Osman Nuri Topbaş Hocaefendi 13 Nisan 2020 Sohbeti

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi'nin Peygamber Efendimiz'e nasıl benzememiz gerektiğini örneklerle anlattığı Erkam Radyo ve Erkam TV de yayınlanan 13 Nisan 2020 tarihli sohbeti...

13 Nisan 2020 Sohbeti

Çok Muhterem Kardeşlerimiz!

Günümüz mübârek olsun.

Rasûlullah Efendimiz’in azîz, latîf, mübârek, mücellâ, pâk rûh-i şerîflerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

Hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’e kavuşmaya çok az bir zaman kaldı. Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîf’in hayır ve bereketinin üzerimizde tecellî etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed’i yer ve gök âfetlerinden, belâ ve musibetlerden muhafaza etmesi, hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti niyâzıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Mevzûmuz, Hucurat Sûresi’nin ilk âyetleridir. Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımamızı arzu ediyor. Kendisinin Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetini bize bildiriyor.

Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetlerle, Cenâb-ı Hakk’ın bir saâdet mektubu. Kâinat kevnî âyetlerle bir tefekkür mektubu. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu iki cihânın, dünya ve âhiret âleminin muallimi. Kullarını bir âhiret âlemine hazırlaması… Kendisiyle beraber olması… Cenâb-ı Hak -inşâallah- nasîb eylesin.

İlk âyet Hucurât Sûresi’nde:

“Ey îmân edenler! Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.” (el-Hucurât, 1)

Yani hayatın, bir mü’minin hayatının tanzimi, O’nunla beraber olacak. Cenâb-ı Hak Efendimiz’i kâinâta, bütün cihâna müstesnâ bir muallim olarak lûtfetti. Hayatının her safhasında örnek. Kendisi buyuruyor:

“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı ikmâl etmek (tamamlamak) için gönderildim.” (İbni Hanbel, II, 381)

Rasûlullah Efendimiz’in mürebbîsi Cenâb-ı Hak. Yine Rabbimiz Efendimiz’e hitab ediyor:

“…Allah Sana Kitâb’ı ve hikmeti indirmiş (yani Kur’ân’ı bütün sonsuz, nâmütenâhî derinlikleri, hikmet devşirme, zirve olarak Rasûlullah Efendimiz’e ait) ve Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allâh’ın Sana lûtfu (ihsânı) pek büyüktür.” (en-Nisâ, 113) buyuruyor.

Efendimiz de buyuruyor ki ümmetine:

“Benim bildiğimi sizler bilseydiniz, yemezdiniz, içmezdiniz, sahrâlara düşerdiniz.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Efendimiz hidâyet rehberi. Kulu Allâh’a vâsıl eden bir nur. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allâh’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 46)

Müstesnâ bir peygamber. En yüce bir peygamber. Mîraç ve Kadir Gecesi, Rasûlullah Efendimiz’e ait. Hiçbir peygamberde Mîraç ve Kadir Gecesi yok. Yalnız Efendimiz’e ait.

Peygamber Efendimiz’in muhabbeti, gönüllerimize müstesnâ bir lûtfu, gönlü O’nun muhabbetiyle doldurabilen kula ne mutlu!

Yine âyette buyruluyor, Enfal Sûresi 30. âyet:

“Sen onların içindeyken Allah onlara azâb edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azâb edecek değildir.”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyuruyor:

“Yeryüzünde iki tane eman vardı, teminat vardı. Biri gitti, yani Rasûlullah Efendimiz vefat etti, diğeri kaldı. Kalan ise istiğfardır.”

Cenâb-ı Hak da bizden bol bol istiğfar istiyor. Aczimizi hatırlamak. Bilhassa seherlerde.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyruluyor.

Yine Efendimiz’i bütün âlemlere rahmet olarak… Yani her peygamber bir kavme geldi. O kavmi hidâyete getirmeye, irşad etmeye geldi. Yalnız Efendimiz müstesnâ.

وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ

((Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107])

Bütün cihana Cenâb-ı Hak muallim olarak gönderdi. Bir mü’min de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatıyla aynîleşecek, rûhundan rahmet taşıracak. Bunun için de Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

“Allah Rasûlü’ne itaat, Allâh’a itaattir...” (Bkz. en-Nisâ, 80) buyruluyor. Tabi bu ne olacak? Tezkiye olmuş bir kalple olacak.

Ashâb-ı kirâm bir gün Rasûlullah Efendimiz’e sordular:

“–Bir mü’mini huşû içinde, yani vecd ve bir îman lezzeti içinde, diğer taraftan, diğer bir mü’mini de huşû hâlinin dışında görüyoruz. Bu farklılığın sebebi nedir?”

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Îmânın tadını alan mü’min huşû sahibi olur. Îmânın tadını alamayan mü’min ise huşû sahibi olamaz. Gâfil olmuş olur.”

“–Peki yâ Rasûlâllah! Îmânın tadını biz nasıl elde ederiz? Ona nasıl ulaşılır?” diye sorulunca, Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Ona Allah sevgisinde sâdık olmakla ulaşılır.”

Yani nasıl olacak? Fedakârlıkla olacak.

“–Allah sevgisi neyle elde edilir yâ Rasûlâllah?” diye sorulunca -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Allah Rasûlü’ne muhabbetle elde edilir. Bu sebeple siz, Allah Rasûlü’nün rızâsını, her ikisine muhabbet beslemekle arayın.” (Senderûsî, Keşfü’l-İlâhî, II, 651; Halebî, Mevsûatü’l-Ehâdis, VI, 492/16010)

Yani hem Allah rızâsını, tabi Allah rızâsıyla Rasûl’ünün rızâsı aynı, yani Allâh’a ve Rasûl’üne tâbî olmakla bulun, buyurmaktadır.

Velhâsıl İslâm’ın gönül feyzini tatmış olan davetçiler hidâyete vesîle olmayı O’ndan öğrendiler.

Fakihler, Kur’ân ve hadislerden hüküm çıkarmayı O’ndan öğrendi.

Müfessirler, Kur’ân’ı idrâk etmeyi, Kur’ân’la derinleşmeyi O’ndan öğrendi.

Mutasavvıflar, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı,

Mütefekkirler, eşyanın hakikatini anlamayı,

Şâirler, varlığın sesli ve sessiz beyanlarına gönül kesilmesiyle Efendimiz’den öğrendi.

Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in ümmetine muhabbetini bildiriyor, Tevbe Sûresi 128. âyet:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız, O’na çok ağır gelir. (Yani bir annenin-babanın merhametinden daha öteye.) O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir.” buyrulmaktadır.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor; hep Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetini telkin ediyor ve bize bir rahmet olmasını telkin ediyor. Ahzâb 21. âyetinde:

“Andolsun ki Rasûlullah sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”

Yani burada üç hususiyet var. Bir, kul Allâh’a kavuşmayı umacak. Yani hayatını Allah rızâsı üzerinde istikâmetlendirecek. Âhiret gününü, hesâbı, kitâbı, âhireti unutmayacak. يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Ve Cenâb-ı Hakk’ı hayatın her safhasında çok çok zikredecek.

Onun için Rasûlullah Efendimiz ona bir örnek olmuş oluyor. Yani kalp ne kadar derinleşirse, kalp ne kadar huşû hâlinde olursa, o kadar Rasûlullah Efendimiz o kula örnek olmuş oluyor.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor, Ahzâb 45. âyette:

“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakîkaten bir şâhid (yani temsil edebilme) bir müjdeleyici (İslâm’ın güzelliğini aksettirebilme, İslâm’ın güler yüzünü aksettirebilme) bir îkaz edici (emr-i bi’l-mârûf’ta bulunabilme) olarak gönderdik.”

Demek ki Efendimiz üç tane sıfatla gönderiliyor:

Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzünde şahidi, müjdeleyici ve îkaz edici.

Demek ki bir mü’min de, kâmil bir mü’min de bu üç vasıfla müzeyyen olacak.

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor Ahzâb 56. âyette:

“Allah ve melekleri Peygamber’e çok salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin, tam bir teslîmiyetle selâm verin.”

Yani Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i âlemlere rahmet olarak gönderdi. Melekler de duâ ediyor. Ümmet de O’na tâbî olacak, O’nu hiçbir zaman unutmayacak.

Yine Muhammed Sûresi’nin 33. âyetinde:

“Ey îman edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. İşlerinizi boşa çıkartmayın (amellerinizi boşa çıkartmayın).”

Yine buyruluyor Fetih Sûresi’nin 10. âyetinde:

“Muhakkak Sana bîat edenler, ancak Allâh’a bîat etmektedirler. Allâh’ın eli, onların ellerinin üzerindedir…”

Velhâsıl Cenâb-ı Hak -çok buna benzer âyetler var- Rasûlullah Efendimiz’i tekrîm ediyor. Kula en büyük nîmet:

لَقَدْ مَنَّ اللهُ buyuruyor, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük bir nîmeti olmuş oluyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 164)

Yine, devam eden âyette Cenâb-ı Hak o kadar bir nezâket istiyor ki Rasûlullah Efendimiz’e karşı; bu, ashâb-ı kirâm üzerine indi:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine yükseltmeyin. Birbirinize seslendiğiniz gibi Peygamber’e yüksek sesle seslenmeyin. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa çıkıverir.” (el-Hucurât, 2)

Yani bir konuşmada bile Efendimiz’in hususunda, bir nezâkete ashâb-ı kirâmı davet ediyor.

Bugün de 1400 küsur sene geçti. O’na salevât-ı şerîfe getirmek, O’na muhabbette kusur etmemek.

O’ndan sonra gelen âyette:

“Rasûl’ün huzûrunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Allah’tan mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 3) buyruluyor.

Demek ki bu, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan o îtinâyı muhafaza etmek.

Diğer grup ise gâfiller için ise, Cenâb-ı Hak:

“Sana odaların arkasından bağıranlar, çoğu aklı ermez kimselerdir.” (el-Hucurât, 4)

Bir cemaat geldi, öğle vaktiydi. Efendimiz tam istirahatteyken:

“–Muhammed, çık, Sen’inle konuşalım!” diye yüksek sesle seslendiler. Onlara Cenâb-ı Hak “câhillerdir” buyuruyor, “aklı ermeyenlerdir” buyuruyor.

Hasan Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiği ile beraberdir.» hadîs-i şerîfini yanlış anlamayın! Sâlihlerin amelini işlemedikçe sâlihlerden olamazsınız.” buyurmaktadır. (İhyâ, II, 402)

Cenâb-ı Hak “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

Şu bir hakikattir ki O’nun güzel ahlâkından hisse almayan bir kalp, Hakk’a güzel bir kul olamaz.

O’nun merhamet ve şefkatle yoğrulmuş âile hânesinden hisse almayan bir âile yuvası, gerçek saâdeti tatmaktan uzaktır.

O’nun ticaret ahlâkından hisse almayan bir tâcir, kul hakkına girmekten kendini kurtaramaz.

O’nun eğitim ve terbiyesinden nasiplenmeyen bir kimse, güzel bir şahsiyet ve karakter ortaya koyamaz.

O’nun rahmet dolu yüreğinden feyizlenmeyen bir gönül, nezâket ve zarâfetten uzakta kalır.

O’nun engin tevâzuundan nasiplenmeyen her kalp, kibrin uçurumlarında yok olmaya mahkûmdur.

Bu sebeple bir mü’min, hem dünyada hem de ukbâ hayatında saâdete nâil olabilmek için, hayatın bütün safhalarında Efendimiz’le beraberliğe muhtaçtır.

Bir misal:

Allah ile Beraberlik Husûsunda Benzeyebilmek:

Efendimiz dâimâ bir zikir hâlindeydi.

Âişe Vâlidemiz’in bildirdiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her ânında Allah Teâlâ’yı zikrederdi. (Müslim, Hayz, 117; Ebû Dâvûd, Tahâret, 9/18; Tirmizî, Deavât, 9/3384; İbn-i Mâce, Tahâret, 11)

Abdest alırken, ezan okunurken, mescide giderken, mescidden çıkarken, namaza başlarken, namazı bitirince, yemeğe başlarken, yemeği bitirince, bir şey içerken, elbise giyerken, otururken, kalkarken, bir binite binerken, çarşıya girerken, sefere çıkarken, seferden dönerken, eve girerken, evden çıkarken, yatarken, uyandığında, üzüldüğünde, sevindiğinde, zor bir işle karşılaştığında, bir işte muvaffak olduğunda, hasta olduğunda, şifaya kavuştuğunda, aksırdığında, düşmanla karşılaştığında, ölüm haberi duyduğunda, kabristana vardığında, velhâsıl hayatın her ânında Cenâb-ı Hak ile beraber olurdu. O’na hamd ve senâ hâlinde bulunurdu. O’nu zikrederdi. O’na sığınırdı. O’na şükrederdi. O’na ilticâ ederdi. Her ânını Allah Teâlâ ile beraber yaşar, O’nu hiç unutmazdı.

Cenâb-ı Hak bizlere de, Âl-i İmrân Sûresi’nin 191. âyetinde:

“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken (yani her hâl/ahvâlde) Allâh’ı zikrederler. (Bu zikrin getirdiği rûhâniyetle) göklerin ve yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bu (gökleri, bu yeri, aralarındakileri) boş yere yaratmadın. Sen Sübhan’sın. Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.”

