İnsanın Gizli Düşmanı

Hazreti Mevlânâ insanın gizli düşmanını şöyle anlatır: “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Fir’avun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düş­man bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Mesnevî'de anlatılır: “Hazret-i Mûsâ, Fir’avun’ın sarayında rahatça yaşadığı hâlde, Firavun boş yere çocukları öldürüyordu.”

“Fir’avun, hislerine uyarak tenini besleyen en büyük düşman nefsini kuvvetlendirdiği hâlde; «Dışarıda bir kimsenin bana düşmanlığı vardır. Bana haset ediyor.» diye vehme kapılan bir kişiye benziyordu.”

“«Bu adam benim düşmanımdır, bana haset etmektedir.» der. Hâlbuki, kendisine asıl haset eden, asıl düşman olan, o beslediği bedendir. Yani nefsidir.

“O benlik, o nefis sahibi olan kişi Fir’avun’a, bedeni de Mûsâ’ya benzer. Firavun; «Düşman nerede?» diye dışarılarda dolaşır durur. Dışarılarda düş­man arar.”

“Duygularının esiri olan kişinin nefsi, beden evinde nazla çeşitli nimet­lerle beslenmektedir. Hâlbuki, kendisi başkalarına, kendi dışında bulunan kimselere kin güderek elini ısırmaktadır.” (c.2, 771-775)

DÜŞMANINI GÖRÜRSÜN YA NEFSİNİ!

Yukarıdaki beyitlerde ifade edildiği üzere, insanoğlunun asıl düşmanı nefsi olduğu hâlde bunu kavrayamayanlar, Fir’avun gibi düşmanlarını hâriçte aramaya koyulurlar. Hâlbuki dışarıda bir düşman mevcut olsa bile bunun bir kimseye yapabileceği kötülük mahdud olduğu hâlde, nefsin azgınlığından mâruz kalınan felaketler, hâriçteki düşmanın yapabilecekleriyle mukâyese edilemeyecek kadar büyüktür. Mevlânâ, bu hakikati müşahhaslaştırarak şöyle ifade eder:

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Fir’avun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düş­man bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!”

Edebali -kuddise sirruh- hazretlerinin, Osman Gazi’ye olan nasihatlerinin bir kısmı şöyledir:

“–Ey Oğul! En büyük zafer, nefsini tanımandır. Düşman, insanın kendisi, yani ham nefsidir. Dost ise, nefsini tanıyan; yani nefsini terbiye etmiş, nefsinin menfî temayüllerini tanımış ve onu bertaraf etme yolunda olan kişidir.”

İNSANIN İÇİNDEKİ GİZLİ DÜŞMAN

İnsanın, içindeki nefsi düşman bilmek hususunda berrak bir görüş ve kavrayış sahibi olabilmesi çok güçtür. Hatta ham nefis, râm olunduğu ölçüde dost zannedilir. Hâriçteki düşmanı tanımak ve onun düşmanlığına karşı tedbir almak, nefsin düşmanlığını anlamaktan çok daha kolaydır. Çünkü nefis, benliğimize dâhil olduğundan onun kötülüklerini bile yakınlık sebebiyle müsâmaha ile karşılarız. Bu keyfiyet, tıpkı şuna benzer: Bir insan, kendi evlâdında gördüğü bir kötü hâli, aynı kötü hâli müşâhede ettiği komşu çocuğuna nazaran daha hafif kabul eder. Bunun sebebi, kendi çocuğuna duyduğu yakınlık hissidir. Kendi nefsimiz de başkalarının nefislerine karşı aynı durumdadır.

İşte nefisle mücâdelenin bir güçlüğü de bu husûstur. Çünkü o, benliğimizin bir parçasıdır. Bu vasfıyla onu benimseyip kabullenmek, fıtrî bir temâyüldür. Fıtratın zıddına yürümek ise, en güç bir ameldir. Hâriçteki düşman, kolayca tedbir alınıp mukabele edilebilecek ve korunulabilecek bir varlık olduğu hâlde, nefse karşı böyle bir keyfiyet mevzu-bahis değildir. O, menfî ve müsbet temâyüllerin fıtrattaki dengesi ve beraberliği sebebiyle mücâdele edilebilecek, karşı konulabilecek en azılı bir düşmandır. Bu düşmanın mağlûbiyetine ise, ancak ve ancak hased his ve temâyülünün yok edilmesiyle hükmedilebilir.

HASEDİ YOK ETMENİN GÜÇLÜĞÜ

Sırr-ı Sa­ka­tî -kud­di­se sir­ruh-, der­sin­de ta­le­be­le­ri­ne; “Mü­min­le­rin dert­le­riy­le dert­len­me­yen, on­lar­dan de­ğil­dir.” (Hâ­kim, Müs­ted­rek, IV, 352; Hey­se­mî, Mec­mau’z-Ze­vâ­id, I, 87) ha­dî­si­ni îzâh eder­ken, bir ta­le­be­si he­ye­can­la içe­ri gi­rer ve:

“–Üs­ta­dım! Si­zin ma­hal­le yan­dı, kül ol­du. Yal­nız si­zin ev kur­tul­du.” der.

Sırr-ı Sa­ka­tî se­vinç için­de “El­ham­dü­lil­lâh!..” der.

Otuz se­ne son­ra bir dos­tu­na:

“–Ben o va­kit, «El­ham­dü­lil­lâh!..» de­mek­le, bir an­lık da ol­sa sırf ken­di­mi dü­şün­müş, fe­lâ­ke­te uğ­ra­yan­la­rın ız­dı­râ­bın­dan uzak kal­mış ol­dum. İşte, otuz se­ne­dir o hâ­li­min tev­be­si için­de­yim!..” der.

Bu misal de gösteriyor ki, velâyete kadar yükselmiş insanda bile bu hisler, hâlâ barınabilmekte ve fırsat bulduğunda sahibinin en küçük bir gafletinden istifade ile ortaya çıkabilmektedir. Sırf bu misal bile nefisle uğraşmanın ve ondaki en menfî temâyül olan hasedi yok etmenin güçlüğünü göstermektedir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.