İlk Yıllarda Kuran'ın Ezberlenmesi

Kur’ân’ı telakkîde aslolan, ilk günden beri hep onu ezberlemek olmuştur. Allah Teâlâ sâlih kullarının kalplerini kelâmı için bir kap, sadırlarını da onu ezberlemeleri için mushaf kılmakla ümmet-i Muhammed’e çok büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur.

 Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Fakat o (Kur’ân) kendilerine ilim verilmiş kimselerin sînelerinde parıldayan parlak âyetlerdir ve bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.” (el-Ankebût 29/49)

Bu âyetten anlaşılacağı gibi Kur’ân’ın asıl vasfı sadırlarda parlamaktır. Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e şöyle buyurur:

“Seni imtihan etmek ve seninle diğer insanları imtihan etmek için seni peygamber olarak gönderdim. Sana bir kitap indirdim ki onu su yıkayamaz! Onu uyurken ve uyanıkken okursun!”[1] Kur’ân’ı su yıkayamaz, çünkü sadırlarda korunmaktadır. Uyurken de uyanıkken de Kur’ân mü’minin kalbinde durur ve onu istediği zaman kolayca okur.[2] Zira Cenâb-ı Hak onu okuma, ezberleme ve öğüt alma için kolaylaştırdığını kuvvetli tekitlerle beyan buyurmuştur.[3] Bu sebeple Kur’ân’ın tamamını ezberleyemeyen bir mü’min, kolayına geldiği kadarını ezberlemelidir.

Kur’ân-ı Kerîm dünya üzerinde en fazla ezberlenen kitaptır. Başka bir benzeri de yoktur. Onun kısım kısım nâzil olan âyet ve sûrelerini herkesten evvel Rasûlullah (s.a.v) ezberliyordu. Cebrail (a.s), vahyi Allah Rasûlü’ne okuduğunda, âyetlerin nazmı ve mânaları Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde aldığı Kur’ân vahiylerini ezberliyor ve ezberden okuyordu.[4] Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

UNUTMAYACAKSIN!

“Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın.” (el-A‘lâ 87/6-7)

Allah Teâlâ, diğer âyetlerde de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Kur’ân’ı ezberleteceğini, okutacağını ve mânasını öğreteceğini va‘detmişti.[5] Daha sonra da şöyle buyurmuştu:

“Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve “Rabbim! İlmimi arttır” de.” (Tâhâ 20/114)

Bu âyetler, daha önce inen Kıyâme sûresinin 17-19. âyetlerini hem tefsir hem de tekid etmektedir. Zira orada Allah Rasûlü’ne dilini kıpırdatmaması söylenirken bunun ne kadar süreceği açıklanmamıştı. Daha sonra inen bu âyet ise, Rasûlullah (s.a.v)’e, Cebrâil’in getirdiği vahyin tamamını dinledikten sonra okumaya başlamasını emretmiştir.

Kuran'ı Ezberleme Metodları

Bu âyetlerde Kur’ân’ı ezberleme metoduyla ilgili mühim esaslara temas edilmektedir:

- Öncelikle hocayı düzgün bir şekilde dinlemek emredilmiştir. Zira ancak bu sâyede doğru bir ezber yapılmış olur.

- Dikkatli olmak, zihni toplamak, ezberi engelleyici hal ve hareketlerden uzak durmak gerekmektedir.

- Allah’a tevekkül ederek, O’nun kendi kitabını ezberlemeye çalışanlara yardım edeceğini bilmelidir.

- Bir de ilmimizi artırması için Allah’a dua etmelidir.

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân-ı Kerîm’i her vesileyle devamlı ezberden okurlardı. Bu durum sahabenin Kur’ân’ı ezberlemesini kolaylaştırırdı. Rasûlullah (s.a.v) kıldırdığı namazlarda bize göre uzun sayılabilecek sûreler okurlardı. Hele gece namazlarında kıyâm ve kıraati gerçekten uzun olurdu. Cüzlerle ifade edilecek derecede Kur’ân tilâvet ederlerdi. Şu rivâyet bu açıdan ne kadar dikkat çekicidir:

Bir gün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e iktidâ ederek namaza duran Huzeyfe (r.a) şöyle anlatıyor:

“Bir gece Allah Rasûlü’yle beraber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine devam etti.”

Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde Âl-i İmrân ve en-Nisâ sûrelerini de okumuşlar. Huzeyfe (r.a) onun bu esnadaki kıraatini de şöyle tavsif ediyor:

“Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «سُبْحَانَ اللّٰهِ» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra, «سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ» diyerek doğruldu. Rükûda kaldığına yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلٰى» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.”[6]

Allah Rasûlü (s.a.v)’in ve ashâbının her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı.[7] Böylece Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte sahâbe-i kirâm da durumlarına göre Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyorlardı. Bu şekilde Kur’ânı ezberleyen pek çok sahâbînin ismi geçmektedir. Bunların bir kısmı Kur’ân’dan bazı sûreleri ezber bildikleri gibi, içlerinden Kur’ân’ı başından sonuna kadar ezberleyen “hâfız”lar da vardı.[8]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz âyetler ve sûreler nâzil oldukça onları hemen ashabına ezberletmeye çok büyük ihtimam gösterirlerdi. “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”[9] buyurmak sûretiyle buna teşvik ederlerdi. Sahabe-i kirâm, inzâl edilen âyetleri bizzat yazmak veya yazmayı bilmiyorsa birisine kendisi için yazdırıvermek için güçleri yettiğince koşar, Kur’ân’ı indiği gibi ezberlemek maksadıyla sabah akşam Allah Rasûlü’ne okurlardı. Öyle ki bu gayrete şaşıran kâfirler, ileri geri konuşmaya başlamışlardı. Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir:

