
Lauren Booth Nasıl Müslüman Oldu?
Lauren Booth nasıl Müslüman oldu? Lauren Booth, Halime Demireşik'e verdiği röportajda hidayet hikâyesini anlattı.
Halime Demireşik'in Altınoluk okurları için Lauren Booth Hanımefendi ile hidayet yolculuğu hakkında yaptığı mülâkât...
LAUREN BOOTH KİMDİR?
İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in baldızı Sarah Jane Lauren Booth… Kuzey İngiltere doğumlu. Gazeteci, aktivist, ayrıca bölgesel tiyatro şirketleri kurucusuydu. Bu şirket vesîlesiyle Avrupa turuna çıkan Lauren, hayatının büyük bölümünde London Evening Standard Gazetesi’nde gazetecilik yaptı. Aynı zamanda birçok gazetede köşe yazarlığı yapan Lauren Hanım, 2005 yılında Filistin’le ilgili araştırma çalışmalarını gazetede sayfalarına aktardı. Dünyanın Filistin’e uyguladığı adâletsizliğe dikkat çekti.
İngiltere’de yayın yapan bir İslâmî televizyon kanalında hazırlayıp sunduğu “Odak” isimli bir televizyon programı vesîlesiyle İslâm dünyasındaki aktivist, bilim adamları vs. ile görüşmeler yaptı. 2008 yılından beri hem gazeteci muhabir hem aktivist olarak İslâm dünyasını gezerek programlar hazırladı ve çeşitli gazetelere yazılar gönderdi.
Dünyada asıl ses getiren programı ise, “Filistin’de Eziyet Gören Mazlum Müslümanlar” üzerine olan programıydı. O, âdeta Filistin’in dünyadaki sesi oldu. Filistin’e olan bu hizmeti, aynı zamanda onun İslâm’a olan bir yolculuğuydu, ama o, henüz bunun farkında değildi.
İngiltere başbakanının baldızı Lauren Booth’un îman etmesi ve bunu bir basın toplantısı ile duyurmasının ardından, birçok kariyer sahibi İngiliz kadın da müslüman olduğunu açıklamaya başladı. Bunun üzerine İngiliz basını, “Neden modern ve kariyer sahibi İngiliz kadınlar İslâm’ı seçiyor?” diye tartışmaya başladı.
2008 yılında müslüman olan Sarah Lauren, hâlen dünyanın çeşitli ülkelerinde “dünyada İslamofobi (İslâm karşıtlığı, İslâm korkusu), İslâm’da kadın hakları, İslâm’da aile” ve kendi hidâyet yolculuğunu anlatan programlar yapmaya devam ediyor.
2020 yılından beri de İstanbul’da ikâmet etmektedir. Kendisi muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin eserlerini okumuş ve Hocamız’ın İslâm’a olan hizmetlerinden özellikle “Ebediyet Yolculuğu” adlı eserinden çok etkilenmiş ve Hocamız’la bizzat tanışmıştır.
Biz de bu vesîleyle, kendisi ile tanıştık ve onun ibret dolu hidâyet hikâyesini sizinle paylaşmak istedik. Röportajımızın nice hayır ve hidâyetlere vesîle olmasını temennî ediyoruz. İbretlerle dolu bu röportajı, bilhassa gençlerimizin okumalarını ve her satırı üzerinde âdeta beyin fırtınası yapmalarını tavsiye ediyoruz.
Gayret bizden, tevfik ve hidâyet Allah’tandır.
LAUREN BOOTH NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Halime Demireşik: es-Selâmü aleyküm Sarah Lauren Hanım. Bize biraz kendinizden ve ailenizden bahseder misiniz?
Lauren Booth: Ve aleyküm selâm. Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemin… Çocukluğum, yetmişli yılların Kuzey Londra’sında, sıradan bir aile ortamında geçti.
