Kur’an-ı Kerim Hakkında Neler Biliyorsunuz?

Kur’an-ı Kerim hakkında neler biliyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’in nüzûlü, kaydedilmesi, korunması ve kitap haline getirilmesi nasıl olmuştur? Ashab Kur’an’ı nasıl öğrenip öğretmiştir? Kur’an’ın mucize oluşunun delilleri ve mucizevi yönleri nelerdir? Kur’an-ı Kerim hakkında bilinenler ve bilinmeyenler...

Kur’ân-ı Kerîm en son indirilen ilâhî kitaptır. Allah Teâlâ onu toplu olarak değil, pek çok hikmete binaen kısım kısım indirmiştir.

KUR’ÂN-I KERÎM HAKKINDA TEMEL BİLGİLER

  1. Nüzûlü ve Kaydedilmesi

Kur’ân-ı Kerîm en son indirilen ilâhî kitaptır. Allah Teâlâ onu toplu olarak değil, pek çok hikmete binaen kısım kısım indirmiştir. Bu durum insanlara pek çok faydalar ve pek büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vahiy nâzil oldukça âyetleri unutmamak arzûsuyla acele ederek Cibrîl-i Emîn ile beraber okumak isterdi. Bu hâl üzerine şu âyetler nâzil oldu:

“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’ân’ı okumakta acele etme! «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâhâ, 114)

(Rasûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize âittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et!” (Kıyâme, 16-18)

Artık bun­dan sonra Cibrîl-i Emîn geldiğinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz susar; Cibril, vahy-i îlâhî’yi tamâmen tebliğ edip bitirince Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelen âyetleri tam olarak ezberlemiş bulunur ve öylece tilâvet buyururdu. Bu durum, Kur’ân’ın mucize olduğunu gösteren delillerden biridir.

Peygamber Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Bunların sayısı 65’e kadar çıkıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den bir kısım geldiğinde Peygamber Efendimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve vahyi yazdırırdı.[1] Onlar da, inen âyetleri o zamanın yazı malzemelerine yazarlardı. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kâtiplere yazdıklarını okutturur ve eksikleri varsa düzelttirirdi. Daha sonra kâtip çıkar vahyi insanlara arzederdi.[2] Akabinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere okurdu.[3] Müslümanlar da gelen vahyi ezberler, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ederdi.

Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrail -aleyhisselâm- bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz de kâtiplerine yazdırıyordu.[4]

Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, ilk inen âyetler, konu olarak beşerî ilimlerin tanınıp bilinmesinde bir vâsıta olan “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş, yazılmış olan bilgiler mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[5] İşte Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ın yazıyla tesbit edilip muhafazasındaki gayret ve titizliğini destekleyen âmillerden biri de budur.

Nâzil olan Kur’ân âyetlerini yazmak ashâb-ı kirâm arasında çok yaygındı. Herkes bu işe dört elle sarılmıştı. Yazmayı bilmeyenler de ellerinde yazı malzemeleriyle Efendimiz’in yanına gelirler, orada bulunan bir sahâbî Allah’ın rızâsını kazanmak için kalkar ve onun için Mushaf’ın bir kısmını yazar, daha sonra başka biri devam eder, nihâyet yazı bilmeyen sahâbî için bir Mushaf yazıverirlerdi.[6] Bu sebeple Peygamber Efendimiz, karışıklığa meydan vermemek için ilk günlerde Kur’ân ile hadislerin aynı yere yazılmasını yasaklamıştı.[7]

Yani âyetler İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş’in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirilmiştir. Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden (nüshalarından) bahsedilmektedir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- da Mekke’de inen âyetlerin hemen orada kaydedildiğini söylemiştir.[8] Nitekim ilk senelerde Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Kur’ân yazılı bir sahifeyi okuduktan sonra iman etmiştir.[9] Râfi bin Mâlik -radıyallâhu anh- Akabe Bey‘atı’na katıldığında, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etmişti. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfî getirmiştir.[10]

Nâzil olan Kur’ân âyet ve sûreleri; ilk günden beri, farz ve nâfile olarak kılınan namazlarda ve bilhassa uzun uzun kılınan teheccüdlerde sesli ve sessiz olarak gece gündüz okunuyordu. Ashâb-ı kiram arasında büyük bir okuma-yazma ve Kur’ân’ı öğrenip ezberleme faaliyeti başlamıştı. Nitekim Efendimiz’in teşvik ve gayretleri neticesinde pek çok insan Kur’ân’ı baştan sona ezberlemiş ve yazmıştır. Bu güzel gayretler günümüze kadar artarak devam etmiştir.

Ramazan aylarında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Cebrail -aleyhisselâm- Kur’ân’ı birbirlerine karşılıklı olarak okurlardı. Son sene bunu iki defa yapmışlardı.[11] İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Cebrâil -aleyhisselâm- birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.” (Taberî, I, 28; Ahmed, I, 405)

Cebrail -aleyhisselâm- ile yapılan son mukabelenin ardından; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd bin Sâbit ve Übey bin Ka‘b -radıyallâhu anhumâ-, Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Übey’e iki kez okudu.[12] Bu mukâbele âdeti de günümüze kadar gelmiş ve hâlâ canlılığını muhafaza etmektedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine vahyedilen âyet ve sûreleri zaman zaman Cuma hutbelerinde okuyordu.[13] Bir kısım sahâbîler, bazı sûreleri bu hutbelerden dinleyerek ezberlediklerini ifade ederler.[14] Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de ilk hutbede bir sûre okur, ikinci hutbede konuşurlardı.[15] Hz. Ömer’in hutbelerde Nahl sûresini okuduğu rivâyet edilir.[16] Hz. Hasan (r.a) da, bir Cuma günü minbere çıkıp İbrahim Sûresi’nin tamamını insanlara okumuştur.[17]

Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, ashabına sohbet ederken Kur’ân okurdu, bir meseleyi izah ederken o mevzuyla alakalı âyetleri okurdu, gece ibadetlerinde Kur’ân okurdu, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı.[18] Ashâb-ı kirâm da böyle yapardı: Medîne’ye gelen Sakîf Kabilesi heyetinde bulunan Evs bin Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.

