İslam Güzel Ahlaktır

İslam medeniyeti ve diğer medeniyetler arasındaki farklar nelerdir? İslam'ın takvâ ve güzel ahlak üzere gelmesi fakat günümüz ahlak ve toplum anlayışında ki sıkıntılar?

Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bütün insanlığa “üsve-i hasene” yani emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak takdim etmiştir. Yine O’nun yüksek faziletini beyan sadedinde:

(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, (muhteşem) yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.

Bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, insanları Cennet’e en fazla nâil edecek vasıflar da, “takvâ ve güzel ahlâktır.” (Bkz. Tirmizî, Birr, 62)

İSLAM AHLAKI VE GÜNÜMÜZ ANLAYIŞI

Bugün ise maalesef seküler ahlâk anlayışı, yani dîni dışlayan ve insanları ten plânına iten bir ahlâk anlayışı, nice kimseyi sırf bedenleri için yaşayan canlı cenâzeler hâline getirdi. Efendimiz’in bize hayatıyla öğrettiği İslâm ahlâkı gereği, önce mü’min kardeşini düşünmesi gerekirken, dâimâ kendini düşünen bencil nesiller ortaya çıktı. Liberalizmin “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin” mantığıyla hareket eden pragmatist bir insan modeli meydana geldi. Hâlbuki asr-ı saâdette, ihtiyaç sahibi olan âileye ikram edilen bir koyun başı; “–Kardeşim falan ve âilesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.” düşüncesiyle tam yedi ev dolaşmıştı. En son yine kendilerine gelmişti. Zira içlerinde en aç olanı, ilk ikram edilenlerdi. (Bkz. Hâkim, II, 526)

Yine bu seküler ahlâk girdabına dalan insanlar, âhiretsiz bir dünya hayaliyle gaflet içinde bir ömür tüketmektedirler. Nasıl ki ölümü hatırına bile getirmemekle kişi ölümden kurtulamıyorsa; âhiret de, hiç kimsenin yok saymasıyla yok olacak değildir. Her insanın karşılaşacağı en büyük ve en kesin istikbâl haberi olan âhiretle ilgili sayısız ilâhî beyan ortadadır. Buna rağmen onu umursamamak, ancak kişinin kendi hamâkatinin bir göstergesidir.

Sırf dünya rahatlığı elde edebilmek için hiç ölmeyecekmiş gibi ömür tüketenler, bir gün o ziyân ettikleri zamanlar için ne büyük bir hasret ve nedâmet duyacaklardır!.. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O günahkârların, Rab’leri huzurunda başlarını öne eğecekleri, «Rabbimiz! Gördük, duyduk. Şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, sâlih ameller işleyelim, artık kesin olarak inandık.» diyecekleri zamanı bir görsen!” (es-Secde, 12)

“Onlar orada: «Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!» diye feryâd ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azâbı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fâtır, 37)

Unutulmamalıdır ki bu dünyada «Bekā» sıfatının bir tecellîsi yoktur. Her şey gibi zaman da fânîliğe mahkûmdur. Ayrıca âhiret olmasa, dünyaya gelişin de bir mantığı olmazdı. Geliş niye, gidiş niye? Bizler kimin mülkünde yaşıyoruz?

DÜNYA İLE AHİRET ARASINDAKİ DENGE NASIL KURULMALI?

Rabbimiz, insanın dünya ile âhiret arasında nasıl bir denge kurması gerektiğini şöyle bildirmektedir:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de öylece (insanlara) ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas, 77)

Yine bu seküler anlayışla gönüllerde dînî hassâsiyetler yavaş yavaş kayboluyor. Meselâ, “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emrine icâbet edilmiyor. Hâlbuki sâdıklarla beraber olan, sâdıklaşır. Diğer taraftan; “…Hatırladıktan sonra artık o zâlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’âm, 68) emri kulak ardı ediliyor. Hâlbuki zâlimlerle oturmak, insanı zâlimleştiriyor.

Yine günümüzde Suriye’de yaşanan vahşet ve insanların kendi vatanlarından tard edilmesi de, seküler anlayışı benimsemiş modern dünyanın yüz karası bir eseridir. İbret nazarıyla geçmişe baktığımızda, bu anlayışın günümüze bıraktığı birkaç medeniyet(!) mirası şöyle:

–Sodom-Gomore’den kalan, bataklığa dönmüş, içinde hiçbir canlının yaşamadığı ölü bir deniz!..

–Pompei’den kalan, ahlâksız insanların taşlaşmış ibret sergileri!

–Firavunların cesetlerini koymak için, binlerce insanın acı ve ızdırâbıyla inşâ edilen ve bir hüzün manzarasını andıran piramitler!..

Hâlbuki İslâm’ın gönüllere nakşettiği merhamet dolayısıyla bizim ecdâdımız, gittikleri her yerde toplumu bir ağ gibi ören vakıflar inşâ etmişler. Câmiler, sebiller, kervansaraylar, kuş evleri yapmışlar… Yani bütün mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakmışlar. İşte İslâm medeniyeti ile diğerleri arasındaki fark bu!

Dolayısıyla bugün bilhassa gençlerimizin üzerinde durması gereken en mühim nokta; İslâm’ı, Efendimiz’in hayatından, davranışlarından ve engin gönül dünyasından tahsil etmenin gayretinde olmaktır.

İSLAM'IN KORUYUCU ÖZELLİĞİ

Teşbihte hata olmasın, İslâm, bir nevî insan vücudundaki bağışıklık sistemi gibidir. Bağışıklık sistemi zayıf olan bir vücudun, dış dünyanın hastalıklarına, virüslerine karşı kendini koruyabilmesi zordur. Küçük bir esintiden soğuk alır. Her an hasta olmaya meyyaldir. Hattâ düzgün çalışmayan bir bağışıklık sistemi, beden için faydalı maddeleri dahî zararlı addedebilir.

