Yahûdilerde Tanrı İnancı

Yahûdîlikte Tanrı anlayışı, Tancı inancı nasıl? Yahûdîlikte Tek Tanrıcılık var mı?

Yahûdîler tek Allâh’a inandıklarını söylemektedirler. Ancak, bugün mevcud olan Tevrât’ın bazı bölümlerine bakıldığında, Allâh inancının birtakım antropomorfik özellikler taşıdığı görülmektedir. Antropomorfizm, tanrıları insana veya yaratılmış bazı varlıklara benzer şekillerde târif eden bir inançtır. Bu inanç, hayâl ve idrâk ötesi, yâni müteâl ve münezzeh olan Allâh inancından uzaktır.

Yahûdîlikte Allâh’ın isimleri, Yahve (Yahova) ve Elohim diye farklı şekillerde telaffuz edilir. Bugünkü Tevrât’ta Yahve adının geçtiği yerlere âlimler “yahvist metin” derler. M.Ö. 10. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen bu metinlerde beşerî hislerle dolu, antropomorfik bir tanrı telâkkîsi apaçık görülür. Elohim isminin geçtiği metinler de “elohist metin” diye adlandırılır. M.Ö. 7. yüzyılda yazıldığı söylenen bu metinler, daha sonra diğerleri ile birleştirilerek bugünkü Tevrât oluşturulmuştur.

Yahova, yahûdîler için aynı zamanda millî bir tanrıdır. Rab, yahûdî milletini seçmiş, alâka ve iltifâtını sâdece onlara hasretmiştir. Diğer varlıkları ve insanları da yaratmıştır; lâkin onların yahûdîler gibi bir değeri yoktur. Efendi kavim, yahûdîlerdir. Bu inanç sebebiyle Yahûdîlik, cihânşümûl bir dünyâ nizâmı kurmaktan ve bütün insanlığı kucaklamaktan uzaktır.

Tanrı’nın antropomorfik (beşerî) sıfatlarla takdîmi, muahhar (daha sonraki) yahûdî âlimlerince te’vîl edilmiş, bunların hepsi mecâzî olarak nitelendirilmiştir. Onlara göre; Tanrı, insanlara, anlayabilecekleri bir dille konuşmuştur. Bunun için, bu tip ifâdelerin antropomorfik husûsiyetler taşıması gâyet tabiîdir.

Ancak Tevrât’ta Rabbin, beşerî sıfatlarla takdîm edilmesiyle ilgili ifâdeler, bu te’vîli tekzîb edecek nisbette çoktur. Bunların iddiâlarını birkaç misâl ile şöyle açıklayabiliriz:

Tanrı, insanların çok kötülük yaptığını görünce onları yarattığına pişman olur ve onları Tûfan’la helâk eder. Bu sefer de onları helâk ettiği için çok üzülür ve bir daha bu şekilde dünyâyı helâk etmeyeceğini söyler. (Tekvîn 6/5-7; 8/21-22)

Böylece Tanrı’ya açıkça hatâ etme ve pişmanlık hissi gibi beşerî vasıflar izâfe edilir.

Aynı şekilde İsrâîloğulları, Rablerine isyân edip baş kaldırdıkları zaman Tanrı, onları bütünüyle helâk etmeye karar verir. Fakat araya peygamberler girerek, Tanrı’yı bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar: «Yapma, etme!» derler. Bunun üzerine Tanrı, verdiği karardan vazgeçer. Öyle ki, Tanrı’nın, vermiş olduğu helâk kararından dolayı sonradan derin bir pişmanlık duyduğu ifâde edilir. (Çıkış, 37/9-12, 14; Amos, 7/2-6)

Hattâ Tanrı’nın, İsrâîloğulları’nın bitmek bilmeyen isyanları üzerine Yeremya Kitâbı’nda:

“Artık nedâmet[1] ede ede yoruldum!” dediği dile getirilir. (Yeremya, 15/6)

Yine Tevrât’ta yer alan:

“Tanrı, kâinâtı altı günde yarattı. Yedinci günde de dinlendi.” (Tekvîn, 2/3) şeklindeki ifâde, Allâh’a acziyet isnâd eden bir örnektir.

Oysa dinlenmek, nedâmet etmek ve yorulmak, insanlara ve mahlûkâta has birer vasıf olup zaaf ve acziyet ifâde eder.

Bundan daha garîbi, Tevrât’ta, vahiy mahsûlü bir kitapta bulunması mümkün olmayan şu ifâdelere yer verilir:

“Allâh’ın oğulları, Âdem kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtikleriyle evlendiler.” (Tekvîn, 6/2)

Ayrıca Tevrât’ın Tekvîn bölümünde Tanrı’nın, yanında iki melekle birlikte bir insan sûretinde İbrâhîm’in yanına gidip ona misâfir olduğu ve onlarla birlikte yiyip içtiği, ayaklarını yıkayıp istirahat ettiği anlatılır. Daha sonra Tanrı, meleklerini, Lût kavmini helâk etmek üzere Sodom ve Gomore’ye gönderir. Fakat bunu İbrâhîm’e anlatıp anlatmama konusunda tereddüt geçirir, sonunda anlatır. Bunun üzerine İbrâhîm, içinde bulunan iyi insanlardan dolayı, Lût kavmini helâk etmemesi konusunda Rab’le uzun süren bir pazarlığa girişir. (Tekvîn 18/1-15)

Yine Tevrât’ta, Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın, Tanrı Yahve ile olan mücâdelesine yer verilmektedir ki, bu da hayli câlib-i dikkat bir hâdisedir. Buna göre, âile efrâdıyla birlikte Hazret-i Ya’kûb, dayısının yanından Kenan diyârına dönerken çölde bir adamla karşılaşır ve tanyeri ağarıncaya kadar onunla güreşir.