«–Yâ Rasûlallah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmeden gelmek istemedim» buyurdu. Sabah olunca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:

«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi günde) okuruz» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arsında tamamlasın! Bu takdirde, sanki gece okumuş gibi aynı sevâba nâil olur” buyururdu. (Müslim, Müsâfirîn, 142)

Kinde kabilesinin temsilcileri hicrî 10. senede altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Allah beni hak dinle peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitab indirdi ki, ona bâtıl ne önün­den, ne de ardından yaklaşamaz!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:

“Saf saf dizilmiş duranlara, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.” (Sâffât, 1-5)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:

“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:

“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helak olurum!” buyurduktan sonra:

“Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir yardımcı ve koruyucu bulamazsın”[19] âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (Bkz. İbn-i Hişam, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, III, 260)

Ebû Talha -radıyallâhu anh- birgün Efendimiz’in yanına vardığında, onun ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının meşgûliyeti, Allah’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından zaman zaman kendisine Kur’ân okumalarını ister, hürmetsizlik olur düşüncesiyle bundan çekinenlere:

“–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim” buyururdu. (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Ashâb-ı kiramdan ve daha sonra gelen sâlihlerden bazıları Kur’ân-ı Kerîm’i her gece baştan sona okuyup hatmederlerdi.[20] Osman bin Abdurrahman babasından şöyle naklediyor:

“Bir gün: «Bugün geceyi Makâm-ı İbrahim’de namaz kılarak geçireceğim» diye niyet ettim. Yatsıdan sonra Makâm’da namaza durdum. Ben namaz kılarken birisi elini omzuma koydu. Selâm verdikten sonra baktım ki o Hz. Osman imiş. Hz. Osman -radıyallâhu anh- Fatiha’dan başlayarak Kur’ân’ı sonuna kadar okuyarak namazını tamamladı. Selâm verdi ve ayakkabılarını alıp gitti.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 56)

  1. Korunması ve Kitap Hâline Getirilmesi

Peygamber Efendimiz vefât edip vahiy tamamlandığında pek çok kişi Kur’ân’ın tamamını ezbere biliyor ve namazlarda okuyordu. Ancak Allah Rasûlü’nün son ânına kadar vahiy devam ettiği için Kur’ân sûrelerinin yazıldığı sayfalar, iki kapak arasına toplanıp bir kitap hâline getirilmemişti. Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- başkanlığında bir heyet teşekkül ettirdi ve yazılı Kur’ân sayfalarını iki kapak arasına toplattı. Bu heyetin çok sıkı, son derece güvenilir ve sağlam çalışma usulleri vardı. Meselâ bunlardan biri şöyleydi: Hz. Bilâl -radıyallâhu anh- Medine sokaklarında gezerek îlânda bulundu. Elinde, âyet-i kerîme yazılı evrak bulunan herkesin, bunları, bizzat Peygamber Efendimiz’in imlâ ettirdiği ilk el yazılar olduğuna şahitlik eden iki kişiyle birlikte mescide getirmesi gerektiğini söyledi. Heyet, zâten insanların ezberinde olan Kur’ân’ı, iki şahitle birlikte getirilen yazılı belgelerle mukayese etti ve Kur’ân’ı baştan sona bütün hâlinde yazıya geçirdi. Bu heyet, insanların elinde bulunan yazılı Kur’ân âyetlerini toplamamış olsalardı bile zaten Kur’ân’ın tamamını ezbere biliyorlardı. Bu usul ile sadece bir sağlama yapmış oldular ve Kur’ân hakkında hiçbir şüphe ihtimali olmadığını gösterdiler.

Hz. Osman -radıyallâhu anh- zamanında yine Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- başkanlığındaki bir heyet tarafından Kur’ân nüshaları çoğaltıldı. Diğer bir anlayışa göre Hz. Osman, Zeyd bin Sâbit başkanlığındaki on iki kişilik heyete Kur’ân’ı yeniden cem ettirdi. Bunu Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- zamanında cem edilen Mushaf ile karşılaştırdı ve aralarında hiçbir fark olmadığını gördü. Bu da, Kur’ân’ın baştan beri ilâhî bir muhafaza altında olduğunu ve her iki devirde de Kur’ân’ı cem ederken kullanılan usul ve metodların sağlamlığını göstermektedir.[21]

Heyet tarafından çoğaltılan nüshalar belli merkezlere gönderildi.[22] Bu Kur’ân nüshalarıyla birlikte, onu insanlara doğru bir şekilde ve kıraat farklılıklarıyla okutup öğretecek âlim sahabîler de gönderildi. Böylece Kur’ân, Peygamber Efendimiz’in ağzından nasıl çıktıysa harfi harfine aynen diğer insanlara öğretiliyor, bu konuda çok büyük bir titizlik gösteriliyordu. Bir kimsenin kendi başına yazılı bir malzemeden Kur’ân öğrenmesine müsaade edilmiyor, mutlaka yazı ile birlikte ehil bir hocanın ağzından öğrenmesi isteniyordu. Nitekim bu hususta, Kur’ân’ın harf harf nasıl okunacağını öğreten Tecvîd ismiyle bir ilim dalı teşekkül etmiştir ki bu ancak bir hocadan tatbikât yoluyla öğrenilebilir. Bu, “Kur’ân’ı bir fem-i muhsin’den alma” yani düzgün bir ağızdan öğrenme geleneği, ilk günden zamanımıza kadar aynen tatbik edilegelmiştir.

Ubeydullah bin Abdullah, Hz. Osman -radıyallâhu anh- zamanında çoğaltılan nüshalardan Medîne Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir.[23]

Hz. Osman -radıyallâhu anh-, Mushaf’ın cem‘ini yani tek nüshada toplanmasını tamamlayınca insanlara Mushafları yazmayı emretti, yani şahsî kullanımları için nüshalar kaleme almalarını teşvik etti.[24] Zira daha önce insanlar Kur’ân’ın tamamını yazamamış, sadece bazı sûre ve âyetlerini kaydedebilmiş olabilirlerdi. Vahyin nüzûlü sona erip bütün âyet ve sûreler güçlü bir heyet tarafından iki kapak arasına getirildikten ve binlerce hâfız ashâbın tasdikini aldıktan sonra artık insanlar bir bütün hâlinde Kur’ân’ı rahatlıkla kopyalayabilirlerdi.

