Ebu Zer el-Gıfari (r.a.) Kimdir?

İlk Müslümanlardan ve Resûlullah’ın (s.a.v.) övgüsüne mazhar olan Ebû Zer el-Gıfârî (r.a.), kimdir ve hayatıyla nasıl bir iz bırakmıştır?

Ebû Zer Gıfârî radıyallahu anh, zor günlerin insanı... Sevgili Peygamberimizin sırdaşı; âbid, zâhid ve cömert bir sahabî... Gönlünde hep iyilik ve güzellikler arayan bir yiğit...

O, insanların akıl ve gönüllerini aydınlatacak yeni bir peygamber bekliyordu. Zavallı insanların putları ilah edinmesine hayret ediyor, böyle bir inancın manasız ve boş olduğunu söylüyordu. Kabilesi arasında cesareti, atılganlığı ve putlara nefretiyle meşhur olmuştu.

EBÛ ZER el-GIFÂRÎ (R.A.) KİMDİR?

İlk Müslümanlardan...

Henüz ilk vahyin geldiği günlerdi. Yeni dinin haberi kendisine ulaştığında, vakit geçirmeden araştırıp incelemeye başladı. Önce kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderdi. Getirdiği bilgilerle yetinmedi, kendisi yola koyuldu. Onun Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile buluşmasını İbni Abbas (r.a.) bizzat kendisinden şöyle naklediyor:

“Ben Gıfar kabilesinden bir kimse idim. Mekke'de yeni bir peygamberin çıktığına dair haber aldım. Kardeşim Uneys'i onun hakkında bilgi edinmesi için gönderdim. Dönüp geldiğinde: 'Bir kişi gördüm ki, o hep insanlara hayrı emrediyor, kötülüklerden nehyediyor.' dedi.

Gönlüm bizzat görmeyi istedi ve Mekke’ye, Mescid-i Haram’a geldim. Resûlullah (s.a.v.)’ı tanımıyor, başkasına da soramıyordum. Gece oldu, mescidden ayrılmıyordum. Ali bin Ebî Tâlib yanıma geldi ve 'Şu adam gariptir, yabancıdır sanırım.' dedi. Ben de: 'Evet, garibim.' dedim. Ali: 'Öyleyse bize buyur.' dedi. Ali ile beraber gittim. O gece seyahatime dair ne o bana bir şey sordu ne de ben ona bir şey söyledim.

Sabah olunca tekrar mescide gittim. İkinci gece oldu. Yine Ali yanıma geldi. 'Haydi bize gidelim.' dedi. Gittik. O gece de bir şey konuşmadık. Üçüncü gece Ali bin Ebî Tâlib bana: 'Senin hâlin nedir? Bu şehre niçin geldin?' diye sordu. Ben de: 'Mahrem tutacağına ve aradığımı bana göstereceğine söz verirsen anlatırım.' dedim. Ali: 'Emin olabilirsin.' dedi. Ben de: 'Duyduğumuza göre burada bir kişi çıkmış, "Peygamberim" dermiş. Onunla görüşmek, tanışmak için geldim.' deyince, Ali: 'Vallahi, gerçekten o Allah'ın Resûlü ve hak Peygamberdir. Sabahleyin ben yanına gideceğim, sen de peşimden gel.' dedi.

Sabah olunca Ali (r.a.): 'Nereye gidersem beni takip et. Şayet yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini görürsem bir kenara çekilir dururum, sen durma git. Ben nereye girersem sen de oraya gir.' dedi. Beraberce Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna vardık. Onu görür görmez: 'Esselâmu aleyke yâ Resûlallah!' dedim. Aklım, gönlüm onun nuruyla doluverdi. İçim ışıyıverdi. Sorguya suale hacet kalmadan hemen kelime-i şehâdet getirdim ve teslim oldum."

Hakkı Söylemekten Asla Geri Durmadı

Resûlullah (s.a.v.) bana:

“Yâ Ebâ Zer! Bu işi mahrem tut ve memleketine dön.” buyurdular.

Ben de: “Yâ Resûlallah! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, kelime-i şehâdeti en azılı müşriklerin ortasında söyleyeceğim.” dedim.

Mescide geldim ve:

“Ey Kureyş topluluğu! Bütün varlığımla bilir ve size de bildiririm ki, Allah’tan başka ibadet edilecek hiçbir mâbud yoktur. Ancak Allah vardır. Yine samimiyetle ilan ederim ki Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlü’dür!” diye haykırdım.