Bizlerde de, gelen dînî örfümüzde daimâ mü’minler, karşılaştıkları zaman birbirlerine Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatırlardı. Selâm olarak; “es-Selâmu aleyküm” derlerdi. “Allâh’ın selâmı üzerine olsun!” diye duâ ederdi. Muhatap da “Ve aleyküm selâm” diye o da duâ ederdi.

İki mü’min, birbirleriyle daima duâ ile karşılaşırlar, duâ ile birbirlerinden ayrılırlardı. Ayrılırken de “Allâh’a emânet ol kardeşim.” derlerdi.

Seyahatlere giderken; “Hadi Allâh’a ısmarladık, hayırlı yolculuklar, Allah yoldaşın olsun!” derlerdi.

Evlenenlere; “Allah mesûd eylesin. Allah bahtından güldürsün.” derlerdi.

Ticâret esnâsında; “Siftah senden, bereket Allah’tandır. Bereketli olsun. Hayrını göresin.” derlerdi.

Hastalıklarda; “Rabbim şifâlar ihsân eylesin. Şâfî esmâsının tecellîsi üzerinde olsun.” derlerdi.

Yeni doğan bebekler için de; “Ömrü hayırlı, yaşayışı amel-i sâlih üzere ve bahtı da güzel olsun.” derlerdi.

Vefatlarda; “Allah rahmet eylesin. Geride kalanlara Cenâb-ı Hak sabr-ı cemîl ihsan buyursun.” derlerdi.

Îman kardeşliğini diri tutan bu nevi duâ ve temennîler, gönülleri inşâ ve ihyâ edici ne kadar güzel bir İslâm ahlâkıdır. Yine mü’minlerin bu şekilde bu güzel İslâmî örfü devam ettirmeleri, büyük bir rahmettir.

Diğer bir husus;

Seherler Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, seherlerde uzun uzun teheccüd namazı kılardı. Hattâ bunu uzun çöl seferlerinde bile ihmâl etmezdi.

Bu seherlerde;

İstiğfâr, Cenâb-ı Hakk’a ilticânın en makbul zamanıdır. Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.

Kelime-i tevhîdi tefekkür ile tekrar ederek bir nevî îman tazeleme saatleridir.

Salevât-ı kerîfeler vesîlesiyle Peygamber Efendimiz’le selâmlaşma ve muhabbetlerimizi Efendimiz’e arz etme vakitleridir.

Havanın loş karanlığı içerisinde tefekkür-i mevtte bulunarak, âdeta kabir iklîmine girebilmenin bir ön hazırlığı hâlindedir.

Efendimiz buyuruyor zira:

“Bütün lezzetleri kökünden yok eden ölümü çok çok anın.” buyuruyor. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Nasıl ki vücudumuzda maddî merkezler var ise; kalp, akciğer vs. gibi, bu mânâda seherler, rûhânî merkezlerimizi de zikirle tezyin etme demleridir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” [er-Ra‘d, 28])

Gündüz de bu şekilde rûhânî bir, dolu dolu bir yürekle gireceğiz ki nefsânî arzulara bir mukâvemet hâlinde olabilelim.

Kadı Beydâvî’den şöyle bir nakil var:

“Ümmet için beş vakit namaz farz olup gece namazı da sünnet hâline gelince Rasûlullah Efendimiz ashâbının ahvâlini müşâhede sadedinde gece vakti hücre-i saâdetlerinden ayrıldılar, ashâbın evleri arasında dolaştılar. O evleri Kur’ân kıraati, zikir ve tesbih sesleriyle arı kovanı gibi uğuldar hâlde buldular ve huzur içinde hâne-i saâdetlerine döndüler.”

Hazret-i Mevlânâ buyuruyor:

“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış, rûhî gıdâlar sun da; gideceği yere güçlü ve kuvvetli olarak gitsin.”

Diğer bir husus:

Namazı Cemaatle Kılmak Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Efendimiz, sık sık, Mescid-i Nebevî’ye girdiği zaman bir bakardı etrafına, gelen-gelmeyen kimler; sorardı, gelmeyenleri sorardı. Onlar eğer hastaysa ziyarete giderdi, seyahatteyse onlara duâ ederdi. Fakat bütün ashâb-ı kirâmın cemaatte olmasını arzu ederdi.

Demek ki bizim için de cemaat bu kadar ehemmiyetlidir. Cenâb-ı Hak bir amele iki misli ecir veriyor, on misli ecir veriyor. Burada ise Cenâb-ı Hak 25 veyahut 27 misli ecir vermiş oluyor.

Demek ki bir mü’minin de Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini, Efendimiz’in muhabbetini kazanabilmesi için, namazlarını cemaatle kılması zarurîdir.

Yine;

Duâ Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Efendimiz, ümmetini çok severdi, dâimâ ümmetine duâ ederdi. Bu itibarla bizim de günde en aşağı on kere; ümmet-i Muhammed için duâ etmemizi arzu ediyor.

Hak dostlarından Mârûf-i Kerhî Hazretleri buyuruyor ki:

“Kim her gün on defa;

اَللّٰهُمَّ اَصْلِحْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ

(Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslah eyle!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!

Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle!) diye duâ ederse, o kimse Allah dostları arasına yazılır.” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)

Bilhassa bugün küresel güçlerin menfaat kapışma yarışında olduklarında, nasıl zulmettikleri sahneleri seyrediyoruz. Suriyelileri, Akdeniz’e gömülen muhâcirleri, Akdeniz’i bir kabristan hâline getirenleri, Myanmar’ı, Yemen’i vs…

Demek ki gönül olarak, kalplerimiz, o kardeşlerimize yardım edecek. Yardıma eğer hiçbir gücümüz yoksa, onlara seherlerde elimizi açtığımız zaman onları duâdan unutmayacağız -inşâallah-.

Onlara karşı vicdânî duyuşları artırabilmek, o Muhâcirlere Ensâr olabilmek, Peygamber Efendimiz’e yaklaşabilmemizi sağlayan en mühim hususiyetlerden biridir.

Güzel Ahlâkta Benzeyebilmek Efendimiz’e:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış, ayrı bir, Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden bir âbidesiydi.