Nitekim Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-, azatlısı Ebû Yûnus’tan, kendisi için bir Mushaf yazmasını talep etmiş, o da yazmıştır. (Müslim, Mesâcid, 207; Ebû Dâvûd, Salât, 5/410; Muvatta’, Salâtü’l-Cemâa, 25)

Hz. Ömer’in azatlısı Amr bin Râfîʻ -radıyallâhu anh- de, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hanımlarının yaşadığı zamanlarda Mushaf yazardı. Hatta Hz. Hafsa -radıyallâhu anhâ- için de bir Mushaf yazmıştı. (Muvatta’, Salâtü’l-Cemâa, 26; Heysemî, VI, 320; VII, 154)

Kur’ân’ın en ufak bir hatâdan dahî korunması için başka tedbirler de alınmıştır. Haccâc, Âsım el-Cahderî, Nâciye bin Rumh ve Ali bin Asmaʻı insanların okumak için kopyaladıkları şahsî Mushafları inceleyerek içinde hatâ bulunanları yırtmakla vazifelendirmiştir.[25]

Bu tür resmî heyetler her zaman mevcut olmuştur. Mesela Türkiye’de “Mushaflar ve Dîni Eserler Tedkîk Heyeti” nâmı ile ilmî, resmî bir müessese mevcut bulunmak­tadır ki başlıca vazifesi, Kur’ân’da yazım hatasının zuhuruna fırsat vermemek­tir. Bu sebeple, her asırda yüz binlerce hâfızın ezberlediği ve milyonlarca matbu ve yazma nüs­haları bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in velev bir harfinin olsun değiştirilmesine ihtimal yoktur. Bazı Mushaflarda matbaa hatası olsa bile bunun derhal tashih edileceği şüphesizdir.[26]

İslâmî gelenekte, Kur’ân hocası olabilmek için iyi yetişmiş bir üstad veya üstadlar huzûrunda icâzetnâme almak lâzımdır. Bu metodla hem talebenin Kur’ân’ı gereği gibi öğrenip öğrenmediği, hem de elindeki Kur’ân nüshasının sahih ve mûteber olup olmadığı kontrol edilir. Bu usûl zamanımıza kadar tatbik edilegelmiştir. Kur’ân öğretiminin sonunda üstad, talebesine bir icazetnâme verir ve bunda kendi üstadları ve onların üstadlarının isimlerini bir şecere hâlinde tâ Hz. Peygamber’e kadar zikreder. Daha sonra talebesinin de, üstadı tarafından kendisine öğretildiği şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen ve sahîh bir şekilde öğrendiğini tasdîk eder.[27]

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, hem yazılıp okunmak hem de üstadlar huzûrunda ağızdan ağza öğrenilip ezberlenmek sûretiyle günümüze kadar en sağlam usullerle muhafaza edilegelmiştir.[28] Yani Kur’ân’ın muhafazası için yazı ve ezbere ilâveten üçüncü bir usul daha tatbik edilmiştir:

İyi yetişmiş ve icâzet almış bir üstad huzûrunda tâlim görmek…

  1. Ashâb-ı Kirâm’ın Kur’ân Öğrenme ve Öğretme Seferberliği

Müslümanlar târih boyunca Kur’ân eğitimine pek büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Zira Allah ve Rasûlü, insanları, bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaya teşvik ediyorlardı.[29]

Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır. İmam, vâli ve kumandan gibi âmmeyle ilgili bir idârî vazifeli tâyin edeceğinde veya şehidleri defnederken hangisini önce koymak gerektiği sorulduğunda hep Kur’ân’ı daha çok bilenleri tercih etmiştir.[30] Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu. Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. (Vâkıdî, III, 1003)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı esnâsında:

“−Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuştu… Bir bedevî şöyle sordu:

“−Yâ Nebiyyallâh! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…” (Ahmed, V, 266; Heysemî, I, 200. Krş. Tirmizi, İlim 5/2653)

Rivâyetin bu kısmı bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin ne safhada olduğunu göstermektedir. Bunu şu söz de desteklemektedir:

“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suali tevcih ederdi: 1) Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu? 2) Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?” (Abdülhamîd Keşk, Fî rihâbi’t-tefsîr, I, 26)

Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-, insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerinde misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[31]

Übey bin Kâʻb -radıyallâhu anh- da Medîne-i Münevere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi. (İbn-i Saʻd, I, 316-317, 345; Vâkıdî, III, 968-969)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hâlid bin Velîd’i bir sefere göndermişti. Hâlid -radıyallâhu anh- oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı mektupta, Beni’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da harp etmeden İslâm’a girdiğini bildirdikten sonra şöyle der:

“Aralarında ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Rasûlü’nün mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, s. 165-166)

Peygamber Efendimiz, kendisine gelip yeni müslüman olan heyet üyelerinin Medine’de bir müddet kalarak Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini ve kendi tatbikatını müşâhede ederek İslâm’ı anlamalarını isterdi. Meselâ Abdülkays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dini malumatı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tenbihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnun olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnuniyetlerini ifade ettiler. Ashâbın gayreti ve Abdülkays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 432; IV, 206)

Görüldüğü gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine gelen heyetlerle çok yakından ilgilenirdi. Geri dönerken de onlardan, burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde öğretmelerini isterdi.[32] Aynı ilgi ve alâka tek başına gelenler için de geçerliydi. Nitekim Umeyr bin Vehb, Medine’ye gelip müslüman olduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuştu. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286)

Gece gündüz devamlı Mescid’de kalan Ashâb-ı Suffe, bir taraftan ilim öğrenir, bir taraftan da devamlı çalışarak talebe ve hoca yetiştirirlerdi.

Peygamber Efendimiz ve halîfeleri, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak göndermişlerdir. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünnetleri öğretiyorlardı.[33] Meselâ Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, insanlara İslâm’ı anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân okuyordu.[34] Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- orada uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini onar kişilik gruplara ayırdı. Onlara toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[35] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik edildi.[36] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî -radıyallâhu anh- Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[37]

Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevîlere Kur’ân öğretmek için gönderdi. Ebû Süfyan’ı da bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için müfettiş tayin etti. O, ayrıca Medine’de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı. Yetişkinler de dâhil herkese kolayından en az beşer âyet öğretilmesini emretti.[38]

Bir defasında Hz. Ali -radıyallâhu anh-, Kûfe Mescidi’nden seslerin yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar” denildi. Hz. Ali:

“–Ne mutlu bunlara! Bunlar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nezdinde insanların en sevgilileri idi” dedi. (Heysemî, VII, 162)

Tâbiînden Ebû Nadre, şöyle der: “Peygamber Efendimiz’in ashâbı bir araya geldiklerinde ilim (hadîs-i şerîfleri) müzâkere ederler ve Kur’ân’dan bir sûre okurlardı.”[39]

Mücâhid (h. 20-103), İbn-i Ebî Leylâ’nın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’den oluşan ve insanların okumak için bir araya geldiği bir kütüphane kurduğunu bildirmektedir.[40]

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’in şu sözü bu konuda çok ibretlidir:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allah’ın kitâbından hiç bir âyet indirilmemiştir ki ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.”[41] (Buharî, Fedâilu’l-Kurân, 8)

Mühim bir husus da şudur ki, ashâb-ı kirâm, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve:

“–Bu âyet, üzerine Güneş’in doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)