Sıradan İngiliz bir aile demek, ebeveyninizin çoğu zaman alkollü olması demektir. Babam, sözüm ona Katolik’ti, ama dinle alâkası yoktu. Sürekli alkollüydü. Yaptığı iş ise, birçok kadınla gününü gün etmek ve gayr-i meşrû çocuk…
Benim çocukluğumdan hatırladığım bir manzara da babam alkollü iken ona şarkı söyleme vazifemin oluşuydu. Babama göre, yaşadığı hayat tarzı Katolikliğe aykırı değildi. Çünkü bu hayat tarzı, İngiltere toplumunun yaşayış şekliydi. Bu sekülerizmin din ve inancı söndürmesinin resmiydi.
Ailem Katolik olmasına rağmen hiç kiliseye gitmezdi. Babam papazların, “Tanrı’nın adını vererek insanları soyup dolandıran hırsızlar” olduğunu söylerdi. Ailem hümanistti. Babam:
“-İnsanlara yardım etmek, onlara sadaka vermek isterseniz, bunun için kiliseye, papazlara ihtiyacınız yok! Aynı Îsâ’nın (aleyhisselâm) yaptığı gibi, kendiniz fakirleri arayıp bulun ve onlara yardım edin!” derdi.
Babam Katolik olmasına rağmen teslise inanmaz, tek Tanrı’ya îman eder, Hazret-i Îsâ’nın tanrı değil, sadece peygamber olduğuna inanırdı.
Annem ise bâtıl inançlı bir hıristiyandı. Hiç kiliseye gittiğini veya din hakkında konuştuğunu duymadım. Dînî inancı, kötü ruhları uzaklaştırmak için yatağının etrafına haç takmaktan ibâretti.
Ben hep inançlı bir çocuktum. Yaklaşık dört yaşlarıma geldiğimde duâ etmeye başlamıştım. Yatağımın yanına gidip:
“-Lütfen Tanrım! Yarın annem ve babam bana kötü davranmasın! Kardeşlerimin sinirlerimi bozmasına izin verme!” diye duâ ederdim.
Çocukların içinde hep bir Tanrı inancı vardır ve ondan neyi nasıl isteyeceğini bilirler. Onlara inanç öğretilmese de bu, fıtratlarında vardır.
Ben 1967 doğumluyum. Çocukluk yıllarıma bakınca hatırladığım manzara, bütün arkadaşlarımın anne ve babalarının alkol ve uyuşturucu mübtelâsı olmalarıydı. 1960 yıllarında Batı’da Satanizm, Atezim, Budizm, insanın doğaya veya kendi şahsına tapmasının çok popüler olup yaygınlaştığı bir dönemdi. Ben de gençliğe doğru adım attıkça, Tanrı’ya duâ etmeyi bırakıp hevâ ve hevesimin tarikatına bağlanmıştım. Babam bana o zamanlar şöyle derdi.
“-Sen bir beyazsın. Londra’da yaşıyorsun. Güzelsin. Hayatın sana sunduğu piyangoyu kazandın. Şimdi dünyanın geri kalanı için ne yapacaksın?”
İşte bu şekilde büyütülüyordum. Ama geri plana baktığınızda evimize tuvalet kâğıdı bile alamayacak kadar fakirdik. Tuvalette gazete kâğıdı kullanıyorduk. Ben:
“-Baba, biz şehrin en fakiriyiz!” diye ağladığımda, bana:
“-Fakir mi? Hayır, biz züğürdüz!” demişti.
Gençliğimde kendimi “tanrıça gibi” görüyordum. Tiyatrocu, aktris, popüler, güzel… Bütün erkeklerin gözdesi olacak bir güzelliğe sahiptim. Artık Tanrı’ya -hâşâ- ihtiyacım kalmamıştı. Niçe’nin (F. Nietzsche) dediği gibi, “Tanrı öldü ve onu biz öldürdük!..” Tanrı’ya muhtaç olduğunu düşünenler de Budizm vs. gibi akımlara yöneliyordu.