Ebû Kursâfe anlatıyor:

“Ben diyor küçük yaştaydım. Îmân ile şereflenmiştik…” Bu esnâda yaşadığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

“Ben, annem ve teyzem, Rasûlullah Efendimiz’e bey’at etmek için gittik. Yanından ayrıldığımızda, annem ve teyzem bana dediler ki, ben çocuktum:

«–Yavrucuğum, bu Zât gibisini hiç görmedik! Yüzü O’ndan daha güzel, elbiseleri daha temiz, sözü daha yumuşak başka birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)

Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Kıyâmet gününde mü’min kulun terâzisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunamaz. Allah Teâlâ çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62/2002)

Demek ki bir mü’minin sözünden, hâlinden, dâimâ bir ferahlık, bir huzur hâli tevzî edilecek.

Yine;

“Cebrâil bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi.” buyuruyor Efendimiz:

«Bu dîn, Zât’ım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır bu dîne. (Yani bir mü’mine cömertlik ve güzel ahlâk yakışır.) Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu bu iki hasletle (yani cömertlik ve güzel ahlâkla müzeyyen olun) [yüceltiniz!]»buyrulmaktadır. (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Edep ve Hayâ Olarak Efendimiz’e Benzeyebilmek

Rasûlullah Efendimiz yüksek sesle konuşmazlardı. İnsanların yanından yavaşça ve tebessümle geçerlerdi.

Hoşlanmadıkları kaba bir söz işitince insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Yüz ifadeleri kendisinin hâlini yansıttığı için, etrafındakiler, konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı.

Yüksek hayâ duyguları sebebiyle, kahkaha ile gülmezler, yalnız tebessüm hâlinde bulunurlardı.

Sahâbîlerin ifadesine göre, örtüsüne bürünen bir genç kızdan daha hayâlı idiler.

Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse Cennet’tedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da Cehennem’dedir!..” (Buhârî, Îmân, 16)

“Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâb, VI, 140)

Yine Efendimiz’den ibretli bir hâdise:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zekât olarak toplanan koyunların bulunduğu yere gitmişti. Koyunların başında ücret karşılığı çalışan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz, çobanın yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen çobanı çağırdı.

“–Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var?” diye sordu. Efendimiz’in bu sualinden işine son verileceğini anlayan çoban, büyük bir endişeyle:

“–Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü:

“–Hayır dedi, hayır, ondan değil. Lâkin ben, aramızda çalışan insanların yalnız kaldıklarında bile Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum. Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Bir de bunu alenî olarak işlendiği zamanımızı bir düşünelim.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki, kıyâmet alâmetlerinden biri de maalesef zina ve gösteriş, sükse, bina yüksekli vs. hercümerç ve birçok Efendimiz kıyâmetin alâmetlerini bildiriyor.

Tabi bugün dehşetli bir hâdise var. Cenâb-ı Hak zâlimlere karşı bir virüsle gücünü gösteriyor. Yapay zekâ diyenler, elektronik âletlerle birçok buluş yapanlar, kendisinin putperesti hâline gelenlere Cenâb-ı Hak ilâhî azametini hatırlatıyor. Ufacık bir virüsle bütün dünya, ekonomisini kaybediyor. Cenâb-ı Hakk’ın gücünü hatırlaması lâzım, “Aman yâ Rabbi!” demesi lâzım, istiğfârı artırması lâzım.

Yine Efendimiz’in ahlâkına geçelim:

Efendimiz, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile, rencide olmasın diye, onu âdeta belirsiz bir hâle getirirdi. Onun kusurundan (bütün) toplumu sakındırırdı.

“–Ba­na ne olu­yor ki böyle böy­le gö­rü­yo­rum.” bu­yu­rurdu. (Buhârî, Menâkıb 25, Eymân 3; Müslim, Salât, 119; İbn-i Hibbân, IV, 534)

Yani galat-ı ru’yeti kendine izâfe ederdi.

Yine, Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «Îman, edepten ibârettir.» dedi.”

Yine, Şeyh Sâdî:

“Edep, terbiye; Allâh’ın nûrundan bir taç gibidir. Onu başına koy, istediğin yere git. Her yerde îtibar görürsün.”

Edepli insanın hâli…

Tevâzûda Efendimiz’e Benzeyebilmek

Efendimiz insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke Fethi günü, heyecanla:

“–Yâ Rasûlâllah! İslâm’ı bana telkin edin, telkin buyurun!” diyen hemşehrisine:

“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun ben yetimiyim!..” diyerek sükûnet telkîn etti. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, II, 64)

Yine, Efendimiz iltifatlardan hoşlanmazdı:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyin! Çünkü Allah Teâlâ beni «Rasûl» edinmeden evvel «Kul» edinmişti.” (Heysemî, IX, 21)

Kelime-i şehâdet;

“اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا” -baştan- “عَبْدُهُ” geliyor, ondan sonra “وَ رَسُولُهُ” geliyor.

Demek ki en büyük derece, Allâh’a kul olabilmek, o kulluk derecesinin üzerinde de Efendimiz’e Rasûllüğü vermesi, buyruluyor.

Cömertlik Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Birisi gelerek Peygamber Efendimiz’den bir şey istedi. O anda verecek hiçbir şeyi yoktu. Efendimiz, onun borcunu ödemek, onu ferahlatmak için kendisi borç aldı, onun şeyini ödedi. (Bkz. Heysemî, X, 242)

“Kendisinden bir şey istendiği zaman, «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)

Bazı müstesnâ hâller de olabilirdi. Ganimetler gelirdi, o ganimetleri tevzî ederdi. Yani kendi ganimetlerini tevzî ederdi.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

“Efendimiz’in diyor, evinde diyor, iki gün, üç gün, arpa ekmeği, buğday ekmeği olmadığı zamanlar çok olmuştu.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; Müslim, Zühd, 20; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Yine böyle bir hâdise oldu. Gelen ganimetler dağıldı, evinde hiçbir şey kalmadı. Sonra birisi geldi, önünde mahzun mahzun durdu. Efendimiz anladı ki onun ihtiyacı var, ihtiyaç sebebiyle geldi. Başını hafifçe öbür tarafa doğru, bedenini, başını çevirdi. Yani bir şey veremediğinden utandı, kendini mahcup gördü Efendimiz. Cenâb-ı Hak o zaman;

“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyurdu İsrâ Sûresi’nde. “Eğer hiçbir şey veremiyorsan «قَوْلًا مَيْسُورًا» tatlı bir söz söyle. Tatlı bir sözle ona huzur ver.” (Bkz. el-İsrâ, 28)

Demek ki bir müslümanın hayatında bir din kardeşinin problemi karşısında ona çıkmaz sokak göstermek yok. Onun dertleriyle dertlenecek, hiç yoksa ona bir huzur verecek bir telkinde bulunacak.

Allah korusun, Efendimiz buyuruyor:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet aslâ bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlâk!..” (Tirmizî, Birr, 41/1962) Allah korusun!..