Aynen bunun gibi, İslâm’ı, Kur’ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsiri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden mahrum bir şekilde öğrenmeye çalışan kimse, tıpkı bağışıklık sistemi zayıf bir insan gibidir. Böyle birinin gönül terazisi bozuk olduğundan, ilâhî emirler karşısında dâimâ “bana göre”leri vardır. Kalbinin idrâki ilâhî ve nebevî hakîkatlerle inkişâf etmediğinden; neyin hak, neyin bâtıl olduğunu lâyıkıyla tefrik edemez. Hâdiseleri seyrederken, doğru bir İslâmî tefekkür gözlüğünden mahrûmiyeti sebebiyle her şeyi bulanık görür. Dolayısıyla da aldığı kararlar yanlış, vardığı yollar çıkmaz sokaklar olur.

Hâlbuki asr-ı saâdette ashâb-ı kirâm, gönüllerini bir muhabbet çağlayanı hâlinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e raptetmişlerdi. O’nun karakter ve şahsiyetine meftun olmuşlar, O’nunla huzur bulmuşlardı. Onların Efendimiz’in karşısında aslâ “bana göre”leri yoktu. Efendimiz’in fiil ve davranışlarını hayatlarına aksettirmek için; “Bunu niçin böyle yaptınız yâ Rasûlâllah!” gibi bir suâle ihtiyaç duymuyorlardı. Efendimiz’i bir ameli îfâ ederken bir defa görmeleri yeterliydi. Hikmetini bilmeseler de güçleri nisbetinde onu îfâya gayret gösterirlerdi. Zira gönüllerindeki engin muhabbet, itaati getirir.

İSLAM'IN MERHAMETİ

Bütün mahlûkâta şâmil merhameti O’ndan öğrendiler. Cömertliği, infâkı, affetmeyi, din kardeşini kendine tercih etmek demek olan îsârı, tevâzû, şecaat, sabır, istikâmet, şükür, kanaat ve sadâkati hep O’ndan öğrendiler. Nasıl ki bir gölge, sahibinden ayrılamazsa, onlar da tam bir sadâkatle Efendimiz’i takip ettiler.

Velhâsıl eşsiz bir hayat nizâmı olan İslâm’ı, Efendimiz’den tahsil ettiler. Lâkin bir anda değil, tedrîcen, sindire sindire, tam yirmi üç yılda…

Nihayetinde câhiliye devrinin taş kalpli insanları, sünnet-i seniyye ile yoğrulan gönülleriyle dünyada benzeri bulunmayan bir asr-ı saâdet medeniyeti inşâ ettiler. Cenâb-ı Hak da onları Kur’ân-ı Kerîm’de medhetti.

Dolayısıyla seküler ahlâkın hayatın her alanını kuşattığı bir devirde temiz kalabilmek için mâneviyâtımızın güçlü olması elzemdir. Bu ise takvâya bağlıdır.

Takvâ; Allâh’ın rızâsını kaybetme korkusuyla O’nun haram ve yasak saydığı her şeyden titizlikle sakınma hassasiyetidir. Yani tâbir câizse, mânevî hayatımızın bağışıklık sistemidir.

İSLAM'IN TOPLUM YAPISI VE AİLE KURUMUNA VERDİĞİ ÖNEM

Meselâ Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Zinâya yaklaşmayın!..” (el-İsrâ, 32) buyurmuştur. Peki niçin? Çünkü, zinâya yaklaşan insanın, o çirkin hâle düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Tehlikeli uçurumların kenarında gezen, an gelir oradan düşüverir. Bu sebeple her haram fiil gibi, ona yaklaştıracak davranışlar da yasaklanmıştır İslâm’da. Meselâ kumar haram olduğu için, kumar aletleri de haram kılınmıştır. Yine zinâyı önlemek için, gençleri geç kalmadan evlendirmek teşvik edilmiştir. Osmanlı’da evlenecek gençlere yardımcı olmak için vakıflar kurulmuş ve böylece cemiyetin iffeti muhâfaza edilmiştir. Meselâ Mahpeyker Kösem Vâlide Sultan, yetim ve fakir kızları evlendirmek ve onların çeyizlerini hazırlamak için bir vakıf kurmuştur.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lûtfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lûtfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu ictimâî ibadetin kıymetini ifade sadedinde:

“En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik husûsunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Nikâh, 49)

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:

“En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.”

Fakat burada bilhassa dikkat edilmesi gereken husus, eşler arası denklik ve uyum mevzuudur. Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz.”

Ayrıca evlilik hususunda aracı olanların hissî davranarak birtakım bilgileri gizlemeleri de büyük bir vebaldir. Zira zamanında söylenmeyen bu bilgiler, ileride boşanmaya ve âile facialarına sebebiyet verebilmektedir.

Velhâsıl her insan bir tohum gibidir. Nasıl ki bir tohumun yetişip boy atması için münbit bir toprağa ihtiyacı varsa, insanın da ham vasıflardan kurtulup kâmil bir insan hâline gelebilmesi için, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül toprağından feyz almaya ihtiyacı vardır. Aksi takdirde toprağa girmeyen tohumun neticede çürüyüp yok olması gibi, Allah ve Rasûlü’nün hayat veren ölçülerine sırt dönen bir gâfil de ancak kendi ebedî hayatını mahvetmiş olur.

Rabbimiz, bizleri Kur’ân ve Sünnet istikâmetinden ayırmasın. Huzûruna, lûtf u keremiyle, râzı ve hoşnud olduğu sâlih kulları arasında kabul buyursun.

Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Ocak Sayı: 124

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.