Bugün Türkiye’de de böyle akımlara ilginin olduğunu görüyorum. Eğer insan Allâh’ın gönderdiği kitaba tâbî olmaz, başka şeylere yönelirse:
“-Ben müslümanım, ama Budizm’in öğretisi Yoga’yı da yaparım!” vs. der ise, kalpte yavaş yavaş boşluklar oluşmaya başlar. O boşluklar da boşluk olarak kalmaz, orayı hemen şeytan doldurur. Ben bunu çok gördüm.
Çocukluğunuzda dîne olan meylinizden dolayı bu minvalde etrafınızı sürekli gözlemlemişsiniz. Peki, o yıllarda İslâm’ı hiç duydunuz mu?
Hiç duymadım. Hinduizm, Budizm, Şamanizm gibi akımları bile duyduk; ama İslâm Dîni’ni hiç duymamıştık. Muhtemelen ya şuurlu olarak duyurulmuyordu ya da duyanlar da İslâm’ı -yaşaması zor bir din diye- üzerinde hiç konuşmuyordu. Bu, nefislerini ilâh hâline getiren Batı insanına zor gelmiş olabilir. İslâm’da bütün emir ve yasaklar çok nettir. İslâm der ki:
“Uyuşturucu, alkol almayacaksın! Allâh’ın rızâsına uygun yaşayacaksın!”
Araya “tanrıcıkların” girmesine müsaade etmez. Bu sebeple ilgi çekmemiş olabilir.
Biz 12-13 yaşlarındayken okulumuzda dinler hakkında ders almıştık. Orada birçok dinden bahsedilirdi. Budizm, Darvinizm ve Hinduizm gibi din ve fikrî akımlar en ince ayrıntısına kadar anlatılırken, İslâm hakkında verilen bilgilerin hiç ilgi çekici veya akılda kalıcı yönü yoktu. Hattâ biraz da küçümsenecek şekilde anlatılırdı. Meselâ o sıralarda öğretilenlerden aklımda kalan şu cümlelerdir:
“Çölde çıkan bir din, deveye binen bir Peygamber ve tek Tanrı’ya inanırlar. Çöl kabilelerinin inandığı bir din…”
Ama üniversite yıllarımda üç müslüman kız vardı, okulumda. Onlar hakkında tek bildiğim şey ise; bu müslüman kızların fen ve matematik bilimlerinde mükemmel derecede başarılı olmalarıydı. Bir de onların hiç erkek arkadaşı olmazdı. O yıllarda herkes İslâm’a karşı sessizdi.
11 Eylül’den sonra bir anda bu sessizlik bozuldu. Medyada müslümanlar, bir anda; “Elinde bıçak, bütün insanları kesmek istiyorlar! Ülkelerimizi bombalamayı planlıyorlar!” şeklinde tanıtılmaya başlandı. Medya herkese hâdiseleri böyle anlatıyordu. Fakat biz 11 Eylül’ün bir oyun olduğunu biliyorduk. O yıl Amerika’da en çok Kur’ân meâli okunmuştu. Kitap satışında zirveye çıkmıştı Kur’ân-ı Kerîm… Bu planlı hâdise ve müslümanlara ölçüsüz saldırılardan sonra insanlar:
“-Bu İslâm nedir?” diye sormaya başladı.
H. D.: Peki, İslâm hakkında bu kadar bilgisizliğe rağmen sizin İslâm’la yolunuz nasıl kesişti? İslâm’ı seçme yolculuğunuzu bizimle paylaşır mısınız?
L. B.: Öncelikle İslâm’ı ben seçmedim. Bence İslâm beni seçti. Allâh’a hamd olsun ki, bana hidâyeti ikram ederek beni çok memnun ve minnettar kıldı. Ben seçilmiş bir şanslıyım.
