Bir Müslümanın Hilm ve Şefkat Üslûbu Nasıl Olmalı?

Bir Müslümanın hilm ve şefkat üslubu nasıl olmalıdır?

İnsana mutasavvıfâne bir gözle bakmak, onun günahlarla kirlenmiş durumundan ziyâde aslına îtibar ve iltifât etmeyi gerektirir. Tasavvufî üslûbun -günâhı değil- günahkârı hoş görüp merhametle kucaklamasının derin bir hikmeti de işte budur. Gerçek bir mutasavvıf, günahkâr insanı, kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve alâkaya muhtaç bir varlık olarak telâkkî eder. Onun buhranlı rûhunu teskîn etmenin, yeniden sıhhat ve huzûra kavuşturmanın endişesini sînesinde hisseder. Çünkü Hâlık için mahlûka gösterilecek şefkat ve müsâmaha, mü’minleri kemâle ve fazîlete erdiren en kuvvetli bir müessirdir.

KUYUYA DÜŞMÜŞ BİR ADAM GÖRSENİZ NE YAPARSINIZ?

Anlatıldığına göre, ashâb-ı kirâmdan Ebu’d-Derdâ Hazretleri Şam’da kadılık yapıyordu. Birgün halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti ve onlara:

“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.

Oradakiler:

“–İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince Ebu’d-Derdâ Hazretleri bu defa:

“–Öyleyse ona ağır sözler söylemeyin, size âfiyet veren Allâh’a hamdedin. Günah kuyusuna düşmüş olan bu kardeşinizi kurtarmaya çalışın.” dedi.

Şaşırdılar:

“–Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?” dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişmiş bulunan Ebu’d-Derdâ Hazretleri şu hikmetli cevabı verdi:

“–Ben, onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım. O günâhı terk ettiği zaman o yine benim din kardeşimdir.”[1]

Bu misâlde Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin mü’min gönüllere yerleştirmek istediği pek derin hikmetler vardır. Bu hikmetler, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve rızâsı ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkından ümmete yansıyan ulvî pırıltılardır ki bunlar, İslâm tarihinde hep birer olgunluk düstûru olarak hidâyet sürûr ve nûruna vesîle telâkkî olunmuş ve amel-i sâlih toprağında kökleşerek bir üslûp hâline gelmiştir.

Bu üslûp, günahkârı, günahı içinde boğmayıp, onu müsâmaha, af, merhamet ve muhabbet ikliminde, tevbe deryasında arındırma gayretidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cehil gibi müşriklerin en azgınına dahî böyle bir incelikle yaklaşmış ve muhatabının günah çukurlarını çomaklayıp rezâletleriyle uğraşmamış, sadece ve sadece îmânın kurtuluş ve saâdet deryasında tertemiz olmaya çağırmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın îman ve tevbeye sarılan kimsenin evvelki günahlarını silmesi, hiç işlememiş gibi muâmele buyurması, hattâ kulunun samîmiyeti ölçüsünde o günahların hepsini sevap defterine aktarması, bu hususta bize yol gösteren büyük bir hikmet meş’alesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ancak (yaptığı kötülüklerden) vazgeçip îman ederek sâlih ameller işleyenler var ya, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (el-Furkân, 70)

MERHAMETTEN NASİP ALAMAYANLAR

Bu yüce merhametten nasip alamayanlar, hem kendilerinin hem de insanlığın düşmanıdırlar. Merhamet ve şefkat bilmeyen böyle gâfiller, ebedî nasiplerinin yollarını tıkayan zavallılardır. Ancak merhamet kaynağına ulaşan Mevlânâlar ve Yûnuslar gibi Hak dostları ise, insanların da dostları olarak herkes tarafından, hatta kurdu ve kuşuyla bütün bir kâinât tarafından sevilen, nûr yüzlü, mütebessim birer cennet gülleridir. Onlar dikenlerin üzerinde dahî âleme güzellik dağıtır ve yaralı gönülleri tedavi ederler. İşte önemli olan budur; gül tabiatlı olabilmek, yâni bu dünyâ bahçesinde dikenleri görüp onlardan incinerek dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler de girse, onları bahar iklîmleriyle kucaklayarak bütün âleme bir gül olabilmek... Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ay geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nûrlandı, ışık saçmaya başladı. Gül de o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı.”

“Bu hakikati gülden de işit. Bak o ne diyor: Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular dağıtma imkânına kavuştum...”

