80’li Yıllarda İslam Dünyası

80’li yıllarda İslam dünyasının genel durumu nasıldı?

Filipinler’deki seçimlerde başkanlığa adaylığını koyan Marcos ve Aquino arasında tartışma konusu oldu ve bol bol istismar edildi. Moro Müslümanlarının özgürlük mücadelesi.

Başkan Marcos, kendi güdümündeki televizyon ve basında muhalefeti vatana ihanetle suçluyordu. Marcos’a göre muhalefet, Moro Milli Kurtuluş Cephesi (MNLF) ile görüşme yaparak “ayrılıkçı” güçlere destek olmuştu. MNLF lideri Nur Misuari ile muhalefetin başkan adayı Corazon Aquino’nun kayınbiraderi arasında İspanya’nın başkenti Madrid’de bir görüşme yapılmıştı iktidar basınına göre. 7 Şubat’ta yapılan seçimler öncesinde basında sürekli işlenen bu konuyla muhalefet adayı yıpratılmak isteniyordu. Her söz konusu edildiğinde televizyon ekranına getirilen bölünmüş bir Filipinler haritası ile konu geniş bir şekilde istismar edildi seçimler boyunca.

Buna karşılık, Aquino ailesi de MNLF ile hiçbir görüşme yapılmadığını, “kayınbirader” Agapito Aquino’ya başkan adayı “gelin” Acquino tarafından verilmiş hiçbir görüşme yetkisi olmadığını anlatarak savunma yaptı. Kayınbirader de bölünme ile gelecek bir barışa inanmadıklarını açıkladı. Ancak, Mindanao ve öteki Güney adalarındaki Müslüman oyların kaçmaması için, “Müslüman kardeşlerimiz” özerklik arzusunun saygıyla karşılandığı bu arada ister istemez açıklanmak zorunda kalınıyordu.

Morolu Müslümanların 13 yıldır, sürdürdükleri mücadele, ülke nufusunun üçte birini teşkil eden Müslüman Güney’i henüz bağımsızlığa birazcık olsun yaklaştırmış görünmüyordu. 1976’da Marcos yönetimiyle yapılan ve Moro’ya özerklik öngören Tropoli Anlaşması’nın uygulanmaması sonucu, 14 milyon Morolunun bağımsızlık umudu biraz daha sönüyordu. Üstelik, Marcos yönetimi baskıları artırmıştı, hareketi içerden çökertmek niyetindeydi. Ancak, bağımsızlık hareketinin parçalanmış gruplarım (Mindanao İslamî Kurtuluş Cephesi ve Bangsa Moro Kurtuluş Cephesi) yeniden bir araya getiren Nur Misuari, hareketi güçlendirmişti.

Filipinlerdeki Şubat seçimleri iyice göstermişti ki, hiçbir Filipinli politikacı, Bağımsızlık konusunda Morolulara destek olamayacaktı. Bayan Aquino bile, “Marcos diktatörlüğüne ilk karşı çıkan kesim” olarak Müslümanlara sempati ile baktığı bilindiği halde, Müslümanların sorunlarına sağır kalmayı tercih etmişti.

İSLAM DÜNYASININ GÜNDEMİNDEN

Bengaldeş Devlet Başkanı Erşad, 44 aylık askeri yönetimden sonra, 1986 yılı başından itibaren ülkesinde siyasî faaliyetleri serbest bıraktı. Ayrıca, Nisan ayında Devlet Başkanlığı ve Parlamento için de seçim yapılacağını açıkladı.

Cezayir’in eski Devlet Başkanı Ahmed Bin Bella, geçtiğimiz aylarda Paris’te bir araya gelen muhalefet güçlerinin Chadli Benjedid’in sosyalist rejimine karşı ortak bir cephe oluşturmaya karar verdiklerini açıkladı.

Nijerya, İslam Konferansı Örgütü’ne tam üye oldu. Daha önce İslam Konferansı toplantılarına gözlemci olarak katılan Nijerya’nın tam üyeliğe kabulü, örgütün Ocak ayında Fas’ta yapılan Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda açıklandı. Nijerya ile birlikte İslam Konferansı Örgütü’nün üye sayışı 46’ya çıkmış oldu.

Fildişi Sahili Devlet Başkanı Houphouet Boigny, İsrail’le diplomatik ilişkileri yeniden başlattı. 1973 Ramazan Savaşı sırasında Mısır’la dayanışma amacıyla İsrail’le ilişkileri kesen 26 Afrika ülkesinden biri olan Fildişi Sahili ile diplomatik ilişkiler, İsrail açısından büyük önem taşıyor.

Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı savaşın liderlerinden Ferhat Abbas, 86 yaşında öldü. Bumedyen’in sosyalist rejimine karşı çıkması nedeniyle gözaltı hapsine mahkum edilen Abbas, 1979’da Benjedid’in iktidara gelmesiyle serbest bırakıldı. Ferhat Abbas’ın sosyalizme yoğun eleştiri getiren ve Cezayir’in geleceği açısından İslam’ın önemini vurgulayan çok sayıda kitabı bulunuyor.

AFGAN DİRENİŞİ YEDİNCİ YILINDA

Afgan Mucahilerinin işgalci Sovyet güçlerine karşı sürdürdüğü direniş, yedinci yılına girdi. Geçtiğimiz Kasım ayında Reagan ve Gorbaçov arasında gerçekleştirilen zirve ile Afganistan sorununa bir çözüm bulunacağı umutlarını artırmıştı. Nitekim, Sovyetler Birliği’nin BM Genel Sekreter Yardımcısı Dieqo Cordovez’e yaptığı gayrı resmi teklif, bu görüşleri doğrular nitelikteydi. Teklifte, Batılıların Mücahitlere yaptığı yardımlar durdurulduğu taktirde, Sovyetler de birliklerini kademeli olarak geri çekecekti.

Görünürdeki bu gelişmelere rağmen, konu île ilgili siyasi gözlemciler böyle düşünmüyordu. Teklifin daha çok, Birleşmiş Milletlerin 1985 yılı sonlarında Afganistan’daki yabancı güçlerin çekilmesine ilişkin olarak oy çoğunluğuyla aldığı bir karar nedeniyle, iyi niyetli bir görüntü altında oylama taktiği olabileceği üzerinde duruluyor. Çünkü Sovyetlerin bu teklifi île gerçekler çelişiyordu. Son yıllarda Afganistan’daki Sovyet birliklerinin artırılmış olmasının yanı sıra, Karmal rejimi de Afgan mücahitleriyle yaptıkları savaşı yoğunlaştırmışlardı. Son olarak da Afgan ordusundaki beş general Sovyet birliklerinin hareketi konusunda hayati bilgileri mücahitlere sızdırdıkları gerekçesiyle Karmal rejimi tarafından tutuklanmıştı. Bunun anlamı, rejimin temel dayanağı olan orduda yapılan temizlikle baş ağrısı olabilecek unsurların yok edilmesiydi.

Sovyetlerin Afganistan’dan çekilme ihtimalinin bulunmadığını gösteren başka işaretler de vardı. Afgan Mücahitlerinin Londra temsilcilerinin yaptığı açıklamaya göre, Ruslar Afgan Hükümetindeki bütün önemli mevkileri ellerine geçirmişlerdi. Afgan Mücahitleri İslamî Birliği Avrupa temsilcisi Emin Yar, kendisiyle yaptığımız görüşme sırasında, başlangıçta 110 bin olan Sovyet askeri sayısını azaltma sözü veren Rusların bu sayıyı şimdi 240 bine çıkardığını, çekilme haberlerinin Batılı kamuoyunu oyalamaktan başka bir amaç taşımadığını söylüyordu. Afganistan cephesinin yediyıllık geçmişi ve cereyan eden olaylar, kuşkusuz, Gorbaçov’un değil, Emin Yar’ın sözlerini doğrular nitelikteydi.

YEMEN’DE NELER OLUYOR?

Arap dünyasının kendini Marksist kabul eden tek devleti Güney Yemen, geçtiğimiz ayların en kanlı ve en karışık ülkesiydi. Bugün artık yarı harabe bir görünüm taşıyan Aden’deki bu iktidarı ele geçirme mücadelesi sırasında ölenlerin sayışı 10 binin üzerindeydi. Son yıllarda Müslümanların yaşadığı hiçbir ülkede rastlanmayan boyutlara ulaşan bu çatışmalar sırasında ölen ve yaralananların büyük çoğunluğu, olaylarla dolaylı olarak bile ilgisi bulunmayan, içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu suçsuz Müslüman halktı.

Bu anlamsız görünen kargaşalığa karışan her iki grup da “marksist”ti. İkisi de İslam ve Müslümanlar karşısında birbirleriyle yarışırcasına hoşgörüsüz, acımasız ve düşmandı. Üstelik, her iki grup da Moskova’ya fanatik denilecek ölçüde sadıktı. O halde, neyin mücadelesi veriliyordu. Olayların arkasında yatan neydi?