  1. Kur’ân-ı Kerîm’in Mucize Oluşu

Cenâb-ı Hak, kullarını hidâyete ulaştırmak için onlara akıl, irade, tefekkür kâbiliyeti gibi birtakım üstün vasıflar lütfetmiş, buna ilâveten bir de aralarından müstesnâ yaratılışlı sâlih insanları peygamber olarak vazîfelendirmiştir. Peygamberler, dâvâlarının hak olduğunu ve sözlerinin doğruluğunu ispat etmek için mucizeler gösterirler. Her peygamber, devrinin îcâbına göre birçok mucizeler göstermiştir. Hz. İsa’nın zamanında en makbûl ilim tıp, en gözde insanlar da tabiplerdi. Bundan dolayı Hz. İsa’ya, tabipleri bile âciz bırakan mucizeler verildi: Âmâları görür hâle getirmek, ölüleri diriltmek gibi… Hz. Musa -aleyhisselâm- zamanında sihirde çok ileri gidilmişti, ona da sihirbazları susturacak mucizeler verildi. Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında ise belâğat, fesâhat, talâkat ve edebiyat son derece revaçta idi. Bu sebeple ona, Kur’ân-ı Kerîm mucizesi lütfedildi.[42]

İnsanı diğer canlılardan ayıran başlıca vasıflar, akıl ve beyân olduğu için, en son ve en mütekâmil kitap olan Kur’ân’ın i‘câzı da daha çok akıl ve beyan sahasında tahakkuk etmiştir. Peygamber Efendimiz’in, kıyâmete kadar devam edecek olan Kur’ân mucizesinin yanında önceki peygamberler gibi zaman ve mekânla kayıtlı pek çok mucizesi de mevcuttur. Bu mucizeler hakkında ciltlerce eser kaleme alınmıştır.[43] Son bölümde bunların bir kısmını zikredeceğiz.

  1. Mucizevî Yönleri

Kur’ân-ı Kerîm; nazmı, fesâhatı, belâğati, gönüllere tesir edişi, kanun koyma (teşrî‘) husûsiyetleri, gaybdan haber vermesi gibi pek çok yönüyle insanları, kendisine benzer bir söz söylemekten âciz bırakmıştır.[44]

Müşrikler Kur’ân’a inanmayınca Cenâb-ı Hak onlara meydan okudu. Diledikleri bütün mahlûkâtı yardıma çağırıp Kur’ân’a benzer bir kitap, bunu başaramayınca on sûre, sonra bir sûre[45], nihayet tam misli olmasa da kısmen Kur’ân’a benzeyen bir söz söylemelerini istedi:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun sûrelerinden birine (herhangi bir yönden) benzer bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın! Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23-24)

Son âyetteki “وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki hiçbir zaman yapamayacaksınız” ibâresi öyle bir eminlik ve kat’îlik ifade etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilirdi. Hakîkaten Allah’tan başka hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbâle dâir böylesi bir kesinlikte hüküm veremez ve kat’î ifadeler kullanamaz.

İnkârcılar, acziyetlerini ilân eden bu ilâhî sözleri duydular ve bu sözler içlerine oturdu, hırslarını iyice artırdı, lâkin bir şey yapamadılar. Bu âyet, onların âcizliklerini dilden dile dolaştırıp ufuktan ufuğa taşıdı, zaafiyetlerini tescil etti ve dillerini âdeta mühürledi.[46]

Müşrikler, Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, hakâret ve iftirâ gibi saldırganca tavırlar takındılar. “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki gâlip gelirsiniz!”[47] diyerek, her ne kadar inkâr etseler de aslında ilâhî kudret karşısında tamamen mağlûb olduklarını ortaya koymuş oldular. Bu acziyet günümüze kadar devam etmiştir.

a) Fesâhatı, Belâğatı ve Nazmı

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri aynı derecede nasibini alır.[48]

Kur’ân, dilin sahip olduğu müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanını seçer.[49] İbn-i Atiyye şöyle der:

“Kur’an öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münasip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[50]

Kur’ân-ı Kerîm, mevcut edebî türlerden farklı ve kendine has bir üslûba sahip olmakla birlikte, aynı zamanda bütün bu edebî türleri en mükemmel şekilde ihtivâ eder. Kıssa, mev’iza, târih, teşrî, cedel, münâzara, âhiret, cennet, cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve müjdeleyici âyetleri, mânâlarının şiddetine göre ayrı ayrı bir üslûp bütünlüğü içinde fesâhat ve belâğati en yüksek seviyede tutarak ifadelendirir.

Kur’ân gönüllere tesir eder. İnsanları Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak ve gizlice, geceleyin evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Peygamber Efendimiz’i dinlemeye gelmişler, birbirleriyle tesadüfen karşılaşınca da kendilerini ayıplamışlardır. Bu hâdise üç gece böylece devam etmiş, nihayetinde birbirlerine:

“–Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu durumumuzdan haberdâr olursa, vallahi son derece rezîl oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra bir daha böyle bir davranışta bulunmayacaklarına dâir aralarında ahitleşmişlerdir.[51]

Bir bedevî, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!”[52] âyetini bir kişinin okuduğunu işitince derhal secdeye kapanır. Bu hareketinin sebebi sorulunca da:

“–Sırf fesahati sebebiyle secde ettim!” der.[53]

Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden “fe’sdaʻ” kelimesiyle[54]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibiydi. Yine bir başka bedevî:

“Ondan umudu kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler”[55] âyetini işitmişti. Bunun üzerine:

“–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söylemeye güç yetiremez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[56]

O zaman bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı.

Kur’ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zamanlarda ve mekânlarda yaşayan, ilmî seviyeleri çok farklı olan bütün insanlara, seviyelerine göre hitâb eder. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller de ulaştıkları ilmî seviyelere göre anlarlar. Bu hususta büyük Arap edîbi Mustafa Sâdık er-Râfiî şöyle der:

“Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden biri de, her zaman bilinemeyen bazı hakikatleri, dâimâ bilinen kelimeler içerisinde saklaması ve bunları vakti geldikçe izhâr edip ortaya koymasıdır.” (Vahyü’l-Kalem, Kuveyt ts., II, 66)

b) Gaybden Haber Vermesi

Kur’ân-ı Kerîm gaybî haberler vermektedir. Bu haberler de onun açık bir mucize olduğunu gösterir. Geçmişteki tarihî vak’alardan istikbalde zuhûr edecek hâdiselere kadar birçok ilmî ve fennî meseleye temâs ettiği hâlde, 1400 yıldan beri hiçbir keşif onu tekzîb edememiştir. Hâlbuki bugün bile dünyanın en meşhur ansiklopedileri, zaman zaman ek ciltler çıkarmak sûretiyle kendilerini tashih ve yenilemek mecbûriyetinde kalırlar.