Kureyş müşrikleri beni öldüresiye dövmeye başladılar. Peygamberimizin amcası Abbas (r.a.) yetişip üzerime kapandı. Onlara:

“Helâk olasınız! Gıfar’dan bir kişiyi öldürüyorsunuz. Gıfar, sizin ticaret yeriniz, yol uğrağınızdır.” deyince, Kureyşliler çekildiler.

Kendime gelince Resûlullah (s.a.v.)’in yanına gittim. Beni o hâlde görünce:

“Yâ Ebâ Zer! Sana bu işi mahrem tut, memleketine dön dememiş miydim? Haydi şimdi sen kavmine git. Gördüğünü ve duyduğunu onlara haber ver. Onları Allah’a davet et. Davetimi açığa vurduğumda bana gel.” buyurdular.

Hicrete kadar kavmini İslâm’a davetle geçirdi. Gıfar’dan birçok kişi onun vasıtasıyla Müslüman oldu. Hicretten sonra da aynı vazifeyle meşgul olan Ebû Zer (r.a.), Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Sonra, iki cihan güneşi Efendimizle beraber olmak ve ona hizmet etmek arzusuyla Medine’ye yerleşti.

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz onunla her karşılaştığında elini sıkar, ona gülümser, iltifat eder ve ikramlarda bulunurdu.

Tebük Seferi’ne çıkılmıştı. Ebû Zer (r.a.)’ın devesi zayıf olduğu için geride kalmıştı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e yetişmek için eşyalarını arkasına alıp yürümeye başlamıştı. Ebû Zer (r.a.)’ın bu hâlini gören Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz:

“Allah Ebû Zer’e rahmet etsin. O yalnız gezer, yalnız ölür ve yalnız haşrolunur.” buyurmuşlardır.

O, dünyaya hiç değer vermemiş; evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmayıp hep fakirlere dağıtmıştır. Son derece zâhidâne yaşamıştır. “İhtiyacım olur.” diye bir kenarda hiçbir şey biriktirmemiştir.

Bana, aziz dostum sallallahu aleyhi ve sellem şöyle vasiyet etti, derdi:

“Çıkınlanıp ağzı bağlanan altın ve gümüş birer ateş parçasıdır. O, Allah rızası için muhtaçlara verilinceye kadar sahibini yakar.”

Ömrünün sonuna kadar bu zühdî hayatı tercih eden Ebû Zer (r.a.), Sevgili Peygamberimizin vefatından sonra Medine’de duramayıp Şam’a gitti. Vali onu tecrübe için bir gece adamıyla ona bin altın gönderdi. Ebû Zer (r.a.) gece uyumayıp onları fakirlere dağıttı.

Sabahleyin valinin adamı geldi. “Aman efendim, vali beni başka yere göndermiş, yanlışlıkla sana gelip altınları vermişim.” dediğinde, Ebû Zer (r.a.):

“Oğlum, o altınlar geceleyin fukaraya taksim olundu. Bir tanesi sabaha kalmadı. Sen üç gün mühlet al da o miktar altını tedarik ediverelim.” diye özür beyan etti. Şam valisi onun sıdk ve sadakatini, ihlasını ve cömertliğini bu şekilde öğrenmiş oldu.

İşte insan bu gibi davranışlarıyla yıldızlaşır. Saadet Çağı insanı hep bu müşterek özelliği ile ebedileşmiştir. Onlar maldan candan geçerek, Allah ve Resûlünde fânî olmuşlar; birer iman kalesi olarak kendilerine âhireti hedeflemiş ve bizlere güzel örnek olmuşlardır.

Peygamberimizin İltifatına Mazhar Oldu

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.):

“Yer Ebû Zer’den daha doğru bir kimseyi taşımamış, gök onun gibi bir kimseyi gölgelememiştir.” iltifatına mazhar olan Ebû Zer (r.a.), Hz. Osman (r.a.) hilâfetinde Medine’ye yakın bir köy olan Rebeze’ye yerleştirildi. Orada bir mescit yaptırdı ve ömrünün sonuna kadar İslâm’ı anlattı, Kur’ân öğretti, hadis okuttu.

281 hadis-i şerif rivayet eden Ebû Zer (r.a.), 652 (M) tarihinde Rebeze’de dâr-ı bekâya irtihâl eyledi. Cenâb-ı Hak’tan şefaatlerini niyaz ederiz.

Kaynak: Mustafa Eriş, Altınoluk Dergisi, 1993 - Eylül, Sayı: 91

İslam ve İhsan

EBÛ ZER EL-ĞIFÂRÎ (R.A.) NASIL MÜSLÜMAN OLDU?

Ebû Zer El-Ğıfârî (r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.