
Jeopolitik Satrançta Son Hamle Türkiye’ye mi Kalıyor?
İran ile İsrail arasındaki yıllardır sürdürülen "kontrollü gerilim" neden 13 Haziran sabahı yerini açık savaşa bıraktı? İsrail’in hedefi sadece nükleer program mı, yoksa Ortadoğu’nun geleceğini yeniden dizayn etmek mi? ABD’nin müdahalesi bu çatışmayı nasıl küresel bir krize dönüştürüyor? Tüm bu soruların cevabı, İran-İsrail savaşının dünü, bugünü ve muhtemel yarınını analiz ettiğimiz dosyamızda.
Uzun yıllar boyunca İran ile İsrail arasındaki karşılıklı tehditler, istihbarat savaşları ve söylem düzeyinde kalan restleşmeler sebebiyle ‘kontrollü gerilim’ veya ‘jeopolitik tiyatro’ olarak değerlendirilen süreç 13 Haziran 2025 sabahıyla birlikte yerini doğrudan ve kapsamlı askerî çatışmaya hatta neredeyse tam ölçekli bir savaşa bıraktı. İran-İsrail hattında yıllarca "kontrollü tansiyon" denklemiyle yürütülen ilişkinin, artık kontrolsüz bir kırılma dönemine girdiğini söylemek mümkün.
Bu dosyamızda dün simgesel görünen bu düşmanlığın bugün neden gerçek bir savaşa dönüştüğünün nedenlerinden başlayarak bu savaşın bugününe ve yarınına dair gündeme gelen birçok sorunun cevabını bulmaya çalışacağız.
İşgal devletinin hedefi ne? İran’ın nükleer silaha ulaşmasını engellemek mi, rejim değişikliği mi yoksa ABD-İsrail koalisyonunun yeni Ortadoğu’yu dizayn etme stratejisinin son halkası mı? Haydut devlet bu savaştan şayet “zaferle” çıkarsa, İran’dan sonra işgal devletinin yeni hedef ülkesi kim olacak? Başlayalım.
İşgal Devleti İran’a Neden Saldırdı?
İran, 13 Haziran sabahı güne bir kâbusla uyandı. Haydut devlet İsrail, Tevrat’taki hikâyelerden mülhem “Yükselen Aslan” adını verdiği koordineli hava saldırılarıyla, Tahran’ın sinir uçlarını hedef aldı: Üst düzey askeri liderler, nükleer bilim insanları, füze depoları ve stratejik altyapılar yerle bir edildi.
Çok büyük güvenlik zafiyeti içinde olduğu görüntüsü veren İran çabuk toparlandı, İsrail’e balistik füze saldırılarıyla karşılık verdi. Misillemelerinden sonuç da aldı. İsrail’in çok güvendiği demir kubbesinin aşılabileceğini gösterdi
Bu savaş, birden patlamış değil elbette. Uzun vadeli bir stratejinin ürünü. Katil devletin Başbakanı Netanyahu’nun ifadesiyle, İsrail, “bu anı 40 yıldır bekliyordu.” İran'la savaş, Netanyahu için bir hedef değil, bir takıntıydı yani.
Peki, sembolik görünen İran-İsrail düşmanlığı, gerçek bir savaşa nasıl dönüştü?
Netanyahu’nun Gazze’de hem siyasi hem de askerî açıdan başarısızlığa uğraması, iç ve dış kamuoyunda meşruiyetini ciddi biçimde zedeledi. Bu tıkanmayı aşmak ve dikkatleri Gazze’deki soykırımdan kendileri açısından daha büyük ve “varoluşsal” bir tehdide, yani İran’a yönlendirdi. Böylece hem iç siyasette “güvenlik liderliği” imajını yeniden inşa etmeyi hem de dışarıda İsrail’in bölgesel rolünü tahkim etmeyi hedefledi. Kısacası, Gazze’deki çıkmaz, Netanyahu’yu daha büyük bir savaşa sürükleyerek hem kendi siyasi geleceğini hem de iktidarını kurtarma hamlesine itti.
Konjonktür de uygundu. İran’ın vekil aktörleri de devre dışıydı artık. Bir daha bu fırsatı bulamayabilirdi. Netanyahu’nun İran’a saldırma kararı, temelde şu inanca dayanıyordu: “Eğer bugün saldırmazsak, yarın nükleer silaha sahip bir İran’a saldırmak imkânsız olabilirdi.”
İsrail Tam Olarak Ne İstiyor?