Diğer bir Efendimiz’e benzeyebilmek;

İnfak, Îsar, İkram… O Hususta Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Hendek Harbi’nde Câbir’in davetine yalnız gitmedi Efendimiz. Yanında bütün ashâbını götürdü. Hattâ onları doyurmadan da kendini doyurmadı. Baştan onlara tevzî etti. En sona kendisi aldı, ondan sonra akrabasına gönderdi.

Yani Efendimiz, ümmetinin açlarını doyurmanın mânevî hazzıyla âdeta kendi açlığını unuturdu.

Hânelerinde bir koyun kesilmişti. Günün sonunda ondan ne geriye kaldığını Âişe Vâlidemiz’den sordu. Sadece koyundan bir kürek kemiğinin kaldığını Âişe Vâlidemiz söyleyince:

“–(Yâ Âişe dedi.) Desene bir kürek kemiği hariç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâme, 33) Bütün infak ettiklerimiz bizim oldu…

Takvâda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Efendimiz insanların en müttakîsi idi. Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini isteyerek şöyle niyazda bulunurdu:

“Al­lâh’ım! Nef­si­me tak­vâ­sı­nı ver, onu tez­ki­ye et! Sen onu en iyi tez­ki­ye eden­sin. Sen onun ve­lî­si ve Mev­lâ’sı­sın.” (Müs­lim, Zi­kir, 73)

Efendimiz’e mânen yakınlar kimlerdir?

Muâz bin Cebel anlatıyor:

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yanımda yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” dedi.

Bu sözleri duyunca, O azîz dosttan, yani Allah Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladı. Efendimiz:

“–Ağlama ey Muâz! Ağlama ey Muâz!” buyurdu. Sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sahibi olan müttakîlerdir.” buyurdu. (Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut, 1988, IX, 22)

Demek ki O’na olan yakınlığımız, zaman ve mekânla mukayyed değil, takvâmızla ancak.

Nezâket hususunda benzeyebilmek:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o kadar ince, hassas bir kalbe sahipti ki, bir gün yere tüküren bir adam gördüler. Mübârek sîmâları birdenbire kızardı, oldukları yerde donakaldılar. Sahâbî koşuştu. Tükrüğün üstünü kumla örttü. Ondan sonra Allah Rasûlü yollarına devam ettiler.

Yine bir, mescide girdiler, kıblede bir tükrük gördüler. Yine o pembe olan benzi sapsarı oldu, birdenbire hâli değişti. Yani üzüldü ashâbının böyle bir hâlde bulunmasına. Hemen ashâb-ı kirâm onu örttü, sonra yüzü pembeleşti, eski hâline geldi.

Yine bir başka sefer, üstü başı dağınık, saçı sakalı dağınık, biraz derbeder birisini gördü. Onun bir derdini sordu:

“–Malın var mı dedi, hâlin nasıl?” dedi. O da “var” dedi.

“–O zaman sen niye böylesin dedi. Allah sana mal verince, eserinin üzerinde görünmesini ister!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 14/4063; Nesâî, Zînet, 54; Ahmed, IV, 137)

Tabi burada israf yok, tabiî hâlde olacak, sade olacak.

Rasûlullah Efendimiz’in örnek şahsiyeti; merhamet, nezâket, zarâfet, rikkat-i kalbiyyenin zirvesini teşkil etmiştir.

Kaba bir kimsenin:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmasına rağmen, O her defasında yumuşak bir üslûpla:

“–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur. Muhâtabının kabalığına rağmen, ona nezâketle davranarak, ona bir noktada bir nezâketi telkin etmiştir. (Bkz. Müslim, Nüzür, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 21/3316; Tirmizî, Zühd, 50; Ahmed, IV, 239)

Yumuşak Huylulukta Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Âişe Vâlidemiz, O’nun yüce ahlâkındaki mülâyemet hâlinden birkaç hususu şöyle ifade eder:

“O, hiç kimseyi ayıplamaz, kötülüğe mukâbele etmez, af ve hoşgörüyle muâmele eder, kötülükten uzak kalırdı…

Hiçbir köle ve hizmetçiye, hattâ bir hayvanâta bile ona haksızlıkla en ufak bir şey söylediği, yahut dokunduğu yoktur...” (Bkz. Müslim, Fedâil, 79)

Şefkat ve Merhamet Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Mudar Kabilesi geldi. Perişan bir hâldeydi insanlar. Yarı örtüleri vardı, yarısı yoktu. Efendimiz şöyle bir seyretti, rengi bembeyaz oldu. Üzüldü. Bilâl -radıyallâhu anh-’a haber gönderdi:

“–Bilâl, ezan oku.” dedi.

Bilâl ezan okudu. Efendimiz iki rekât namaz kıldırdı. Sonra:

“–Elinde kimin ne varsa getirsin.” dedi.

Kimi, durumuna göre bir avuç hurma getirdi. Kimi bir çuvala doldurarak getirdi. Efendimiz, mü’minlerin bu infak gayretini görünce, o sararan rengi değişti, pembeleşti.

Efendimiz buyuruyor:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1924)

İslâm’ı tebliğ için Tâif’e gittiği zaman, câhil, putperest, egoist Tâif halkı kendisini taşlamışlardı. Dağlar Meleği gelerek Rasûlullah Efendimiz’e:

“–Şu iki dağı birbirine çarparak bu kavmi helâk edeyim mi?” diye Efendimiz’in rızâsını almak arzu etti. Efendimiz:

“–Hayır, ben Cenâb-ı Hak’tan onların soylarından sadece Allâh’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini diliyorum.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Yani kendisini taşlayanlara, bir duâ etmiş oldu.

Mekke Fethi’ne giderken, yolda yavrularını emziren kelp gördü.

“–Öbür taraftan geçin buyurdu, incitmeyin!” buyurdu.

Yanık karınca yuvası gördü Efendimiz, dehşete kapıldı:

“Allâh’ın verdiği bir cana kıymaya kimin hakkı vardır?!” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)

Ağlayan bir deve geldi, sahibinin zulmettiğini kendisine ifade etti deve hâl lisanıyla. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- sahibini çağırdı:

“–Niçin bu devenin hakkını yiyorsun dedi. Kıyamet gününde bunun mes’ûliyetini, seni bu devenin çiğneyeceğini düşünmüyor musun?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549)

Savaşta bile Efendimiz yaş bir ağacı kestirilmemesini emretti. Bugün ise görüyoruz; ağaç değil, nasıl insanlar, çocuklar, masumlar telef olup gidiyor…

Tabi toplum demek ki ilâhî vahiyden uzaklaşınca, merhamet, şefkat dumura uğruyor. Merhamet filizi çürümeye başlıyor. Vicdanlar kuruyor. İşte günümüzün hâli…

Af Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Affın en güzel misalleri, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in hayatındadır.