O zamanlar Âd ve Semûd kavimlerinin helâki ve Nûh tûfânı hakkında birtakım bilgi kırıntıları, ancak efsâne hâlinde mevcuttu. Fakat Kur’ân-ı Kerîm, bunları günümüz târih ilmi ve târih felsefesinin de tasdîk ettiği bir tarzda insanlığa takdîm etmiştir. Kur’ân, gelecekle ilgili de haberler vermiştir. Bunların birkaç tanesini zikredelim:

Rumlarla mecûsîler arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifade etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:

“–İlâhî kitâb sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitâb ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürûr verecek olan şu âyetleri inzâl buyurdu:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde (3 ile 9 yıl arasında). İşler önceden de sonradan da Allah’a aittir. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsân sahibidir.” (Rûm, 1-5)

O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir tekidle şöyle buyuruyordu:

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 6)

Nihayet yüce Allah, vaadini gerçekleştirdi. Târihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar Fârisîlere gâlip geldiler. O gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[57]

Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îman halkasına tutunmak isteyen Firavun’a Allah Teâlâ:

“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla berâber) insanlardan birçoğu, bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)

Yakın bir zaman önce yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi bulundu. Şu anda bu cesed, secde vaziyetinde, saçları ve derisi de üzerinde olduğu hâlde Londra’daki British Museum’da 94. salonda sergilenmektedir.

Bedir Savaşı’nda düşman ordusunun yenilgiye uğratılaca­ğı,[58] müslümanların Mescid-i Harâm’a güvenle gireceği, müslümanların muzaffer olup Mekke’yi fethedeceği,[59] insanların kitleler hâlinde İs­lâm’a gireceği,[60] İslâm dininin diğer bütün dinlere üstün geleceği,[61] Kur’an’a muâraza yapılamayacağı,[62] Kur’ân metninin muhafaza edileceği,[63] gibi birçok hâdiseyi önceden bildirmesi de, Kur’an’ın istikbâle ait haberlerindendir. Peygamber Efendimiz’in, kendisi açı­sından gayb alanına giren bu tür haber­leri vahye istinad etmeden, önceden haber vermesi imkânsızdır.

c) İlmî Keşiflere Işık Tutması

Kur’ân-ı Kerîm’de, ilmî terakkî ve keşiflere ışık tutan pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bunlar da Kur’ân’ın mucizevî bir şekilde istikbâlden haber vermesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in esas gâyesi, tevhîdi kalplere yerleştirip insanlara hidâyet rehberi olmaktır. Nitekim ele aldığı bütün mevzûları bu asıl gâyeye mebnî olarak takdîm eder. Bununla birlikte, tabiî ilimlerin sahasına giren konularda insanlara bir ibret olarak verdiği bilgiler de tamâmıyla hakîkate mutâbıktır. Bunlardan da birkaç misal arzedelim:

İnsanın üremesi ve embriyonun teşekkülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yeni keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler vermektedir. Bunlar, özellikle Hac Sûresi’nin 5. ve Mü’minûn Sûresi’nin 11-13. âyetlerinde tafsîlâtlı bir şekilde anlatılır. Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırıp, ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mütâbakat hâlinde olduğunu, hatta Kur’ân’ın, verdiği misâl ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini itirâf etmiştir. Araştırmaları neticesinde Keith, Kur’ân ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında büyük bir hayranlık duymuş ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mucizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk etmiştir. Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve etmiştir. Kendisine:

“–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:

“–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevabını vermiştir. (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s. 34-39)

Son yıllarda kâinatın genişlediği, galaksilerin birbirinden muazzam bir hızla uzaklaştığı keşfedildi. Baştan sona kâinatın Sonsuz Bir Güç’ün tasarrufunda olduğunu gösteren bu kanuna göre koskoca galaksiler, aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır. Meselâ, bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[64] Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:

“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) biz binâ ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 47)

Yüce Rabbimiz, gökyüzünde ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşlarından dünyayı muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, dünya için tehlike oluşturabilecek pek çok cisme geçit vermeyen birer bekçi mevkiindedirler. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşları olabilir. Bu defa onların karşısına başka bir muhâfız, yani Ay çıkar. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz. Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girerken yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yüzeye ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[65] Atmosfer, dünyayı uzaydan gelen zararlı ışınlardan da korur. Kur’ân’da bu hakîkatlere şöyle işaret edilir:

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (Enbiyâ, 32)

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, bir taraftan insanların fiil ve davranışlarını tanzim ederken, bir taraftan da kâinattaki sırlara dikkat çekerek onun bir kitap gibi okunmasını ve taşıdığı sırların araştırılarak ortaya çıkarılmasını istemektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, on dört asır evvel şöyle buyrulmuştur:

“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık...” (Hicr, 22)

Bu âyetin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir.

Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20. âyetlerinde:

“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhafaza ederler)buyrulmuştur. Furkân Sûresi’nin 53. ve Neml Sûresi’nin 61. âyet-i kerîmelerinde de benzer ifadeler yer alır.

Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, sanki suların birbirine karışmasına mânî olan meçhûl bir set, görünmeyen bir perde olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir. Kaptan Cousteau, daha sonra, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı su perdesinin bulunduğunu tespit etmiştir.

Brawn, denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetlerle karşılaşmıştı. Hem tuzlu hem tatlı sudan taze et, inci ve mercan çıkarıldığını; iki denizin birbirine karışmadığını; yelkenli gemilerin rüzgâr ile yürüdüğünü… ifade eden âyetleri tefekkür eden bu İngiliz, Hint kıyı şehirlerinden birine varınca oradaki bir müslümana:

“–Sizin peygamberiniz Muhammed, denizlerde seyahat etti mi?” diye sordu. O da:

“–Hayır, bildiğimize göre o denizlerde seyahat etmemiştir” dedi. Bu cevap üzerine İngiliz gemici, Kur’ân’ın vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getirdi. Kur’ân’ın tevhîd ve hukûka dâir âyetlerini tefekkür edip bunları Tevrat ve İncil’deki sözlerden daha doğru ve anlamlı bularak kendi kendine müslüman oldu. Daha sonra Mısır’a gidip âlimlerle görüştü.