Ya’kûb -aleyhisselâm-:

“–Bırak gideyim!” dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Ya’kûb -aleyhisselâm-’a:

“–Artık sana Ya’kûb değil, İsrâîl (Yahûdîlerce: Tanrı ile güreşen) denecek. Çünkü sen, Allâh ile ve insanlarla uğraşıp yendin!” der. (Tekvîn, 32/22-32)

Tevrât’ta anlatıldığına göre bu güreş esnâsında Ya’kûb’un uyluk kemiği incinmiştir. Bu nedenle yahûdîler, bugün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler.

Tevrât’taki: “Tanrı, âdeta bir insan şeklinde tecessüm ederek Ya’kûb -aleyhisselâm- ile güreş yaptı.” ifâdeleri, açıkça antropomorfik bir akîde sergiler. Bu ise, tevhîdden bütünüyle uzak, kemâl sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sâhip bir Allâh inancının ifâdesidir.

Buna benzer bir düşünce Hinduizm’de de vardır. Orada da tanrı bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç Hinduizm’de “Tanrının Avatarası” olarak ifâde edilmektedir.

Yahûdî din âlimleri, Eski Ahid’de yer alan bu tür kıssaları, değişik şekillerde yorumlama ve te’vîl etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim bu hâdise, Tevrât tefsîrlerinde; “Ya’kûb’un güreş yaptığı kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek te’vîl edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da te’vîli mümkün değildir.

Nitekim Tevrât’taki güreş hâdisesinin ardından:

(Mûsâ): «Tanrı’yı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı!» dedi.” (Tekvîn, 32/30) ibâresi, te’vîlin mümkün olmayacağını ifâde eder. Mânâ, gâyet açık ve vâzıhtır. Sonra bu hâdisenin, Tevrât’ta niye yer aldığı, hikmet ve gerekçesinin ne olduğu da tamamen meçhûldür. Her hâdisenin bir esbâb-ı mûcibesi olması gerekirken, bu hâdise ile ilgili hiçbir gerekçe gösterilmemektedir.

Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Tevrât’ta, Allâh Teâlâ’nın “Sübhân”, yâni her türlü beşerî sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf bir Rab olduğu hakîkatinin zıddına, O’na beşerî bir acziyet isnâd edilmektedir. Bu hususta muharref Tevrât’taki diğer bazı ifâdeler de şöyledir:

“Ve Mûsâ, kavmin, aşîretlerine göre herkesin, çadırının kapısında ağlamakta olduğunu işitti; ve Rabbin öfkesi çok alevlendi; ve Mûsâ’nın gözünde kötü oldu. Ve Mûsâ Rabb’e dedi:

«–Niçin kuluna kötülükle davrandın? Ve niçin senin gözünde lutuf bulmadım ki, bu kavmin bütün yükünü benim üzerime yüklüyorsun? Bütün bu kavme ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum ki, bana: “Lala, emzikli çocuğu taşıdığı gibi, atalarına and ettiğim diyara kucağında onları taşı.” diyorsun? Bütün bu kavme vermek için nereden et bulayım? Çünkü bana: “Bize et ver ve yiyelim.” diyerek ağlıyorlar. Bütün bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü bana çok ağırdır. Ve eğer bana böyle davranırsan, niyâz ederim, eğer gözünde lutuf buldumsa, beni hemen öldür; ve sefâletimi görmeyeyim!»” (Sayılar, 11/4-6, 10-15)

Cenâb-ı Hakk’a zulüm isnâd eden bu ifâdeler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Rabbine duâ ve niyazda bulunacağı yerde baş kaldırıp isyankâr bir tavır sergilediğini gösterir ki, bu hâl, bir mukaddes kitapla ne kadar kâbil-i te’lîftir?

Yine Tevrât’ta, Allâh inancıyla bağdaşmayan şöyle bir hâdise anlatılır:

“Günün serinliğinde cennet bahçelerinde gezinti yapmakta olan Rab, Âdem ile Havvâ’yı arar. Onlar ağaçların arkasına gizlenmiştir. Tanrı onları göremeyince: «Neredesin?» diye Hazret-i Âdem’e seslenir. Âdem, «Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim.» der.” (Tekvîn, 3/8-10)

Bütün bu konular, ne kadar te’vîl edilirse edilsin, tahrîfinin te’vîl götürmediği kendiliğinden anlaşılır.

Bugün birçok âlim, Tevrât kıssalarındaki antropomorfik tanrı inancının arka planında, eski Mısır ve Bâbil’de görülen putperest ve efsânevî tanrı inançlarının tesirleri bulunduğunu ve bu inançların hem yahûdîleri hem de Tevrât yazarlarını etkilediğini ifâde etmektedir.

[1] Nedâmet kelimesi, son tercümelerde merhamet olarak çevrilmiştir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.