Mekke Fethi’nde umûmî af ilân ettiler…

Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini dişleyen Hind’i, Mekke’nin fethi günü kelime-i tevhîdin şânı hürmetine affetti.

Kızı Zeyneb’in ölümüne sebebiyet veren Hebbâr bin Esved’i, müslüman olduğunu bildirince affetti. Hattâ ona hakâret edilmesini, târizde bulunulmasını bile yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858)

Yine çok ibretli bir hâdise:

Âişe Vâlidemiz’e iftirâ atan, Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in en çok sadaka verdiği kişilerden biri de çıktı aralarında. Ebû Bekir Efendimiz:

“–Ben bundan sonra buna sadaka vermeyeceğim.” dedi.

Yapılan iftira, çok dehşetli bir iftira idi. Yapılan iftirâ, ümmehât (ümmetin annesine) olan iftirâ idi. Efendimiz’in âilesine olan iftirâ idi. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz’in kızına olan iftirâ idi. Yine ümmetin Âdem -aleyhisselâm-’dan beri gelen en iffetli ailesine yapılan iftirâ idi.

“–Ben dedi, bundan sonra sadaka vermeyeceğim dedi bu iftira atana.”

Cenâb-ı Hak da Nûr Sûresi’nde:

“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) buyurdu.

Âyet böyle inince Ebû Bekir Efendimiz:

“–Evet dedi, ben dedi, bundan sonra -Allâh’ın beni affetmesini istiyorum- yine sadaka vermeye devam edeceğim.” buyurdu.

Yine diğer bir misal:

Abbâd bin Şurahbil vardı, o anlatıyor, kendisi anlatıyor:

“Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı, üzerimden çamaşırları aldı, Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti.

Allah Rasûlü bahçe sahibine iki şey sordu:

«−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!»

(Demek ki burada şunu anlıyoruz; bir mü’minin vazifesi, onu bir câhile öğretmek. İkincisi; onu açken de doyurmak. Çünkü;

“Neredeyse fakr, küfre denk oluyordu.” buyuruyor Efendimiz. [Bkz. Câmiu’s-Sağîr, Harfu’l-Kāf, 2/89; Beyhakî, Şuab; Taberânî, el-Evsat])

Sonra bahçe sahibine torbasını iâde etmesini söyledi. Sonra diyor, Rasûlullah bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek de verdi.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)

Yetimlere Muâmele Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek

Efendimiz:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ötedeyim, (yani kendi nefsinden) daha yakınım (buyurdu). Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir (yani terekeye âittir). Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)

Nasıl bir engin merhamet, kendisini toplumdan mes’ûl görmek…

Yine, kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de Efendimiz:

“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur, yetimin başını okşa!” tavsiyesinde bulundu. (Ahmed, II, 263, 387)

Yine;

“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de, yetime kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Yine buyuruyor;

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için (ivazsız, garezsiz) bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır...” (Ahmed, V, 250)

Tabi bugün de baktığımız zaman, binlerce, yani aşağı yukarı Suriye’nin o göçebe hayatı olmasından yedi-sekiz sene geçti. Orada yedi-sekiz senedir beri gelen, bir sürü yetim vardır. Demek ki o yetimler de bizlere zimmetli.

Ne yapmamız lâzım onlara karşı? Dînî eğitimlerine güç-kuvvet vermemiz lâzım. Sırf onların karnını doyurmak kâfî değil. Yarın onlar bir mafyanın kucağına düşmesin. Kızlar kötü yola düşmesin. Bu, hepimiz üzerine bir vecibe.

Hâle Rızâ Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Hayat, dâimâ düz bir çizgi hâlinde devam etmez. İnişler, çıkışlar olur. Rasûlullah Efendimiz hayatın med-cezirlerinde dâimâ rızâ hâlinde yaşamıştır. Ve;

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyurmuştur. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)

Daimâ o hâlde, hamd hâlinde, zikir hâlinde, şükür hâlinde bulunmuştur. Kalbî muvâzenesini her hâlinde muhafaza etmiştir.

Aynı şekilde talebeleri de, yani ashâb-ı suffe talebeleri ve ashâb-ı kirâm da, bir başkasının hayatına haset hâlinde olmadılar. Dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını talep ettiler ve hayırda yarıştılar. Hiçbir şeyi olmayan ashâb-ı suffe talebesi bile dağlara çıktı, odun kesti, odunu Medîne çarşısında sattı, Rasûlullah Efendimiz’in önüne koydu. Daimâ bir hâle rızâ ve bir infak hâlinde yaşadı. Daima; “Benim için en hayırlı hayat budur. Allâh’ın rızâsı en güzeldir.” hâlet-i rûhiyesi içindelerdi.

Din Kardeşliği Husûsunda Efendimiz’e Benzeyebilmek:

Enes burada diyor ki:

“Rasûlullâh, din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ ederdi (yani seyahatteyse), evindeyse ziyâret eder, hasta ise şifâ dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Peygamberlerin gönüllerinde öyle bir diriltici nağmeler vardır ki, o nağmeler, Hakk’ı arayanlara kıymet biçilmez bir hayat bağışlar.”

Hakîkaten, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetimizin ölçüsü, Kur’ân’ı ve Allah Rasûlü’nü rehber edinerek, O’nun hâli ile ne kadar hâllendiğimizle belli olur.

O’nu seven, O’nun uğruna her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm, O’nu nasıl duydu, nasıl hissetti?

Velhâsıl muhabbet, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in hâliyle nasıl hâllendi, ahlâkını hayâtına nasıl aksettirdi ve bir hayranlık içinde yaşadı? İnsanda bir âbide gördü, hayran oldu. Bütün gâyesi; “Acaba ben, âhirette de O’nunla beraber olabilecek miyim?” Bu endişe başladı ashâb-ı kirâmda. Onun için Efendimiz’in en ufak bir arzusuna karşı büyük bir şükran hâlinde oldular:

“–Emret, canım-malım Sana yâ Rasûlâllah fedâ olsun!” dediler. Yani fedâ-yı cân etmeyi, cana bir nîmet olarak bildiler.

Yani daima kendimizi bir muhasebe hâlinde bulunduracağız:

Acaba bizde bu hâller ne kadar var? Günahlarımızı, hatalarımızı, kusurlarımızı, isyanlarımızı, O’nun zemzem misali tertemiz ahlâkıyla yıkamalı, O’nun mübârek hayatının mânâ ve hikmeti ile mânevî bir dirilişi yaşamamız zarûrîdir.

