İlahi Mektepte İlk Ders

Hak dostları, başkasını incitmeme hususunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâ’betullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ, kim gönül kâ’besine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur.

Peygamber Efendimiz’in müezzinlerinden Abdul­lah İbn Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gelir:

“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın Sana öğrettiklerinden bana da öğret!” diye yalvarırdı.

Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevaplar verirdi.

PEYGAMBER EFENDİMİZE (S.A.V.) ÖĞRETİLEN GERÇEK

Birgün, Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi, Peygamberimiz’in yanında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber de: «Belki bu Kureyş’in ileri gelenleri îmâna gelirler de maiyyetindekiler de hidâyet bulurlar.» ümidi içindeydi. Bu sırada, doğuştan âmâ olan müezzin Abdullah İbn Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh’ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı, her vakitki ricâsını tekrarladı. Misafirlerin yanında bu yersiz suâlden Hazret-i Peygamber üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan, Abdullah İbn Ümm-i Mektûm’un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese Sûresi’nin başında bulunan iki ayet nazil oldu:

“Rasûlullâh, âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi.” (Abese, 1-2)

Bu hadise­den sonra, Rasûlullah Efendimiz Abdullah İbn Ümm-i Mektûm’u ne zaman görse:

“–Ey kendisi için Rabbimin Bana sitem ettiği zât, merhaba!” (Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, s. 471) diye buyururlardı.

Hiç şüphesiz bu hâdise, ümmeti irşâd için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilenmiş ilâhî bir örnektir. Bununla, bütün ehl-i îmâna, böyle mevzûlarda takip etmesi gereken istikamet gösterilmiştir. Dolayısıyla Hak dostları, bu mesele üzerinde, yâni incitmeme hususunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâ’betullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ, kim gönül kâ’besine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur. Bu itibarla denir ki:

«Allâh, gönlü kırıklarla beraberdir.»

Hadîs-i şerîfte buyurulur:

“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:

«– Yâ Rab! Seni nerede arayayım?» dedi.

Allâh Teâlâ buyurdu ki:

«– Beni, kalbi kırıkların yanında ara.»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Hazret-i Mevlânâ’nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır:

Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyâsı yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken, bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve:

“–Şu uyuyan fakiri arayalım.” dedi.

Para sahibi, derdinden dolayı, yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla:

“–Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın.” dedi.

Derviş: “Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyor­lar, hâlimi Sana arzediyorum!” diyerek Hakk’a iltica etti.

YOKSULLARA KARŞI KÖTÜ ZANNA KAPILMA!

Gemidekiler, dervişe gönül kırıcı bir şekilde davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından, balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında, çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci... O incilerden her biri, bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafın­dan lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu.

Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Ken­disi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki:

“Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisi­nin eline bırakır.”

Gemide bulunanlar: “–Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüz­den verdiler?” diye seslendiler.

Derviş: “Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; “Abese” Sûresi, onları yücelt­mek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak’tan başka hiç bir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir.” dedi.

Bir şiirde bu incelik şöyle anlatılmıştır:

Fukarâ kalbine her kim dokuna

Dokuna sînesi Allâh okuna

İNSANI İNCİTEN ALLAH'I İNCİTİR

Bu kıssadan hisse çıkaran Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade buyurur:

“İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.”

“Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden, Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.”

“İbtilâ, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını da yaralar ve incitir.”

“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar.”

 “Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”

“Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiç bir kavmi rezîl ve rüsvây etmemiştir.”

Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde…

İLAHİ MEKTEP

Sâ­mi Efen­di Haz­ret­le­ri, Da­ru’l-Fü­nûn Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni ye­ni bi­tir­miş­ti. Onun gü­zel hâ­li­ni ve ter­te­miz sî­re­ti­ni pek be­ğe­nen bir Al­lâh dos­tu:

“–Ev­lâ­dım, bu tah­sîl de gü­zel­dir ama, sen asıl tah­sî­li ik­mâl et­me­ye bak. Se­ni ir­fân mek­te­bi­ne kay­de­de­lim, ora­da da gö­nül ilim­le­ri­ni ve âhi­ret sır­la­rı­nı öğ­ren!..” de­di.

Ar­dın­dan da ek­le­di:

“–Ev­lâ­dım, o mek­teb­de na­sıl eği­tim ya­par­lar, ne öğ­re­tir­ler bi­le­mem. Ama bil­di­ğim bir şey var ki, bu tah­sî­lin ilk der­si in­cit­me­mek, son der­si de in­cin­me­mek­tir...”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Âb-ı Hayat Katreleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.