Birçok kişi, beni “İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in baldızı” olarak tanır. Ama ben asıl kimliğimle bilinmek isterim. Asıl işim, televizyon yapımcılığı ve sunuculuğu; bir gazeteci aktivistim. Ama asıl üstünlük ve kıymetim, Müslümanlık’tır. Şimdi biliyorum ki İslâm, insanı üstün kılar ve değer katar. Müslüman olan birisinin şehâdet getirişini izlerken çok seviniyor ve gözyaşlarıma hâkim olamıyorum. Çünkü onun nasıl bir his yaşadığını biliyorum. Sanki üzerine rahmet yağmuru boşalması gibi bir şey… Bu duyguyu herkesin yaşaması için duâ ediyorum.
Ben Batılı bir gazeteciydim. Medya dünyasını bilirsiniz. Orada patron sadece sizsiniz. Medya dünyasında bir yıldız gibi parlamaya başladığım bir dönemde, çalıştığım gazete, beni Filistin’de yapılacak bir seçim hakkında bilgi toplamak ve makale yazmak üzere Filistin’in Ramallah bölgesine gönderdi. Ama benim oraya gidişimde iç dünyamdaki asıl sebep, Filistin’deki hâdiselerin arkasındaki asıl gerçeği öğrenmekti. Çünkü ben bir fotoğraf görmüştüm. Filistinli on bir yaşındaki bir çocuk, zırhlı bir tankın karşısına geçmiş, taş atıyordu. Bu fotoğraftan çok etkilendim.
Bir çocuk, korkmadan, oradaki tam donanımlı bir asker grubunun karşısında nasıl bu kadar cesaretle durabiliyordu? Bu çocuğu İsrailli bir sniper (keskin nişancı) başından vurarak şehid etti. Batı medyasında bu küçücük çocukların “terörist” olarak anlatılması beni düşündürüyordu. Bence bir çocuk terörist olamazdı, ancak terörize edilmiş olabilirdi. Benim bildiğim, insanları tanklar öldürür; çocuklar ise masumdur. Burada tank masum, çocuk terörist!.. Bu, eşyanın tabiatına, hayatın normal akışına aykırı bir sunum tarzıydı.
Bunları anlamak için Filistin konusunda birçok konferansa katıldım. Konferanslarda anlatılanlarla medyanın bize anlattığı şey birbirine o kadar zıttı ki, inanamadım. Bu yüzden işin aslını anlamak için bizzat Filistin’e gidip araştırma yapmak istedim.
Filistin’e gittiğimde ben Batılı bir hıristiyandım. İngiltere’den bir gazeteci Filistin’e gidecek olsa, gitmeden eğitime alınır. Eğitim için gelen herkes, onları o kadar çok korkutur ve herkese:
“-Orası teröristlerin en çok olduğu yerler!.. Orada otelinizden çıkmayın! Kiminle görüşmek isterseniz biz otele getirelim! Onlarla görüşünce de İsrail’e gider, orada kalırsın. Onların anlattıklarını veya istediklerini haber yaparsınız.” derlerdi.
Ben Filistin’e gitmeden bu eğitime katılmamıştım. Ama yine de korkuyordum. Hiç tanımadığım Araplardan neden bu kadar korkuyordum? İşte bunların hepsi ön yargı ve İslâm korkusu idi.
Taksiye bindim. Her an bir Filistinlinin benim başımı keseceğini düşünüyordum. Çünkü bizim filmlerimizde müslümanların arasına giren beyaz Batılı kadının sonu hep böyle oluyordu.
Bütün korkularıma rağmen Ramallah’a gidip halkın arasına karıştım. Sokaklarda dolaşmaya başladım. Batı Şeria’ya geçerken İsrail askerleri eşyalarımı aldığı için üşüyordum. Müslüman yaşlı bir kadın koluma girdi. Evine götürdü ve dolabını gösterdi. Oradan bir ceket alıp bana uzattı. Bir de kazak verdi. Sonra:
“-Allâh’a emanet ol!” diye beni uğurladı.
Ben o zamana kadar hiç kimseden böyle karşılıksız bir iyilik görmemiş ve buna çok şaşırmıştım. Beni gören herkes:
“-Selâmün aleyküm! Nasılsın?” diyordu.