Matematik profesörü Gary Miller şöyle der:

“Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce atom hakkında bilinen bir teori vardı. Bu teoriyi de yunan filozof Demokritos ortaya atmıştı. Bu filozofun ardından gelenler de, maddenin gözle görülemeyen küçücük, bölünemeyen ve atom (zerre) ismi verilen parçacıklardan meydana geldiğini ortaya attılar. Şimdi yeni ilim, maddenin en küçük parçası olan zerrenin, tâbi olduğu maddenin aynı husûsiyetlerini taşıdığını ve aynı şekilde ayrışıp bölünebileceğini keşfetti. Bu bilgi, geçtiğimiz asırdaki gelişmelerin neticesinde elde edilen yeni bir hakikat sayılır. Hâlbuki çok dikkat çekicidir ki bu bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel Allah Teâlâ’nın şu kavliyle bize bildirildi:

“…Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus, 61)

Âyet-i kerime atomdan daha küçük varlıklardan bahsetmektedir. En ufak bir şüphe yok ki; böyle bir şey o dönemde hiçbir yazar ve hiçbir Arap tarafından yazılamaz. Çünkü o dönemde en küçük olarak bilinen şey “zerre” yani atom idi. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekten de zamanla aşınmadığına delil teşkil etmektedir.”[66] (Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s. 144-145)

d) Mucizevî Hukuk Nizâmı

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinden biri de, teşrî (kanun koyma) alanındaki emsalsiz mükemmelliği ve ihtişâmıdır. Kur’ân’ın teşrîdeki i’câzı; ihtivâ ettiği hükümlerin her devrin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, insaf ehli tarafından tenkid edilecek hiçbir noksanlığının bulunmayışı, diğer kanunlar tarafından halli çok müşkil olan meseleleri kolayca çözmesi, koyduğu hükümlerin büyük hikmetler ihtivâ etmesi ve bu muhteşem nizâmı diğerlerine göre çok kısa bir sürede zirveye ulaştırmış olması gibi yönlerinde ortaya çıkar.

İlim, medeniyet ve kültürden nasipleri olmayan bir kavim içinde; ümmî olan, okuma yazma bilmeyen ve hukuk tahsili yapmamış bulunan bir peygamber vasıtasıyla birdenbire mükemmel bir nizam zuhûr etmiştir. Bu nizam, medenî hukûku, ahvâl-i şahsiyeyi, devletlerarası hukûku, harp ve barış ahkâmını vs. en güzel ve en sağlam bir şekilde ortaya koymuştur. Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara hitâb eden böyle bir hukuk sistemi getirmiş olmakla birlikte, aynı zamanda bu nizâmı çok kısa sürede teşekkül ettirmiştir. Müfessir Kâsımî, Kur’ân’ın bu mucizevî yönünü ifade sadedinde şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ, Arap ümmetini tedrîcî olarak yirmi üç senede terbiye edip yetiştirmiştir. Bu seviyede bir gelişme normal şartlarda diğer toplumlar için, ictimâî âmiller vâsıtasıyla ancak birkaç asırda tamamlanabilir…” (Mehâsinü’t-Te’vîl, Kahire ts., II, 219)

Buraya kadar bahsettiğimiz hususlar, Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinin çok az bir kısmıdır.

  1. Batılıların Kur’ân Hakkındaki Hissiyâtı

Pek çok insanın, İslâm’la müşerref olmadan önce, umûmiyetle Kur’ân-ı Kerîm’i okuma ya da dinlemeyle başlayan bir etkilenme sürecine girdiğine şahit oluyoruz. Müslüman olduktan sonra Kerîme ismini alan batılı bir akademisyen şöyle der:

“Kur’ân, onu getiren Hz. Peygamber’e dahi rehberlik ediyor, yer yer ona uyarılarda bulunuyordu. Hz. Peygamber Kur’ân’ı kendisi yazmış olsaydı böyle olur muydu?”[67]

Matematik profesörü Gary Miller, birgün müslümanları hristiyanlığa dâvet ederken üstün gelmek ve hata bulmak maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’i okumak istedi… 14 asır evvel yazılmış, çöllerden ve benzeri şeylerden bahseden köhne bir kitap bulacağını umuyordu. Ancak Kur’ân’da bulduğu bilgiler, kendisini dehşete düşürdü. Hatta bu kitapta, dünyada başka hiçbir kitapta yazmayan şeylerin varlığını keşfetti. Kur’ân’da, Hz. Muhammed’in başından geçen; hanımı Hz. Hatice’nin, kızlarının, oğullarının ölümleri gibi şeyler bulacağını sandı. Ancak böyle şeyler de yoktu. Aksine Kur’ân’da ismi “Meryem Sûresi” olan ve Hz. Meryem’in şereflendirildiği, bir benzeri hristiyanların İncillerinde bulunmayan bir sûreye rastladı! Hz. Peygamber’in çok sevdiği hanımı Hz. Âişe’nin ya da kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’nın ismiyle bir sûre yoktu! Ayrıca Kur’ân’da Hz. İsa’nın isminin 25 kere, Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in isminin ise sadece 4 kere geçtiğini görünce, hayreti daha da arttı ve nihayet müslüman oldu.[68]

Amerikalı Saalik şu câlib-i dikkat ifadeleri kullanır:

“Kur’ân’ı okuduğumda hayatımdaki yanlışlıkları görebiliyorum. Okuduğum zaman onun insan kelamı olmadığını anlıyorum. Çünkü hiçbir insan, Kur’ân-ı Kerîm’in tanıdığı kadar beni tanıyamaz![69]

Pennsylvanialı Kowalski, şöyle der:

“Kur’ân insanın zihnini okuyor. Aklıma bir konu takıldığında Kur’ân’da hemen karşılığını bulabiliyorum. Pek çok insanın da Kur’ân’ın insanların zihnini okuduğu konusunda benimle aynı fikirde olduğunu düşünüyorum.”[70]

Douglas Williams der ki:

“Ben Kur’ân-ı Kerim’i her okuduğumda müthiş huzur buluyorum. Kimi zaman geç yatıyor ve gece saat üçe dörde kadar Kur’ân okuyorum. Kur’ân-ı Kerim’de bulunan âyetlerdeki derin mânâlar bana çok büyük huzur veriyor ve entelektüel seviyemi artırıyor. Hayatımın hiçbir bölümünde böyle bir seviyeyi yaşadığımı hatırlamıyorum.”[71]

Dipnotlar:

[1] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’ân Tarihi, s. 106-107; a.mlf., Küttâbü’n-Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Beyrut 1398, el-Mektebü’l-İslâmî. [2] Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 4; Tirmizî, Menâkıb, 74/3954; Ahmed, V, 184; Heysemî, I, 152. [3] İbn-i İshâk, Sîret, s. 128. [4] Buhârî, Tefsîr, 2/45; Ebû Dâvûd, Salât, 120-121/786; Tirmizi, Tefsir, 9/3086; Ahmed, IV, 218; Ali el-Müttakî, II, 16/2960. Bkz. Mehmet Fâik Yılmaz, Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet, Ankara 2005. [5] Alâk, 1-5; Kalem, 1; Bakara, 2; Zuhruf, 2; Duhân, 2. [6] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye 1424, VI, 27. [7] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’ân Tarihi, s. 107-108. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân vahyi ile kendi sözleri olan hadisleri birbirinden ayırmaya çok dikkat ediyor, “Bu Allah’tan gelen vahiydir”, “Bu benim kendi düşüncemdir” diye açıklıyordu. Bazen de ashâb-ı kiram; “Bu düşünce size mi ait, yoksa ilâhî bir vahiy mi?” diye soruyorlardı. (Bkz. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 15-18) [8] İbnü’d-Dureys, Fedâilü’l-Kur’ân, Dımeşk 1408, s. 33. [9] İbn-i Hişâm, I, 369-371. [10] Bkz. İbn- Hacer, İsâbe, no: 2546 [Râfîʻ bin Mâlik mad.]; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 152; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 157; Kettânî, Terâtib, Beyrut, ts., I, 44; A‘zami, a.g.e, s. 106; Hamidullah, a.g.e, s. 44. [11] Buhârî, Bed’ü’l-halk, 6; Fedâilü’l-Kur’ân, 7; Savm, 7. [12] Mukaddimetân, nşr. A. Jeffery, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, Beyrut 1412, s. 26. [13] Ebû Dâvûd, Salât, 220-222/1094. [14] Müslim, Cuma, 34, 49-52. [15] İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, I, 449/5195. [16] Buhârî, Sücûdü’l-Kur’ân, 10. [17] İbn-i Sa’d, VI, 368. [18] Bkz. Müslim, Müsâfirîn, 142; Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178; İbn-i Hi‏‏‏şâm, I, 381. [19] İsrâ, 86. [20] Tirmizî, Kırâât, 11/2946; Heysemî, IX, 94; İbn Sa’d, III, 76; Ebû Nuaym, Hilye, I, 57; Ahmed, ez-Zühd, s. 127; Ali el-Müttakî, XIII, 31/36168-70; Sem‘ânî, Ensâb, V, 282; İmâm Abdülhayy el-Leknevî, İkâmetü’l-hucce, Haleb 1386, s. 64. [21] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 131-135. [22] Bu Kur’ân nüshalarından veya bunların parçalarından bize kadar ulaşmış olanlar vardır. Meselâ Taşkent, İstanbul Topkapı Sarayı ve İstanbul Türk İslâm Eserleri Müzesi’ndeki nüshalar Hz. Osman’ın çoğalttırdığı veya onlardan istinsah edilen nüshalardır. (Zâhid el-Kevserî, Makâlât, s. 12-13; Salâhaddin el-Müneccid, Dirâsât fî târîhi’l-hattı’l-Arabî, s. 50-55) Hz. Osman’a ait, deri üzerine işleme, paha biçilemeyen bir Kur’ân-ı Kerîm’in 28 sayfalık bölümü, Osmanlı Sultanı Abdülmecid’in torunu ve Hindistan’ın eski Haydarabad Nizamı Bereket Şâh tarafından Konya Mevlânâ Müzesi’ne bağışlanmıştır. Mevlana Müzesi Müdürü Erdoğan Erol, Hz. Osman’a âit olan Kur’ân-ı Kerîm’in parçalarından birinin Topkapı Sarayı’nda sergilendiğini ve kutsal emanet sayıldığını, tarih uzmanlarının, diğer parçaların da Rusya ve Hindistan’da bulunduğunu bildirdiklerini ifade etmiştir. (www.Haber7.com, [27 Kasım 2006, 10:14]) Bunun diğer misalleri için bkz. Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 87; A‘zami, a.g.e, s. 114, 138, 153-157, 179. [23] İbn-i Şebbe, Târîhu’l-Medîne, Cidde 1399, s. 7. [24] İbn-i Şebbe, a.g.e, s. 993, 998, 1002. [25] İbn-i Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 37. [26] Diğer bir husus da şudur: Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine mahsûs bir resm-i hattı, bir yazı şekli vardır. Bu Resm-i hatta “Hatt-ı Osmânî” ve “Hattı Istılâhî” denir. Birçok âlimin beyânına göre bu resm-i hat, tevkîfîdir; yani Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in tâlimlerine ve işâretlerine dayanır. Bazı kelimelerin yazı kâidelerine muhalif bir tarzda yazılmış olması bir hikmete mebnîdir, bir nükteyi, bir lâtif maksadı hâizdir. (Burada, Arapça gramer kâidelerinin daha sonraları Kur’ân’dan çıkarılarak ortaya konulduğunu da unutmamak îcâb eder.) Hatta bu babda “İlmü Resmi’l-Kur’ân” ünvânı ile bir ilim dalı bile tedvin edilmiştir. Bu ilim de İlm-i Kıraat gibi İslâm’a mahsûs Kur’ânî ilimlerden biridir. Bu ilim vasıtası ile Mushaflara mahsûs hatt-ı ıstılahı ile kıyasî olan resm-i hat arasında hangi kelimelerde muhalefet bulunduğu ve bu muhalefetin hikmeti gösterilmiştir. Bu ilmin mevzûu; ziyâde, hazf, ibdâl, fasl, vasl gibi haller itibârı ile Hz. Osman’ın yazdırdığı Mushafların harfleridir. Bu ilmin gâyesi ve faydası pek yüksek olduğundan öğretilmesi ve öğrenilmesi farz-ı kifâyedir. (Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul 1973, I, 27) [27] Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 87, 53-56. [28] Bu mevzûda İslâm âlimlerinin kullandığı usul ve metodların ne kadar sağlam olduğunu görmek için şu eserlere müracaat edilebilir: Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, The History of the Qur’anic Text from Revelation to Compilation: A Comparative Study with the Old and New Testaments, Leicester: UK Islamic Academy, 2003 (Kur’an Tarihi: Eski ve Yeni Ahit ile Karşılaştırmalı bir Araştırma, İstanbul 2006); Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, İstanbul 2000 (Le Saint Coran’ın giriş kısmı). [29] Fâtır, 29; Sâd, 29; Tâhâ, 124-126; Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17. [30] Müslim, Mesâcid, 290, Müsâfirîn, 269; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2876; Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91; Ahmed, IV, 218; Heysemî, VII, 161; İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Sa’d, V, 508. [31] Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû, 36/3416; İbn-i Mâce, Ticârât, 8; Ahmed, V, 315, 324; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 160. [32] Nesâî, Ezân, 8; Ebû Dâvûd, Ramazan, 9. [33] Dârimî, Sünen, I, 135 (thk. Dahman); İbn-i Sa’d, VI, 7. [34] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 46; İbn-i Hişâm, II, 43-46; Ebu Nuaym, Delâil, I, 307; Heysemî, VI, 