Ancak O’na benzeyebilme;

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ

(“Kişi, sevdiği ile beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) hadîs-i şerîfinin şümûlüne nâil olabilmek için.

Rasûllullah Efendimiz Yemen’e doğru döndü, Veysel Karanî’ye izâfe ederek:

“Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)

Yani ahvâl… Rasûlullah Efendimiz’in hâlinin, yüreğimize aksedebilmesi. Daima kendi kendimize sormamız lâzım:

“Bende nefes-i Rahmânî’den ne miktarda bir hisse var? Ne kadar Efendimiz’i yakından tanıyabiliyorum? O’nun hâliyle ne kadar hâllenebiliyorum?..”

Demek ki -hulâsa olarak- ibadet, muâmelât ve güzel ahlâkta Efendimiz’e benzeyebilirsek, Efendimiz’le o kadar kalbî alışverişimiz olur, bizler de o nefes-i Rahmânî’den hisseler alırız.

Efendimiz buyuruyor:

“Ben kabrimde de diyor, ümmetî, ümmetî diyeceğim.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

“…Amelleriniz bana arz edilir. Güzel amel geldiğinde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey (kötü ameller) geldiğinde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)

Yine Efendimiz buyuruyor Vedâ Hutbesi’nde:

“Ümmetimin çoğalmasıyla iftihar edeceğim. Fakat benim yüzümü kıyâmet günü kara çıkartmayın.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Yani dünyevî saâdet ve kurtuluşumuz, Rasûlullah Efendimiz’e benzemekle mümkün.

Âhirette kurtuluşumuz, O’nun şefaat-i uzmâsına nâil olabilmekle mümkün.

Efendimiz, bizim en büyük gönül servetimizdir. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olabilirdi?! Zira bu dünyadaki ömrümüz de geçici bir zaman için…

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا

(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-Nâziât, 46]) Dünya hayatı fânî… -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden râm olmanın getireceği saâdet ise ebedî...

Efendimiz, Havz kenarında ümmetini bekliyor.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31) Ne güzel ölçü olmuş oluyor.

Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullah Efendimiz, insanlığa daima fânîliği telkin etti. Âyette buyrulur:

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

“Her canlı ölümü tadıcıdır…” (el-Ankebût, 57)

Evet, virüsten kaçacak yer aranıyor, fakat ölümden kaçacak yer yok.

Yine;

كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ

“Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir.” (er-Rahmân, 26)

Her fânî, ölüme mahkûmdur. Bâkî olan yalnız Cenâb-ı Hak’tır. (Bkz. er-Rahmân, 26-27)

Bu hakîkati idrâk hâlinde yaşamak gerekir. Zira bir kabristana gittiğimiz zaman, mezar taşlarının başında en büyük telkin vardır; “Hüvel Bâkî”. Bekā Cenâb-ı Hakk’a ait. O’nun dışındaki bütün mahlûkat fânî.

Yani bir mü’min fânîliği idrâk hâlinde olacak. Fakat nefis, fânîliğe isyan hâlindedir. Dâimâ fânîlikten kaçmaya çalışır. Fakat kaçacak bir yer yok.

Onun için ecdat, daima kabristanları şehir ortalarına yapmış, camilerin girişine, camilerin ön tarafına yapmış. Câmiye giren, ibadette olacak kimse, istikbâlini bir düşünsün. Ona göre bir vecd ile, bir istiğrâk ile ibadetini îfâ etsin. Şehir ortalarına yapmış; işine giden veyahut da yoldan geçen her kimse de orada kendi yaşından küçük, kendi yaşından büyük bir sürü mezar taşını görsün, onlarla kendisini gerçek olan istikbâle hazırlasın.

Velhâsıl bu dünya, bir fânîlik dershânesi, âhirete hazırlık dershânesi... Cenâb-ı Hak kendi hayatımızdan misal veriyor:

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz…” (Yâsîn, 68)

نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ

Yani saç-sakal ağarır, bel şâkülünden kayar, güç-kuvvet kaybolur.

اَفَلَا يَعْقِلُونَ

“…Hiç düşünmüyorlar mı? (Yolculuk nereye?)(Yâsîn, 68)

Tabi bu, ömür verdiğine. Fakat ömür vermediklerine de bunun kabristanlar, en güzel misali.

Velhâsıl bu cihânın hâkim manzarası fânîliktir… O hâlde;

–Dünyaya aldanmamak, her nefesimizin kıymetini bilebilmek,

–Dünyada kalıcı edâsıyla oturmamak,

–Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekir.

Nasıl ki doğumları normal bir hâdise olarak görüyoruz, âhirete doğuş demek olan vefatları da böyle görmek gerekir.

Mevlânâ’nın bu hususta ibretli bir ifadesi var:

“Bil ki ölüm, rûhun bir başka âleme doğması hâdisesinin sancısıdır. Yani bu fânî âlem için adı ölümdür, ama bâkī/ebedî âlem için adı doğumdur!..”

“Hem değil mi ki, canı Allah almaktadır; bil ki ölüm, has kullar için şeker gibi tatlıdır.”

“Kezâ ölüm, ateş bile olsa, Allâh’a halîl olanlar (Allâh’a dost olanlar) güllük-gülistanlıktadır; âb-ı hayat içindedir.”

Cenâb-ı Hak îkaz olarak buyurur:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Demek ki bu cihâna gönderilme gâyemiz; ölümden kaçmak ve âhiretsiz bir dünya hayâli içinde kendimizi aldatmak değil; müslüman olarak yaşamak, takvâ üzerine hayatımızda istikâmetlenmek ve müslüman olarak can verebilmektir.

Yine hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür, öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)

Yani halk ağzında güzel bir ifade vardır:

“Su testisi su yolunda kırılır.”

İnsan da ekseriyetle yaşadığı hâl üzere vefat eder. Dolayısıyla her nefesimizi son nefese hazırlık şuuru içinde, amel-i sâlihlerle ihyâ etmemiz zarûrî...

Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:

“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (el-Hicr, 99) buyuruyor.

Yine, ticâretle ilgili olarak, Efendimiz geçmiş kavimlerden bir misal verir:

İsrâiloğulları’ndan bir kimse arkadaşından bin dinar borç talep etti. O ise:

“–Bana şahitlerini getir de onların huzurunda vereyim istediğin parayı dedi. Onlar da şahit olsun.” dedi.

Borç isteyen kimse:

“–Fânîlerden şâhidim yok, şâhid olarak Allah yeter!” dedi.

Borç verecek kimse dedi ki:

“–O zaman kefil getir.” dedi.

Borç isteyen:

“–Kefil olarak Allah yeter.” dedi.

O zaman dedi ki:

“–Doğru söyledin!” dedi, belli bir vâdeye kadar parayı ona verdi.