Güney Yemen, Marksist ateizmle 15 yıldır ettiği flörtün bedelini ödüyordu. İslam’ın “resmen” yasaklanmış bulunduğu ülkede, Marksizme iman etmiş dar görüşlü yönetici takımın baskılarından ve zorbalıklarından halk artık yılmıştı. Her ikisi de İslam düşmanı bir ideolojinin temsilcisi olan bu iki grup, çoğunluğu Müslüman olan bir ülke halkı üzerinde kontrolü ele geçirme mücadelesi veriyordu.

Güney Yemen 1967’de İngiltere’den bağımsızlığım kazandığında 22 Sultanlıktan ve Arabistan Yarımadasının ucunda önemli bir liman kenti olan Aden’den meydana geliyordu. Bundan tam iki yıl sonra Marksist Kurtuluş Cephesi iktidarı ele geçirdiğinde, ülke, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti adını alarak bir Sovyet uydusu haline geldi. İktidarı ele geçiren Marksist darbecilere göre İslam, Müslüman halkın birinci düşmanıydı. Bu dönemde çok sayıda cami yıkıldı, mukaddes ziyaretgahlar tahrip edildi, medreseler kapatıldı. Ulema, işkenceye bile lüzum görülmeden öldürüldü. 600’ün üzerinde alim kurşuna dizildi. Ulemanın bir kısmı da askerî ciplerin arkasına bağlanarak kızgın kumlar üzerinde saatlerce dolaştırıldı.

Afganistan, Etiyopya ve Arnavutluk’taki Marksist yöneticiler gibi, Güney Yemen’in diktatörleri de iktidar olma hakkını Müslüman halktan meşru yollarla alamayacaklarım gayet iyi biliyorlardı. Ancak baskı ve şiddet politikasıyla ayakta durmaları mümkündü. Bunun bir sonucu olarak, Güney Yemen bir “polis devleti”ne dönüştü. Doğu Almanya’da yetiştirilen haber alma memurları, ülkede bir iç muhalefetin yeşermesini önlemekte pek mahir davranıyorlardı. Zaman zaman ortaya çıkan muhalif sesler de ya komşu Arap ülkelerinden birine sürgüne gönderiliyor ya da özel eğitimli suikast ekiplerince “gideriliyor”du.

Bütün bunlara rağmen, iktidarı elinde tutan “proleterler”, kendi içlerinde huzursuzdu. İktidar mücadelesi kendi aralarında sürüyordu. Nitekim, 1969-1978 arasında üç kanlı darbe yapıldı. Ve üçü de başarılı oldu. Bütün bu darbeler ve karşı darbelerle birçok yönetici değişti. Değişmeyen bir tek şey vardı: Güney Yemen’in Sovyet bağlısı politikası.

Aden, Sovyet Deniz Kuvvetleri için Kızıldeniz’le Hint Okyanusu arasında bir kapı olmaktan öte, Etyopya’ya silah sevkiatı için de bir üs görevi yaptı yıllarca. Fakat son yıllarda Devlet Başkanı Ali Nasır Munammed’in, bu çok fakir ülkenin doktriner marksist ekonomik yapısını yumuşatarak Batı yanlısı komşuları Suudî Arabistan ve Körfez ülkeleriyle yeniden ilişki kurma amacı taşıyan girişimleri, işin rengini biraz değiştirir gibi oldu. İçerdeki bu yumuşama girişimleri ve dışardaki ılımlı politika arayışları, geçtiğimiz aylarda cereyan eden ve şu anda bitmiş gibi görünen karışıklara yol açarak, Ali Nasır’ın hayatına malolacaktı.

Bir önceki Devlet Başkanı ve Ali Nasır Muhammed’in yakın arkadaşı Abdülfettah İsmail’in yönetimindeki sertlik yanlısı marksistler, 12 Ocak’ta başlattıkları darbeyle Ali Nasır Muhammed’i devirdiler. Ancak bu arada, Abdülfettah İsmail de ağır şekilde yaralandı ve kurtarılamadı. Yerine, o sırada Moskova’da bulunan Attas getirildi.

Darbede Moskova’nın rolü neydi? Karışıklıklar, Sovyetler Birliği’ne Nasır’ın politikasından rahatsız olduğunu mu gösteriyordu? Yoksa, Kızıldeniz’in kapısını tutan bu çok önemli Sovyet üssünün Orta Doğu’da diplomatik temaslar kurmasını ve ılımlı bir politika izlemesini Sovyetler Birliği de gerçekten istiyor muydu?

Bunu ancak zaman gösterecek.

Kaynak: Altınoluk 1986 - Mart, Sayı: 1

 

İslam ve İhsan

SURİYE BU HALE NASIL GELDİ?

Suriye Bu Hale Nasıl Geldi?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.