İsrail’in başlangıç hedefi, İran’ın nükleer programını sekteye uğratmaktı. Ancak bu hedef savaşın başlamasıyla genişledi. Rejimi devirmek, petrol altyapısını yok etmek, füze kapasitelerini bitirmek. Hatta mümkünse etnik, mezhebi olarak birkaç parçaya ayırmak. Daha yalın ifadeyle İran’ı Ortadoğu’da tamamen etkisizleştirmek. Yani haydut devlet yalnızca İran’ın nükleer programını değil, devlet olarak varlığını hedef aldı. Ancak İran’ın gecikmeli de olsa sert ve derinlemesine verdiği askeri reaksiyon özellikle Tel Aviv, Hayfa ve Eilat gibi şehirleri hedef alan füze saldırıları Netanyahu’nun bu hesaplarını büyük ölçüde boşa çıkarttı.
Değer mi, Değmez mi? İsrail’de Savaş Muhasebesi
ABD Başkanı Donald Trump’ın, İran meselesine ilişkin “hızlı, kesin ve düşük maliyetli” çözüm arayışına mukabil İsrail cephesinde ise kırılganlık her geçen gün derinleşiyor. Askeri kapasite giderek tükenirken, kamuoyunda savaş yorgunluğu gözle görülür biçimde artıyor. Netanyahu hükümeti savaşın yönetiminde zorlanıyor, Netenyahu ve faşist kabinesi Gazze’de askeri ve siyasi hiçbir hedefe ulaşamadı, bu yüzden içeride muhalefet sesleri daha yüksek çıkıyor. Yediot Aharonot gazetesine göre, İsraillilerin geceleri sığınaklarda geçirmesi, kişisel güvenlik anlayışında köklü bir kırılmaya neden oldu. Gazeteye göre İsrail halkı, bu savaşın “değer mi, değmez mi” muhasebesini yapıyor artık.
-Yine Yediot Aharonot gazetesinden yorumcu Şimon Schiffer, ABD başkanına adeta yalvararak sesleniyordu: "Sayın Başkan: Gelin dünyayı kurtarın, gelin bizi İran'dan kurtarın, gelin bizi kendimizden kurtarın."
Trump’a yönelik neredeyse tapınma düzeyine varan bu yardım çağrıları İsrail'in bu savaşta içine düştüğü stratejik zafiyeti ve psikolojik dağınıklığı gözler önüne seriyordu.
Trump İran’ı Vurdu, Peki Ya Sonrası?
22 Haziran’da ABD Başkanı Donald Trump’ın emriyle, Fordo’daki İran nükleer tesislerinin B-2 bombardıman uçaklarıyla vurulması, yalnızca bir askeri müdahale değil, Ortadoğu denkleminde radikal bir kırılma anlamına geliyor. Bu müdahale, savaşın seyrini belirlemekle kalmayıp, aynı zamanda Ortadoğu’daki güç haritasını, ABD’nin bölgesel rolünü, İsrail’in stratejik derinliğini ve İran’ın caydırıcılık kapasitesini doğrudan etkileyecek yeni bir dönemin kapısını aralıyor.
İsrail’in İran’a yönelik tek taraflı saldırılarının, özellikle yer altındaki Fordo ve gelişmiş Natanz tesisleri karşısında yetersiz kalması, Tel Aviv’in uzun süredir hayal ettiği “tek hamlede nükleer altyapıyı yok etme” planını boşa çıkardı. İran’ın derinlemesine savunma konsepti ve uzun menzilli füze kabiliyeti, İsrail’i hem askeri hem psikolojik olarak zorlarken, ABD’ye baskı kaçınılmaz hâle geldi.
ABD’nin müdahalesi İran’ı doğrudan hedef alsa da savaşın geometrisini daha karmaşık hâle getirdi. Artık bir yanda İsrail’in sınırları aşan askeri hedefleri, öte yanda İran’ın doğrudan misilleme yeteneğiyle şekillenen çok katmanlı bir cephe söz konusu.
ABD’nin Müdahalesi Sonrası Öne Çıkan Senaryolar
ABD’nin, İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırısı sonrası öne çıkan senaryolar şöyle sıralanıyor:
- ABD, İran’a sınırlı ama yıkıcı bir darbe indirerek müzakere masasına dönmesini hedefliyor. Bu, Trump’ın “barış zamanı” vurgusuyla örtüşüyor.
-Körfez’de tanker saldırıları, ABD üslerine yönelik misillemeler bu, global enerji piyasasını doğrudan sarsar.
- İsrail içindeki bazı şahin çevrelerin uzun süredir dillendirdiği rejimi çökertme hedefi, ABD’nin de müdahil olmasıyla yeniden gündeme gelebilir; ancak bu, İran’ı topyekûn savaşa iter.
Amerika’nın doğrudan savaşa girmesi, İsrail için kısa vadede askeri bir güvence sunsa da uzun vadede stratejik bağımlılığı artırıyor. Bu savaş, İsrail’in güvenlikte ne denli ABD’ye mahkûm olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Bu durumun neden olabileceği jeopolitik sonuçlar neler olabilir peki?