Adam deniz yolculuğuna çıktı, ihtiyacını gördü. Sonra borcunu ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı fakat gemi bulamadı. Bunun üzerine bir odun parçasını alıp içini oydu. Borçlu olduğu kimseye hitâben yazdığı mektupla birlikte bin dinarı o oyuğun içine yerleştirdi.

Sonra oyuğun ağzını kapattı, düzledi. Denize batırıp, gönlündeki engin îmân ile Cenâb-ı Hakk’a olan tevekkül ve teslîmiyet ile îtimâdını serdedercesine:

“–Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden kefil isteyince; «Kefil olarak Allâh yeter!» demiştim. O da kefil olarak Sen’den râzı olmuştu.

Yine benden şâhid istediğinde; «Şâhid olarak Allâh yeter!» demiştim. O da şâhid olarak Sen’den râzı olmuştu. Ben ise şimdi malımı ona göndermek için bir gemi bulmak için gayret ettim, fakat bulamadım. Şimdi onu Sana emânet ediyorum yâ Rabbi!” dedi ve odun parçasını denize attı. Odun, deniz üzerinde yüzerek gözden kayboldu.

Sonra oradan ayrılıp memleketine gidecek bir gemi aramaya başladı.

Diğer taraftan borç veren kimse de, parasını getirecek bir gemi gelir ümidiyle sahilde ufuklara bakmaya başladı. Bu arada içinde parası bulunan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. Odunu testere ile bölünce, içinde para ve mektup olduğunu gördü.

Bir müddet sonra borç alan kimse de geldi. Bin dinar getirdi.

“–Malımı getirmek için durmadan bir gemi aradım fakat bundan önce gelen bir gemi bulamadım.” dedi. Alacaklı:

“–Sen bana bir şey göndermiş miydin?” diye sordu.

Borçlu:

“–Ben sana, bindiğim gemiden önce bir gemi bulamadığımı söylüyorum.” dedi.

Alacaklı:

“–Allah Teâlâ, odun parçası içinde gönderdiğin parayı bize ulaştırdı ve senin yerine borcunu ödedi. Şimdi bu getirdiğin bin dinarı geriye al ve selâmetle git.” dedi. (Buhârî, Kefâlet 1, Büyû 10)

İşte temiz ve sağlam îtikâda sahip bir gönlün Allâh’a olan tevekkül, teslîmiyet, sadâkat ve îtimâdı neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın kuluna yardım edeceğini, onu asla yüz üstü bırakmayacağını gösteren ibretli bir hâdise.

Demek ki burada bir de şunu görüyoruz: Bu borç veren kimsenin malının helâl olduğunu görüyoruz. Tabi bir helâl kazanç, okyanusun ortasında bile kaybolmuyor.

Ticâret Hayatında Benzeyebilmek:

Rasûlullah Efendimiz helâl kazanç üzerinde çok durur ve şöyle buyururlardı:

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir; nebîler, sıddıklar ve şehidlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4)

Rasûlullah Efendimiz çarşıda bir satıcının yanına uğramıştı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu fark etti.

“–Nedir bu?” diye sordu.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, yağmur ıslattı.” deyince:

“–Bu yaş kısmı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan bizden değildir!buyurdu. (Müslim, Îmân, 164)

Günümüze geldiğimizde dehşet bir israf çılgınlığı görüyoruz. Her şeyde israf:

Îman ve îtikadda israf; yabancılara benzemek…

İbadette israf; tâdil-i erkân ve huşû ile ibadeti îfâ edememek…

Zamanda israf; boş şeylerle ömrü ziyan etmek…

Cenâb-ı Hak;

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8]) buyuruyor. Bir işini bitirdin, öbür işine koş.

Efendimiz de bu hususta:

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bir darda kalana yardım ettiniz mi?

Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?

Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12) diye, bir boş vaktimizin olmasını Rasûlullah Efendimiz aslâ arzu etmezdi. Çünkü o, bir mü’min için, bir gaflete dûçâr eder.

İlimde israf; Cenâb-ı Hak kırıntı bir bilgi veriyor, ilim veriyor. O da Cenâb-ı Hakk’ı bulmak için. Kâinat, bu ilmi yerleştirdiği bir mekân. Eğer bunu vahyin idrâki içinde bu ilme baktığımız zaman, hepsi Cenâb-ı Hakk’ın, bütün ilimler Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini, kudret akışlarını, ilâhî nakışları gösteriyor ve Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesîle ediyor. Yok eğer ilim, dünyevî bir menfaatlere götürüyorsa bu ilim Rasûlullah Efendimiz’in ifadesiyle,

“اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ” (fayda vermeyen ilim).

“…Menfaat vermeyen bir ilimden yâ Rabbi (Efendimiz) Sana sığınırım…” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Zikir, 73)

Yeme-içmede israf; bu da Allah korusun, bu da bir felâket oluyor. Bu, orada dikkat edilmeden yenen gıdâlar da kasvete sebep olur.

Mevlânâ Hazretleri:

“Bu gece mideme birkaç şüpheli lokma indi, ilham yolu, benden sünuhat ve tuluat kesildi.” buyuruyor.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri bu hususta çok hassas dururdu. Ziraatinden elde ettiği şeylerle aş kaynatırdı. Hastalar da şifâyâb olmak için gelip Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’nden yemek alırlardı.

Velhâsıl israf, sadece malı-mülkü ölçüsüzce harcayıp heba etmek değildir. O, hayatın bütün safhalarıyla alâkalıdır. Bilmeliyiz ki;

–Ömrü boşa geçirmek, en büyük israftır.

–Yeme, içme, giyimde haddi aşmak israftır.

–Sıhhati lüzumsuz yerlerde, gücü-kuvveti lüzumsuz yerde zâyî etmek israftır.

–Tefekkürü rûhânî manzaralara değil de nefsânî vitrinlere yönlendirmek israftır.

–Faydasız ilimle meşgul olmak israftır.

–İlmi nefsânî menfaatlere âlet etmek israftır.

–Hele eğitimde evlâtları sırf dünyevî istikbal kaygılarıyla mânevî terbiyeden mahrum olarak yetiştirmek, israfların en büyüğü, insan israfıdır.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak hayatımızı Rasûlullah Efendimiz’in hayatıyla mîzân etmeyi nasîb eylesin. Önümüzdeki Ramazân-ı Şerîf günlerine yaklaşmış bulunuyoruz. İnşâallah, bu Ramazân-ı Şerîf bize Rasûlullah Efendimiz’i daha yakından tanımayı, O’nun nefes-i Rahmânî’sinden nasîb almayı, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eyler, ihsân eyler -inşâallah-.

Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.