Ashâbdan biri, ceza vere vere artık bıktıkları bir içki mübtelâsı hakkında lânet etmişti. Bunu işiten Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Ona lânet etmeyin. Allâh’a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim bir şey varsa, o da, onun Allah ve Rasûlünü seviyor olmasıdır.” (Buhârî, Hudûd, 5)

HANGİ KAPIYA GELDİĞİNİN FARKINDA MISIN?

Merhûm Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette üstâdının kapısına gelir. Kapıyı açan kişi:

“–Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız:

“–Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı mı var ki!..” diyerek çaresizliğini dile getirir.

Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o gönlü yaralı talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Allah dostlarında müşâhede edilen “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta şefkatle bakabilme” ahlâk-ı hamîdesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu cihânşümûl hadîs-i şerîfinde ne güzel ifâde edilmektedir:

“Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz.”

Ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediklerinde, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..” buyurmuştur. (Hâkim, Müstedrek, IV, 185)

İnsan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sâhibidir. Onun öz cevherindeki yüceliklerden habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, oradan yere düşüp kir pas içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mü’min vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile mü’minler Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Onu derhal tozu toprağıyla kapar, gözyaşları içinde temizleyerek eski yüce ihtiram mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun cennetten çıkmış bulunduğunu ve özündeki yüce değeri düşünürler. Hâlbuki insan da Hacerü’l-Esved gibi cennetten çıkmadır. İşlediği günahlar sebebiyle ne kadar düşerse düşsün, onun özündeki değer bâkîdir.

CAN KURTARAN SİMİDİ

Diğer taraftan hiçbir liyâkatli doktor, hastasına, “niye hasta oldun” diye kızmaz. Hastalık, kişinin kusuru sebebiyle ortaya çıkmış olsa bile bunu, hastanın fiil veya düşüncesinden kaynaklanan acziyetinin doğurduğu bir netice olarak yorumlar. Böylece hastaya, hasta olmasına sebep olacak hususlar dolayısıyla kızmak yerine, onun çektiği ıztırap ve elemi göz önünde bulundurarak vakit geçirmeden büyük bir merhamet ve şefkatle tedâvîsine yönelir. Kendini bu tedâviyle mükellef görür. İşte mutasavvıf da, cemiyet içinde hastahâne koğuşlarını gezen bir doktorun bu hissiyâtıyla yaşar. Davranışlara hâkim kılınan bu hissiyât da, yoldan çıkmışlar için âdetâ bir can kurtaran simididir.

Böyle bir can simidi uzatmak ve dînen günahkâr olan bir insanı, içine düşmüş olduğu günah bataklığından kurtarmak, pek ulvî bir saâdet vesîlesidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hayber fethi esnasında harp meydanında Hazret-i Ali’ye yaptığı şu tenbih, câlib-i dikkattir:

Yâ Alî! Bir kimsenin, senin vâsıtanla hidâyete ermesi, senin için en kıymetli dünyâ nîmeti olan kızıl develere sâhip olmaktan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143)

Bu hakîkat bir âyet-i kerîmede de şöyle ifâde olunmaktadır:

“...Kim onu (bir insanı) ihyâ ederse, bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur...” (el-Mâide, 32)

Bu, bir îman meselesidir. Şüphesiz insanî duygu ve düşüncelerin hatâ bakımından en ağırı küfürdür. Bundan bile kurtulabilme şansı, yumuşak bir üslûp ile daha fazla mümkün olduğundandır ki Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a îman telkîni için gönderdiğinde, ona “kavl-i leyyin” yâni yumuşak sözle hitap etmesini emir buyurmuştur. Zîrâ hidâyete davet edenin bundaki muvaffakıyeti, yukarıda ifâde buyrulduğu üzere kazançların en büyüğüne köprü olan bir amel-i sâlihtir. Allah Teâlâ, Firavun’un küfürdeki şiddetinden -hâşâ- gâfil değildi. Dolayısıyla muhâtap, küfürde Firavun derecesinde şiddetli olsa bile bizim telkîn üslûbumuz, asıp kesmek, tehdit savurmak gibi his taşkınlıkları sûretinde değil, yumuşak söz söylemenin vakarlı istikametine yönelten ilâhî tâlimat çerçevesinde olmalıdır. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Allâh’ın; «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla!”

“Zîrâ kaynayan yağa su dökersen ocağı da harap edersin, tencereyi de...”