“İnkâr edenler; «Bu (Kur’ân), olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir» dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. Yine onlar dediler ki: «(Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, öncekilerin masallarıdır».” (el-Furkân 25/4-5)

Civar kabilelerden Medine’ye gelen heyetler ve kalacak yeri olmayan muhacirler, Allah Rasûlü’nün gözetimi altında Mescid-i Nebî’nin sofasında barınır, orada devamlı Kur’ân’ı okur, birbirlerine dinletir ve müzâkere yaparlardı. Bu esnada mescidi arı vızıltısı gibi bir uğultu kaplardı. Nitekim, “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek ibadet edenlerle birlikte candan sebat et!”[10] âyeti onlar hakkında nâzil olmuştur. Suffe ismi verilen bu mübarek mekân, serî bir şekilde Kur’ân muallimleri yetiştiren ve dışarıdan İslâm’ı öğrenmek için gelerek bir müddet orada kalan insanların en kaliteli eğitimi tatbikî olarak aldığı bir medrese hüviyetinde idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onları bir müddet sonra muhtelif kabilelere hoca olarak veya kendi kabilelerine tebliğci olarak gönderirlerdi. Bunlardan 70 hâfız Bi’r-i Maûne fâciasında pusuya düşürülüp şehid edildiğinde Rasûlullah (s.a.v) buna çok üzülmüş ve bir ay boyunca hainlere beddua etmişlerdi.[11] Bu hadiseden sonra sahabenin Kur’ân hıfzı konusunda gösterdiği ihtimam daha da artmıştı.[12]

Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edip vahiy tamamlandığında pek çok kişi Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş, namazlarda okuyordu. Zira Müzzemmil sûresinin başında emredildiği üzere gecenin yarısından fazlasını namaz ve Kur’ân tilavetiyle geçirebilmek için en azından Kur’ân’ın büyük bir kısmını ezberlemeleri gerekiyordu.

Daha sonra gelen İslam ulemâsının en mühim esası da Kur’ân’ı ezberlemeden diğer ilimlere başlamamak olmuştur. Âlimlerin hayatlarını okuduğumuzda hep küçük yaşta Kur’ân’ı ezberledikleri, sonra ilim talebine başladıkları kaydedilmektedir. İmam Nevevî ilim tâlibinin âdâbından bahsederken şöyle der: “Ezberlemeye, tekrar ve mütalaaya en mühimlerinden başlamalı ve önem sırasına göre gitmelidir. İlk başlayacağı şey Kur’ân-ı Azîz’i ezberlemek olmalıdır. Zira o, ilimlerin en mühimidir. Selef, hadisi ve fıkhı ancak Kur’ân’ı ezberleyen kimseye öğretirlerdi.”[13]

İlim yoluna girmeyen nice insan da Kur’ân’ı ezberlemeyi hayatının ideali hâline getirmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki tarih boyunca hiçbir millet, kendilerine gönderilen ilâhî kitaba, Ümmet-i Muhammed’in Kur’ân’a gösterdiğinden daha fazla itina göstermemiştir. Müslümanlar, ilk günden beri Kur’ân-ı Kerim’le uzaktan yakından alâkası olan her şeyi muhafaza, mütâlaa ve tedvin konusunda diğer ümmetleri geride bırakmışlardır. Hiçbir ümmetin kendilerine gelen kitabı küçüğüyle büyüğüyle, genciyle yaşlısıyla, şehirlerde, köylerde asırlar boyunca ezberleyerek muhafaza ettiğine tarih şahitlik etmemiştir. Merkezlerden en uzak köşelerde bile Kur’ân’ı okuyan biri, bir kelimesinde veya harfinde hata edecek olsa kendisine doğruyu gösterecek kimseler mutlaka bulunur. Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitap bu itinaya nâil olamamıştır.[14]

Dipnotlar:

[1] Müslim, Cennet, 63; Ahmed, 4: 162.

[2] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî (ö. 676/1277), el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim b. Haccâc (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1392), 17: 198; Ahmed (Arnaût), 29: 34-35.

[3] el-Kamer 54/17, 22, 32, 40.

[4] el-Bakara 2/97; eş-Şuʻarâ 26/192-195.

[5] el-Kıyâme 75/16-19.

[6] Müslim, Müsâfirîn, 203. Krş. Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (v. 852/1449), el-Metâlibü’l-âliye bi-zevâidi’l-mesânîdi’s-semâniye, haz. Saʻd b. Nâsır b. Abdilaziz eş-Şesrî (Dâru’l-Âsıme - Dâru’l-Ğays, 1419-1420), 4: 389/585.

[7] Bkz. Müslim, Müsâfirîn 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4: 9; İbn Mâce, Salât 178.

[8] Abdurrahman b. Ebî Bekir, Celâlüddin es-Süyûtî, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim (el-Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-Âmmetü li’l-Kütüb, 1394), 1: 72.

[9] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2; Ahmed, 1: 153.

[10] el-Kehf 18/28.

[11] Bkz. Ahmed, 3: 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

[12] Kevserî, Makâlât, s. 25.

[13] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb (Dâru’l-Fikr, ts.), 1: 38.

[14] Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1952), Makâlâtü’l-Kevserî, el-Envâr, 1373, s. 23. Bkz. Itır, Cemʻu’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 43-51; Murat Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri ve Tefsirdeki Yeri, İstanbul: Erkam Yayınları, 1440/2018, s. 160-162; a.mlf., Ebedî Yol Haritası İslâm, İstanbul: Erkam Yayınları, 1430/2009, s. 223-228.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.