-İran’ın doğrudan saldırıya uğraması, Filistin meselesini yeniden bir “ümmet meselesi” hâline getirdi. Türkiye-Suriye, Türkiye-Mısır gibi eksenlerde diplomatik yakınlaşmalar hızlanabilir.
- Suudi Arabistan ve BAE, İran’ın misilleme riski karşısında tedirgin. Körfez’deki ABD üsleri hedef hâline gelirse, bu ülkelerin iç dengeleri de sarsılabilir.
- ABD’nin İran’a saldırısı, Çin ve Rusya tarafından “tek taraflı saldırganlık” olarak kınandı. Bu durum, Ukrayna savaşı sonrası zaten gergin olan Batı-Doğu ilişkilerini daha da keskinleştirebilir.
İran, Çin ve Rusya’nın desteğiyle uluslararası kamuoyunda “yeni mağdur” pozisyonunu pekiştirme fırsatı bulabilir. Ayrıca, enerji fiyatlarındaki sıçrama, küresel ekonomiyi özellikle Avrupa’da yeni bir resesyon dalgasına itebilir.
İran’ın Çıkmazı: Nükleer Silah mı, Teslimiyet mi?
İran için ise mesele artık sadece rejimi korumak değil, devletin fiziki varlığını sürdürmek haline geldi. Tahran’ın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilme tehdidi, Batı’ya açık bir mesaj: “Eğer siz anlaşmalara uymazsanız, biz de kendi güvenliğimizi nükleer caydırıcılıkla sağlarız.”
Middle East Monitor Genel Yayın Yönetmeni David Hearst bu noktada İran’ın Kuzey Kore benzeri bir yola girebileceğini söylüyor. Batı’ya güvenilemeyeceğini, İran’ın güvenliğini ancak nükleer silahlarla sağlayabileceğini düşünüyor. Trump’ın “sahte diplomatik çıkış yollarıyla” süreci sabote ettiğini düşünen, bölgedeki tüm vekil aktörlerini kaybetmiş bir İran için nükleer silah artık duygusal bir tepki değil; stratejik ve mantıklı son bir tercih olarak görülüyor.
İran’dan Sonra Sıradaki Cephe Neresi Olacak?
13 Haziran sabahıyla başlayan savaş, sadece Tahran ve Tel Aviv arasında değil, tüm Ortadoğu’nun jeopolitik haritası üzerinde dalga etkisine neden olacağı muhakkak. Bu sert fırtınanın ortasında İsrail basınında dikkat çeken bir ifade öne çıktı: “Final Türkiye ile olacak.” Kanal 13’te yorumculuk yapan Eyal Berkovic’in, İran’la oynanan “yarı finalin” ardından “finalin Türkiye ile oynanacağını” söylemesi, İsrail kamuoyunda Türkiye’nin artık potansiyel bir çatışma başlığı olarak görüldüğünü en net biçimde ortaya koyan bir çıkış. Bu açıklama elbette sembolik; ama içinde ciddi bir stratejik niyetin izdüşümünü taşıyor. İlk bakışta magazinsel bir yorum gibi görünebilir. Ama İsrail’de bu tür ifadelerin çoğu zaman bir siyasal zemin hazırlığı işlevi gördüğünü biliyoruz. Zira sadece popüler medyada değil, Tel Aviv merkezli düşünce kuruluşlarında da Türkiye’ye karşı yükselen bir endişe dikkat çekici şekilde büyüyor.
Hatırlayalım: terör devletinin Başbakanı Netanyahu, geçtiğimiz aylarda “İslam dünyasında başat güç bırakmayacağız” ve “Osmanlı'nın geri gelmesini engelleyeceğiz” gibi açıklamalarda bulundu. Bu cümleler öylesine söylenmiş değil, ideolojik bir stratejinin ipuçları. Netanyahu’nun son savaşı İran’la değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temsil ettiği Türkiye vizyonuyla yapmak istediği artık gizlenmiyor. Yani Türkiye, Ortadoğu’da kurulmak istenilen yeni denklemin dışında değil; tam merkezinde. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı, Doğu Akdeniz’deki donanma hareketliliği, Katar’dan Somali’ye, Libya’dan Karabağ’a uzanan etki alanı başta İsrail olmak üzere Batılı emperyalist yapıları ciddi biçimde rahatsız ediyor. Bu rahatsızlık sadece dış politikada değil, Washington üzerinden Türkiye’ye karşı askeri baskı kurulması taleplerine de dönüşmüş durumda.