Cenâb-ı Hakk’ın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında bütün ümmete ifâde buyurduğu şu âyet-i kerîme de bu hakîkati beyân eder:

(Ey Rasûlüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Men kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et...” (Âl-i İmrân, 159)

Bu üslûp, sırf günahkâr ve kâfirler için değil, belki en zirve noktalarda İslâm’ı yaşamakta olan insanlarda bile beşeriyet îcâbı görülebilecek birtakım zaaf ve kusurlara karşı da lüzûmludur. Zîrâ kusûru düzeltmeye çalışırken muhâtabı ezip onu rencide edecek sert ve kaba bir üslûp, maksadın hilâfına ve belki de tam zıt istikâmette netîcelere sebep olabilir. Çünkü böyle bir üslûpla yapılan îkazlarda insanlar, bazen ana-babalarına karşı bile tahammülsüz olabilmektedirler ki, başkalarına tahammüllü olmaları elbette daha zordur. Böyle durumlarda söylenen doğrular da gönüllere tırtıklı bir bıçak tesiri yapmakta; fayda ve câzibesini kaybetmektedir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Bir kabahatin dolayısıyla seni azarladığı zaman baban bile senin gözünde bir canavar gibi saldırıcı ve ısırıcı görünür...”

“Bu hâl, onun azar ve cefâsından kaynaklanan derdin bir tesiridir. Yâni babanın îkâzı, senin iyiliğin için olduğu hâlde, ettiği azar ve cefâ, onun gönlündeki merhamet ve acıyışı sana canavar gibi göstermektedir...”

İşte insandaki bu psikoloji unutulmamalı ve ne kadar günâha batmış olursa olsun onun kıymetli bir varlık olduğu idrâki ile hareket edilmelidir. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“İnsana günah olarak Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32)

VALİDE SULTAN’IN GÖNÜL UFKU

Bu hadîs-i şerîfin hikmetini kavramış bulunan Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın, hizmetçilerin şahsiyetlerinin ezilmemesi için onların kırdığı eşyaları tazmin etmek üzere Şam’da bir vakıf kurması, bizlere engin bir gönül ufku göstermektedir.

Bu şuurda bir mü’min, tebliğ ve irşadda üslûp olarak “muâhezeyi kendisine, müsâmahayı gayriye” yöneltmelidir. Zîrâ Allah Teâlâ buyurur:

 “...Birbirinizin suçunu araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin (dedikodu yapmasın); hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? Ondan tiksindiniz (değil mi?)...” (el-Hucurât, 12)

Bu ilâhî tâlimatlar istikâmetinde yaşayabilen ideal insanlar, hiçbir zaman dünyâyı ukbâ cephesinden ayrı mütâlaa etmeyen büyük ahlâk ve fazîlet kahramanları olmuşlardır. Böyle mânâ sultanlarının izinde yürüyerek târihe yön vermiş dünyâ sultanlarından biri olan Osman Gâzi’nin mânevî hâmîsi Şeyh Edebali Hazretleri tarafından ona ve onun şahsında gelecek olan bütün devlet adamlarına ve hattâ âileden başlamak üzere en alt kademeden en üst kademedeki her bir idareciye yapılan şu tavsiyeler, ne kadar derin ve mânâlıdır:

“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Âcizlik, yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana...”

“Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana... Tembellik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...”

Bu eşsiz nasîhatler, şahsına karşı bir kusurda bulunsalar bile insanları, Allâh için affedebilip, Allâh’ın kullarına, ne olursa olsun şefkat, merhamet ve muhabbetle bakabilme tarzındaki gönül zenginliğinin ve ulvî fazîletin kâbına varılmaz bir tezâhürüdür.

Nitekim Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile onu rencide etmemek için -âdetâ- belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırlardı. Bazen de muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:

Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119) buyurarak, kendilerine âdetâ galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi.

İşte bu, kusurluyu utandırmamak ve onu küçük düşürmemek üslûbudur ki, tasavvufu doğru anlayıp yaşamakta olanların müşterek bir vasfıdır. Çünkü Allah yolu, gönül yıkmak değil, gönül yapmaktan geçer.

Gerçekten, kusurlarından dolayı kınanarak dışlanan ve hor görülen birçok kimse, ancak bu üslûb ve anlayışın bereketiyle tekrar rahmet iklîmine dâhil olabilmiştir.

HOCASINDAN KAÇAN TALEBE

Nakledildiğine göre, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi vardı. Bir gün onu, kendisini lekeleyecek bir durumda yakalamışlardı. Bundan son derece mahcûb olan talebe, oradan ayrıldı ve bir daha dergâha gelmedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra, gönül hânesi harab olmuş bu talebe, sohbet arkadaşlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverdi. Talebe, hocasını fark edip, utancı sebebiyle oradan hızla uzaklaştı. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruh-, yanındaki sohbet arkadaşlarına dönüp:

“–Siz gidin, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip, talebesinin ardınca gitti. Geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini tâkib etmekte olduğunu görünce, daha da heyecanlandı ve adımlarını sıklaştırdı. Gide gide bir çıkmaz sokağa girdi. Mahcûbiyetin verdiği telaşla, gayr-ı ihtiyârî başını duvara çarptı. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girdi ve başını önüne eğdi. Cüneyd -kuddise sirruh-:

“–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun? Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerde ve müşkil zamanlarda olur.” dedi ve onu şefkatle alıp dergâha götürdü. Hocasının ayaklarına kapanan talebe, yaptığına pişman olup tevbe etti.