İslâm hakkındaki ön yargılarım tek tek kırılıyordu. Araplardan korkum hayranlığa dönüşüyordu. Bu büyük bir şanstı benim için… Aslında şans değil; Allah benim İslâm’la tanışmamı murâd ettiği için adım adım onun yollarını hazırlıyormuş.
H. D.: “…Allah kendisine yönelene hidâyet eder.” buyruluyor, Ra’d Sûresi’nin 27. âyetinde... Siz hıristiyan da olsanız tek Allâh’a inanan bir kimse olarak ve mâsum insanlara yardım etmekteki samimiyetiniz sebebi ile Allah sizi hakikate yönlendirmiş.
L. B.: Benim de sonradan müslüman olan mühtedî kardeşlerimde gördüğüm şey, tam sizin söylediğiniz âyeti tasdik eder mâhiyette... Îmâna kavuşan bütün kardeşlerimin ortak özelliği, yıllarca hakikati aramaları, bu uğurda gayret etmeleriydi.
Yani kimi Budizm’in, Hinduizm’in bütün öğretilerine gittiler. Orada hakikati bulamayınca yılmadan başka bir inancı aramaya başladılar, sonunda o emekleri zâyî olmadı. Allah onlara İslâm’ı lûtfetti. Bu sebep-sonuç ilişkisi hep böyleydi.
Ben oraya dînî bir hakikati aramak için gitmedim. Siyasî bir hakikati aramak için gittiğim hâlde, Allah oradan beni bile boş çevirmedi.
Burada bahsedilmesi gereken bir konu daha var ki, bu da temelden müslüman olan bir aileyle, sonradan müslüman olan bir aile arasındaki farkın anlaşılması lâzım. Meselâ temelden müslüman olan ve İslâm’ı gerektirdiği gibi yaşayan bir ailenin evine girdiğinizde, oradaki mânevî farkı hissedebilirsin.
H. D.: Çünkü bir insan Müslüman olunca sadece “din değiştirmiş” olmaz, bütün hayat tarzını değiştirir. İslâm, hayatının her ânında var olur. Yemesi, giyinmesi, arkadaş çevresi, dünyaya bakış tarzı… Velhâsıl her şeyi değişir. Bu yüzden mâneviyat, maddeden mânâya, her şeye sirâyet eder.
L. B.: Evet, tam da anlattığınız gibi… İslâm bu yüzden insana “kalite” katıyor. Ama şu an yaşadığımız sekülerizm, insana şu duyguyu pompalıyor:
“-Ben bana yeterim! Ben değişmem; din bana göre değişsin! Ben merkezdeyim. Sen kendin ol! Mutlu olduğun şeyi yap!”
Ama bunların hepsi İslâm’a zıt düşünceler! Allah bu akımdan müslümanları korusun!
H. D.: Peki, bu duyguları pompalayan Batı, insanı kendi hâline bırakıyor mu? Hayır! Moda, medya ve sapkın ilişkileri empoze ediyor. Açıkça bunların reklamını yaparak kendi ideolojilerini dayatıyor! Hattâ dayatmakla kalmıyor, buna zorluyor. Yani “Tek Allâh’ın emrine girme! Ama Batı’nın binlerce tanrısına itaat et!” O zaman bu nasıl bir özgürlük? Bunun üzerine iyi düşünmek lâzım! Hâlbuki insanları kendi hâline bıraksa, insanlar fıtrattaki hakikatini mutlaka bulur. Ama Batı onları boş bırakmıyor, fıtratın sesini bastırmak için bütün şer güçlerini devreye sokuyor. Kalp ise boşluk kabul etmiyor. Oraya ya hak yerleşiyor ya da bâtıl! İkisi de olmasın, boş kalsın! Bu mümkün değil, yaratılışa aykırı…
L. B.: İşte bu, nefsin şirkidir. Her zamanın şirki farklıdır. Ben on yıl kadar çok zengin ve şöhret içinde bir hayat yaşadım. Hayattaki bütün hazları tattım. Para, güzellik, şöhret, alkol vs… Her şey… (Burada ağlamaya başladı.) Ama bütün hazları yaşamama rağmen, küçükken Allah’la konuşan küçük Lauren’in kalbindeki o müthiş inancın hazzına ulaşamıyordum. Sanki dünyadaki bütün nefsânî lezzetlerde o îman hazzını arıyordum.
