyet, 1)

  1. Cenaze sahibine sabır tavsiye edip onu teselli etmek

Ölünün yakınlarına sabır tavsiye edilmeli ve onlara mümkün olduğunca teselli edici, rahatlatıcı sözler söylenmelidir. Teselli ederken üzücü ifadeler kullanılmamalıdır.

Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Dünyâda sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allâh’tan bekleyen mü’min kulumun katımdaki karşılığı cennettir.” (Buhâri, Rikâk, 6)

Âyet-i kerîme’de buyrulur; “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’dan rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğunun mezarı başında feryâd ederek ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona:

“–Allâh’tan kork ve sabret!” buyurdu.

Kadın:

“–Çekil git başımdan; zîrâ benim başıma gelen felâket senin başına gelmemiştir!” dedi.

Kadın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Peygamber Efendimiz’in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için doğrudan Efendimiz’in huzûruna çıktı ve (özür dileyerek):

“–Yâ Rasûlallâh, Sizi tanıyamadım.” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” buyurdu. (Buhâri, Cenâiz, 32)

Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:

“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Rasûlullâh’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttakî, XV, 744)

  1. Mevtâyı hayırla yâd etmek

İslâm insana hayatta olduğu gibi vefâtından sonra da büyük değer vermiştir. Bu nedenle ölen kimsenin kötülüklerini, ayıplarını, suçlarını araştırmak ve hakkında dedikodu yapmak, sağlığındaki davranışlarına bakarak kınamak ve hakkında kötü sözler doğru değildir. O, artık ameliyle baş başa kalmıştır.

Hazreti Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Sizler ölülere sövmeyiniz. Çünkü onlar önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” buyurmuştur.

Hadiste geçen “sövmekten maksat”, ölüyü çekiştirmek, kötülüklerini sayıp dökmek ve onun hayırsız bir kimse olduğunu söylemektir. Bize düşen onları iyi ve güzel hasletleriyle anmaktır.

Bunun yanında, Müslümanların hüsn-i şehâdetine nâil olabilmek de vefât eden kimse için büyük bir mazhariyettir. Zîra Hazret-i Enes şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:

“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular.

Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–وَجَبَتْ (Vâcib oldu, kesinleşti!)” buyurdular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Yâ Rasûlâllah, kesinleşen nedir?” diye hayretle sordu. Peygamber Efendimiz:

“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun Cennet’e girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da Cehennem’e girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” buyurdular. (Buhâri, Cenâiz, 86)

  1. Taziyeyi üç gün içinde yapmak

Tâziye süresi, aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Tâziyenin üç gün içinde yapılması müstehaptır. Cenaze sahipleri normal hayata daha çabuk dönebilsinler diye, üç günden sonra tâziye yapmak mekruh kabul edilmiştir.

Taziyeden sonra da geride kalanlara maddi-manevi desteğe devam edilmelidir. Zîra asıl ihtiyaç bundan sonraki günlerinde hissedilir.

Kaynak: Âdâb-ı Muâşeret, Zehra Yolcu - Elif Telkeş, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

MÜSLÜMANIN YATMA ADABI NASIL OLMALIDIR?

Müslümanın Yatma Adabı Nasıl Olmalıdır?

MÜSLÜMANIN OTURMA ÂDÂBI NASIL OLMALIDIR?

Müslümanın Oturma Âdâbı Nasıl Olmalıdır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.