İşte bu hâl, bir insan ne kadar kusurlu olursa olsun, onu reddetmeyip bilakis ona bir baba şefkatiyle yaklaşabilme olgunluğunun mânevî irşaddaki bereketli netîcelerinden biridir.

Diğer taraftan hatâ ve kusurları affedebilmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, olgun bir müslümanın fârik vasfı olmalıdır. Bu vasfa, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Tâif’te kendisini taşlayanlara bedduâda bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyet dâiresi içine girmelerini istemesi şeklindeki üslûbu, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir.” (Tirmizî, Birr, 63)

Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyadeleşir. Bugün, dünyâda materyalizmin acımasız sultasına kapılarak büyük bir mâneviyat buhranına sürüklenmiş olan insanların, rûhî bir rahatlama için daha ziyâde mistik telâkkîlere rağbet etmekte olmalarının hikmeti budur. İslâm’ın takdim ve telkîninde tasavvufî üslûbun kullanılması da bu yönden daha muvaffakıyet vericidir. Bugün Batı’da hidâyete eren seçkin zümrenin çoğu, rûhundaki boşluğu tatmin için Hazret-i Mevlânâ ve İbn-i Arabî gibi büyük mutasavvıfların eserlerine mürâcaat etmektedirler. Yine Batı âleminde revaçta olan İslâmî eserlerin başında da tasavvufî eserler gelmektedir.

Mevlânâ Hazretleri’nin dâvetindeki gâye, insanı, öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve müsâmahanın feyizli zemîninde hatâlarından kurtararak İslâm ile şereflendirmektir. Yoksa herkesi bulunduğu eski hâli üzere kalmak şartıyla gâyesizce kabullenmek değildir. Maksad, o kişinin iç âlemini düzeltmektir. Bir tâmirciye âletin bozuğu götürülür. Böyle zâtların gönül dergâhları da bir tâmirhâneye benzer ki, orada yapılan iş, yanlışları düzeltmek olduğu için, dâvetin daha ziyâde hatâlı insanlara hitâben yapılması gâyet tabiîdir.

EN BEREKETLİ TAVIR

Dînî hayâtın alabildiğine zayıfladığı ve dînî ölçülere göre insanların bir hayli kusurlu bulundukları zamanlarda muhâtaba, bilhassa tasavvufî bir diğergâmlık, merhamet ve müsâmaha ile muâmele etmek gerekir. Zîrâ bu davranış; günah, fitne ve isyânın her yönden kuşattığı bu gibi kimselerin düzelip kurtulma ihtimâlini artıracak en bereketli bir tavırdır.

Ancak ifâde edilmelidir ki, günahkâra karşı müsâmaha ferdî hususlardadır. Yoksa kul hakkını çiğneyici bir mâhiyette cemiyete taşan, toplumun huzur ve saâdetini perişan eden kusur ve zulümleri hoş görmek ve onlara af nazarı ile bakmak tasvip edilemez. Ayrıca dînini sathî ölçüler muhtevâsında yaşayan kimselerin, günahkâra “öfke” duygusuyla bakması da hiç şüphesiz ki yanlış değildir. Onlar için günahkârdan uzak durmak, kalbin onunla ülfetten doğacak zararlardan korunması için zarûrîdir. Zîrâ hayâtı gâfilâne yaşayan kimselerde günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefislere hoş gelir ve âdetâ ağırlıkları hissedilmeden işlenebilir. Bu sebeple günahkârın günâhını hoş görmek, hem ilâhî ölçüleri hafife almaya, hem de kalbin o günahlara bulaşmasına sebep olacağından, umûm için tehlikelidir. Yâni günahkâra olan müsâmahayı günaha taşırmamalı; günâha olan düşmanlığı da günahkâra sıçratmamalıdır.

Bütün bunların ardından söylenecek son sözümüz ise:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!..” (Buhârî, İlim, 11) hadîs-i şerîfidir.

Tabiî ki, dînin özüne zarar vermemek ve istikâmetten ayrılmamak şartıyla...

Dipnot:

[1] Bkz. Abdurrazzâk, Musannef, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I/225.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

HİLM NEDİR?

Hilm Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.