Allah’tan uzaklaştıkça önüme duvarlar iniyor gibiydi. Her günahı işledikçe bir kat daha duvar iniyor ve rûhum nefes alamaz hâle geliyordu. Allah beni bir daha sadece dünya için yaşamaktan korusun! Annem derdi ki:
“-Bu dünya bir cehennem!”
İnsanın kalbinde îman kalmayınca bu cehenneme katlanamıyor. Bu yüzden Batı insanının birçoğu intihar ediyor. Bu bunalıma düşmesin insan diye çeşitli akımlar uyduruyorlar!..
“-Aynanın karşısına geç; «Ben mükemmelim, ben çok güçlüyüm!» de… O zaman her şey düzelecek!” diyorlar.
Aynanın karşısına geçiyoruz, söylüyoruz. Fakat aynadaki yansıman sana:
“-Sen yalancısın!” diyecek…
Bu akımlar insanın rûhuna inemiyor, ne yaparsan yap! İngiltere’de de yaşasan Allah seni bırakmıyor. Ara ara hakikatin çığlıkları rûhunda bir kayaya çarpar gibi çarpıyor, yankı yapıyor. Bunu kadınlar en çok doğum yaparken hissederler. Evet, bir Yaratıcı var. Yoktan var ediyor. Ve senin eline bir bebek veriyor. Sen içinden binlerce kere, onu veren Allâh’a teşekkür ediyorsun!
H. D.: Hidâyet yolculuğunuzun tam anlaşılması için tekrar Filistin’e ilk gidiş maceranıza dönelim mi?
L. B.: Filistin’e 2006 yılında, ikinci defa gittiğimde bana Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce meâlini hediye etmişlerdi. Fâtiha Sûresi’ni okudum, bana kolay geldi. Çünkü Îsâ -aleyhisselâm-’ın duâsına benziyordu. Bakara Sûresi’ni okurken birkaç âyet-i kerîme çok dikkatimi çekmişti:
“«Biz îman ettik!» diyenler vardır. Aslında onlar îman etmemiştir. Onların kalbinde hastalık vardır. Onların sonu cehennemdir.” (Bkz. el-Bakara, 8, 10.)
Bu âyetleri okuyunca kendimi iki yüzlü bir münâfık gibi hissettim. Çünkü ben içten içe “tek Allâh’a” inanıyor; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında yaptığım okumalar neticesinde O’nun “Allâh’ın Rasûlü olduğunu” da kabul ediyordum. Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetler, âdeta beni silkeledi.
Müslüman olmayan kimseler, Kur’ân meâli okurken bu tür âyetlerle karşılaşınca iki kısma ayrılırlar. Ya okuduğu âyetler onu sarsar ve peşinden îman eder. Ya da hakikate karşı kibirlenir ve arkasını dönüp kaçar gider. Bilir ki, okumaya devam ederse, etkilenecek! Tesirinde kalmak istemiyorsa, çareyi “kaçmakta” bulur. O gün ben de kaçmayı seçtim. Okuduklarımın hakikatini kabul ediyordum, ama alıştığım hayatı terk edecek gücü kendimde bulamıyordum.
Allah, kuluna diyor ki:
“-Sen Bana bir adım atarsan, Ben sana on adım atarım!” (Bkz. Buhârî, Tevhid, 50)
Şeytan ise:
“-Sen hiç yaklaşma, bu işi aslâ yapamazsın!” diyerek insanı kandırmaya çalışıyor.
Ben o zaman îman edemesem de bir müddet daha Filistin’e gidip gelmeye devam ettim. Filistinliler için bir şeyler yapmaya gayret ediyordum. 2008’de Gazze ablukasını kırmak için bir grup aktivistle Filistin’e doğru yola çıktık. Hattâ İngiltere’den yola çıkmadan önce bize kâğıt imzalattılar.