41. [35] Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ, Müessesetü’r-Risâle 1405, II, 344-346. [36] Belazuri, Ensâb, I, 110; Hâkim, II, 240, 300; Firyâbî, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 129. Krş. Müslim, Müsâfirîn, 280; İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, III, 1173/1907; Hatîb el-Bağdâdî, Târîh, VI, 147/2634; Vekî, Ahbâru’l-Kudât, II, 5, 150; Zehebî, Siyer, XVI, 161. [37] Serahsî, Mebsût, II, 6. [38] Prof. Dr. M. M. el-A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 127. [39] Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-mütefakkih, Beyrut 1395, II, 126. [40] İbn-i Sa‘d, IV, 253; İbn-i Ebî Dâvûd, Mesâhif, s. 151. [41] Müslümanlar Kur’ân’ı en doğru bir şekilde öğrenip ezberleme husûsunda gösterdikleri hassâsiyetin bir benzerini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri için de göstermişlerdir. Bunu ispat eden birkaç misal şöyledir: Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- bildiği bir hadîs-i şerîf husûsunda tereddüde düşmüştü. O hadîsi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den dinleyenlerden sadece Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh- hayatta kalmıştı. Ebû Eyyûb Hazretleri deve sırtında Medîne-i Münevvere’den yola çıkıp dağlar, çöller aşarak Mısır’a geldi. Hz. Ukbe ile karşılaştığında hemen ilk olarak o hadîsi sordu. Hz. Ukbe de hadîsi rivâyet etti. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- “Tamam” dedi ve hemen devesine atlayıp geri döndü. (Hâkim, Mârifetü ulûmi’l-Hadîs, s. 7-8; İbn-i Abdi’l-Berr, İlim, s. 123) Câbir bin Abdullah v, Abdullah bin Üneys’e bir tek hadîs sormak için tam bir aylık yol yürümüştür. Bir seferinde Medîne’den Şam’a, diğerinde de Mısır’a gitmiştir. (Bkz. Buhârî, İlim, 19; Hâkim, Mârifet, s. 8-9; İbn-i Abdi’l-Berr, İlim, s. 127) Tâbiînin önde gelenlerinden Ebü’l-Âliye şöyle demiştir: “Biz, Basra’da iken Rasûlullah’ın ashabından gelen bazı rivâyetler işitiyorduk. Buna gönlümüz râzı olmuyor, hemen bineğimize atlayıp Medine’ye geliyor ve hadîs-i şerîfi bizzat ashâbın ağzından dinliyorduk.” (Dârimî, Mukaddime, 47/570; Hatib el-Bağdadî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, Beyrut 1988, s, 402-403) Saîd bin Müseyyeb de şöyle demiştir: “Sadece bir hadis öğrenmek için gece gündüz uzun yolculuklar yapıyordum.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 106) Ömer bin Abdilaziz, Medine vâlisi Ebû Bekir bin Hazm’a şöyle yazmıştır: “Bak, araştır ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden ne varsa hepsini yaz! Zira ben, ilmin kaybolmasından ve ulemanın gitmesinden korkuyorum.” Bu faaliyette Peygamber Efendimiz’in hadislerinden başka bir şey kabul edilmiyordu. Âlimler ilmi yaymalı ve herkese açık ilim halkaları teşkil etmeli ki bilmeyenler de böylece öğrenebilsin. Zira ilim, gizli kalmazsa yok olmaz. (Buhârî, İlim, 34) Halîfe bu emri diğer bölgelere de göndermiştir. (Ebû Nuaym, Târîhu Isbahân, Beyrut 1410, I, 366; Aynî, Umdetü’l-Kârî, II, 129) [42] Ankebût, 50-51; Buhârî, İ‘tisam 1, Fedâilü’l-Kur’ân 1; Müslim, Îmân, 279. [43] Misal olarak bkz. Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (7 cild), Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâilü’n-Nübüvve (2 cild), Halep: el-Mektebetü’l-Arabiyye, 1970-1972; Suyûtî, Olağanüstü Yönleriyle Peygamberimiz: el-Hasaisü’l-Kübra (3 cild), terc. Naim Erdoğan, İstanbul: İz Yayınları, 2003. [44] Prof. Dr. M. S. R. el-Bûtî, Min ravâi‘ı’l-Kur’ân, s. 125. [45] Kasas, 49; İsrâ, 88; Tûr, 34; Hûd, 13; Yûnus, 37-38. [46] M. S. Râfi‘î, İ‘câzü’l-Kur’ân, Beyrut 2003, s. 142. [47] Fussılet, 26. [48] Prof. Dr. M. A. Drâz, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts., s. 102. [49] Bûtî, Ravâi‘, s. 140. [50] İbn-i Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut 1413, I, 52. [51] İbn-i Hişâm, I, 337-338; Taberî, Târih, II, 218-219, İbn-i Esîr, Kâmil, II, 63-64, İbn-i Seyyid, I, 99; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, s. 160-161; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 47; Halebî, I, 462. [52] Hicr, 94. [53] Kâdî Iyâz, Şifâ, trc. M. Yaşar Kandemir, İstanbul 2012, I, 551; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, I, 82. [54] Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa, Dâru’l-Fikr, 1409/1989, s. 351, “صدع” maddesi. [55] Yûsuf, 80. [56] Kâdî Iyâz, Şifâ, I, 551; İbn-i Aşûr, I, 107; Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, I, 82. [57] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/3191-3194; Ahmed, I, 276; Kurtubî, XIV, 3. [58] Kamer, 45. [59] Feth, 16, 27. [60] Nasr, 2. [61] Tevbe, 33; Feth, 28; Saff, 9. [62] Bakara, 23-24. [63] Hicr, 10. Bazı misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-i’câzi’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-sünneti’l-mutahhara, Dımeşk, 2003, s. 20-24. [64] Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 28. [65] Çakmak, a.g.e, s. 94, 127. [66] Kur’ân ve ilim mevzuunda tafsilât için bkz. Dr. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, 1980 (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London 1981; Prof. Dr. Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul 2009; Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri (Genişletilmiş yeni baskı), İstanbul 2008 (http://www.islamiyayinlar.net/content/view/106/8/); İmaduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, 1991, Vol. 8, No. 1, s. 1-13; Prof. Dr. Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul 1996. [67] A. Arı - Y. Karabulut, Neden Müslüman Oldum, s. 184. [68] Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s. 138. [69] Böken, a.g.e, I, 157. [70] Böken, a.e, I, 56. [71] Böken, a.e, II, 16.

Kaynak: Murat Kaya, Ebedi Kurtuluş Yolu, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’AN-I KERİM’İN NÜZULÜ VE KAYDEDİLMESİ

Kur’an-ı Kerim’in Nüzulü ve Kaydedilmesi

KUR’AN-I KERİM’İN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Kur’an-ı Kerim’in Özellikleri Nelerdir?

KUR'AN-I KERİM HAKKINDA GENEL BİLGİLER

Kur'an-ı Kerim Hakkında Genel Bilgiler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.