Nitekim ABD merkezli İsrail yanlısı The Jerusalem Strategic Tribune’de yayımlanan analizde, Türkiye’nin, İsrail’in bölgesel rolünü zayıflatmak istediği savunuluyor. “ABD, Türkiye’ye F-35 vermemeli” çağrısı yapılıyor. Gerekçeleri tanıdık: Türkiye bu silahları edinirse İsrail’in bölgedeki hava üstünlüğü tehdit altına girer.
İşgal Devletinin "Dikensiz Bahçe" Stratejisi
Aslında mesele sadece jeostratejik değil; bir medeniyet vizyonu savaşı. İsrail’in uzun vadeli planı bölgede hem İran’ı hem Türkiye’yi hem Pakistan’ı denge dışına itmektir. Netanyahu’nun kendi ifadesiyle söylenecek olunursa İslam dünyasında başat güç bırakmamak. İşgal ettiği coğrafyanın etrafını dikensiz gül bahçesine çevirmek. İran, Şii nüfuzu üzerinden; Türkiye ise Sünni dünya üzerindeki tarihsel ve siyasi etkisiyle, Pakistan ise nükleer güce sahip olması nedeniyle işgal devletinin hesaplarını bozabilecek üç büyük bölgesel aktör olarak görülüyor.
Velhasıl İsrail’in İran’ı doğrudan vurması, Türkiye’ye karşı da zamanla hibrit operasyonlar yürütme ihtimalini artırıyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Asıl hedef Türkiye” uyarısı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, "İsrail'in siyasi ve stratejik amacı Anadolu coğrafyasını çevrelemek, terörsüz Türkiye hedefini efendileri hesabına baltalamaktadır." açıklamaları öylesine söylenmiş hamasi açıklamalar değil. İsrail basınında Türkiye’ye dair yayımlanan analizler, potansiyel bir cepheleşmenin zihinsel ve diplomatik altyapısının atıldığını gösteriyor.
Türkiye’nin, Suriye’de elini güçlendirmesi, Gazze konusunda aldığı net tavır, bölgede diplomatik alan açması, elbette ki Tel Aviv’de alarm zillerini çaldırıyor. Bu noktada Suriye’deki gelişmelere de dikkat etmek gerekiyor.
Önümüzdeki dönemde sadece dış tehditlere değil, içerideki köstebeklere, yani karar verici mekanizmalara sızarak Türkiye’nin sinir uçlarına dokunabilecek aktörlere karşı da uyanık olmak gerekiyor. İran, generallerinin suikastlarla birer birer tasfiye edildiği acı bir dönemden geçti. Benzeri bir senaryonun Türkiye’de denenmemesi için milli güvenlik reflekslerinin çok daha diri tutulması şart.
Netanyahu ve kabinesindeki faşistler, İran’la savaşta ikinci perdenin içindeler. Ama final için zihinlerini çoktan Ankara’ya, Pakistan’a çevirmiş gibiler. Türkiye bu oyunu bozabilecek akla, imkâna ve iradeye sahip. Yeter ki içeriden devrilmesin. Velhasıl “Final Türkiye ile olacak” cümlesi, artık bir komplo değil; sahada ve masada yürüyen büyük hesapların yeni başlığıdır…
Dosyamızı toparlarsak, savaş, yalnızca İran ya da İsrail'in geleceğini değil; tüm bölgenin jeopolitik yapısını belirleyecek. İran binlerce yıllık devlet geleneği olan önemli bir bölgesel güç. Ancak İsrail için, eğer bu savaşı kaybederse, varlığını nasıl sürdüreceği sorusu daha çetin bir sınav olarak karşımızda duruyor.
ABD’nin İran’a saldırısı, sadece bir nükleer tesise değil; Ortadoğu’nun geleceğine, güç dengelerine ve uluslararası hukuka yapılmış bir müdahaledir. Bu müdahale, eğer kısa vadeli bir "tehdit azaltımı" değil de uzun vadeli bir "rejim zayıflatma" projesine dönüşürse, yalnızca İsrail’i değil, ABD’yi de geri dönüşü zor bir çatışma bataklığına çekebilir.
İran caydırıcılığını yitirmediği sürece, bu savaş bitmeyecek. İsrail, tüm teknolojik üstünlüğüne rağmen stratejik yalnızlığını artarak hissedecek. ABD ise, bir kez daha bölgeyi şekillendirmeye çalışırken kendi iç kamuoyuyla, müttefikleriyle ve en önemlisi bölgedeki gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalacak. ABD, bu müdahaleyle yeni bir Ortadoğu inşa mı ediyor, yoksa kontrolsüz bir savaşın fitilini mi ateşledi? Zaman, bu sorunun cevabını netleştirecek. Ama o güne kadar Ortadoğu, yine bir büyük oyunun sahnesi olmaya devam edecek.
Kaynak: Beytullah Demircioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 473
YORUMLAR