“Orada can güvenliğimizin olmadığını ve bu direniş esnasında ölebileceğimizi kabul ediyoruz!” gibi şeyler yazıyordu bu kâğıtta… Biz yine de imzalayıp yola çıktık.
Orada üç hafta ablukaya alındık. Artık bir daha çocuklarımı göremeyecektim. Kızımla telefonda konuştum ve ağladım. Yanıma Filistinli bir kadın geldi:
“-Seni çok iyi anlıyor ve senin acını paylaşıyorum.” deyip bana sarıldı, beraberce ağladık. Ben ona:
“-Senin hikâyen nedir?” dedim.
Dört yıldır eşini ve çocuklarını göremiyormuş. Başka şehirdeki akrabasının cenaze törenine gitmiş. Akşam şehrine girmesine İsrailli askerler izin vermemiş. Dört yıldır eşini ve çocuklarını görmeyen kadın, benim için ağlıyordu.
H. D.: Sizin bu şekilde Filistin’le ilgilenmeniz, sürekli Ortadoğu ülkelerine gidip gelmeniz; o sıralarda İngiltere başbakanı olan enişteniz Tony Blair’i rahatsız etti mi?
L. B.: Evet. Filistin hâdiselerine karışmamam ve o bölgelerle gündeme gelmemem hususunda bir uyarı mesajı yazdı. Ama ben önemsemedim.
2008’de Gazze’deydim. Ramazan ayıydı. Ben müslüman gruplarla oturup konuşuyordum. O sırada telefonuma, yahudilerden ölüm tehdidi içeren bir mesaj geldi. Yüzüm değişmiş olmalı ki, oradakiler:
“-Ne oldu?” diye sordular.
Ben de mesajı okudum. Onlar gülmeye başladı. Ben:
“-Niye gülüyorsunuz? Bu, ciddî bir ölüm tehdidi!..” dedim.
“-Bu, senin aldığın ilk ölüm tehdidi olmalı! Biz her sabah en az otuz adet bunun gibi tehdit mesajı alıyoruz. Korkma, Allah seni korur.” dediler.
“-Ben müslüman değilim. Allah beni niye korusun ki?!” deyince gülerek:
“-Allâh’ı yanına alsan iyi olur!” dediler.
Onlar çok sabırlı ve şükür hâlindeydiler. Çok zor şartlar altında yaşamalarına rağmen çok neşeli ve hayat dolular. Evleniyorlar. İslâm dâvâsı için çok çocuk doğuruyorlar. Çok cömert ve misafirperverler…
Bir Ramazan ayında Filistinli bir aile beni yemeğe davet etti. Evleri, İsrail tarafından târumâr edilmişti. Kapıyı müslüman hanım açtı. Yüzünde kocaman bir gülümseme:
“-Hoş geldiniz, buyurun!” diyordu.
Sanki sarayda yaşıyor da beni saraya davet ediyor gibiydi. Ona:
“-Kızmazsan bir şey söyleyeceğim. Sizin Tanrı’nıza kızıyorum. Hem savaştasınız, yiyecek bulamıyor, su bile alamıyorsunuz. O size oruç emrediyor! Neden? Bunu anlamıyorum.” dedim. Bana güler yüzle:
“-Çünkü Allah, bizim fakirlerin hâlini anlamamızı ve onlara yardım etmemizi istiyor.” dedi.
Gazze şeridinde bir kampta yaşayan fakirleri unutmamak ve onlara yardım etmek için oruç tutuyor. İşte o an aklıma gelen düşünce şu idi:
“Eğer İslâm bu ise, ben bu İslâm’ı istiyorum! En zor şartlarda bile memnun olabilmenin adı İslâm’sa, ben bunu bütün kalbimle istiyorum!” (Devam edecek)
Kaynak: Halime Demireşik, Altınoluk Dergisi, Sayı: 453-454
YORUMLAR