Peygamberimizin İnsanların Hatalarını Düzeltme Üslubu

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) insanların hatalarını düzeltmesi ve bu tür muameleleri tamamen ilâhî vahyin kontrolünde olduğu için, terbiye ve eğitimle meşgul olanların O’nun yolunu takip etmeleri zarûrîdir. İşte Peygamberimizin insanların hatalarını düzeltme üslubu...

Allah Rasûlü (s.a.v) Rabbinden bir nûr üzere yürüyerek hataları tashih etmiş ve bu mevzuda asla ihmâl göstermemişlerdir. Rasûlullâh (s.a.v)’in bu vasfından âlimlerimiz şöyle bir kâide çıkarmışlardır:

“İhtiyaç hâsıl olduğunda Hz. Peygamber (s.a.v)’in lüzumlu beyan ve îkâzı geciktirmesi caiz değildir.”

Peygamber Efendimiz’in insanların hatalarını düzeltmesi ve bu tür muameleleri tamamen ilâhî vahyin kontrolünde olduğu için, terbiye ve eğitimle meşgul olanların O’nun yolunu takip etmeleri zarûrîdir. O, bizim için Üsve-i Hasene’dir, en iyi örnek ve rehberdir. Gidilecek en doğru yol, O’nun yoludur.

Rasûlullah (s.a.v)’ın bu metot ve usullerini kullanabilmek için o terbiye ve eğitimi almak, kendimizi ona göre yetiştirmek îcâb etmektedir.

Burada Allâh Rasûlü’nün (s.a.v) değişik mertebelerdeki insanların hatalı davranışlarına karşı nasıl muamele ettiğini ve o hataları nasıl düzeltip tashih ettiğini gösteren bir kısım örneklere yer vereceğiz.

İnsanların hatalarını düzeltmeye başlamadan önce dikkat edilecek bazı mühim hususlar vardır. Onlardan bir kısmı şöyledir:

HATÂLARI TASHİHTE BAZI MÜHİM HUSUSLAR

1- Allah için ihlaslı olmak ve O’nun rızasına ermek için samimi bir niyetle hareket etmek.

Her hususta olduğu gibi hataları düzeltirken de sırf Allâh rızâsı için hareket edilmeli, herhangi bir geçici menfaat, şan, şöhret peşinde olmamalıdır. Görülen bir hatayı düzeltirken ihlâs ve samimiyetle hareket edilirse Cenâb-ı Hak ifâdelere hem tesir hem de ecir lutfeder.

2- Her insan tabiatı îcâbı hatâ yapabilir.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Her insan birçok hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbn-i Mâce, Zühd, 30)

Hata işleyenlere kabalık ve şiddetle değil, merhametle yaklaşmak gerekir. Zira maksat ıslahtır, cezalandırma değildir.

Fakat yukarıdaki hadîs-i şerîfi yanlış anlayarak hatâ sahiplerini ve günahkârları mâzur görmek, kendi hallerine bırakmak ve beşer olmaları, zamanın bozuk olması gibi muhtelif bahanelerle onları temize çıkarmaya çalışmak da doğru değildir. İslâmî ölçülere göre hesaba çekmek ve yapılan o işin doğru olmadığını söylemek îcâb eder.

3- Bir hareketin hatalı olduğunu söylerken şer’i bir delile dayanmalı; cehaletle veya şahsi bir tehevvürle hareket etmemelidir.

İnsan bilmediği hususlarda kendi görüşüne göre hareket etmemelidir. Mes’eleyi tam olarak biliyorsa güzel bir üslûpla hatâları düzeltmeli, aksi takdirde susmayı, işin aslını öğrenmeyi tercih etmelidir.

4- Hatanın büyüklüğüne göre düzeltilmesine daha çok ehemmiyet verilmeli.

Büyük ve mühim hatâları düzeltmeye daha çok ehemmiyet vermelidir. Allâh Rasûlü (s.a.v) de, her bir davranış karşısında aynı tepkide bulunmamıştır. Davranışın durumuna ve ait olduğu mevzuya göre muamele etmiştir. Bazı hususlar vardır ki, Allâh Rasûlü (s.a.v) burada affedici ve müsamahakar davranmamış; bilakis hemen müdahale etmiştir. Bunlar daha ziyade itikat, ibadet ve haramlarla ilgili mevzulardır.

Allah Rasûlü (s.a.v) en büyük titizliği tevhid mevzuunda gösterirdi. Müslüman olan kabilelerden, ilk olarak bölgelerinde bulunan putların kırılmasını isterdi. Sakîf kabilesinin Müslüman olması sırasında yaşanan şu hâdise ve Efendimiz’in burada sergilediği tavır ne kadar mühimdir:

Sakîf temsilcileri, Allâh Rasûlü (s.a.v) ile anlaşma yaptıktan sonra, beldelerinde bulunan Rabbe (Lât) putunun üç sene müddetle yıkılmayıp bırakılmasını talep ettiler. Rasûlullâh (s.a.v) onların bu isteğini kabul etmedi. Sakif temsilcileri:

“−İki sene tehir et” dediler. Rasûlullâh (s.a.v) yine kabul etmedi.

“−Bir sene tehir et” dediler. Efendimiz yine kabul etmedi.

“−Tâif’e vardıktan bir ay sonraya tehir et” dediler. Peygamberimiz putu yıkmak için bir vakit tayinine yanaşmadı.

Temsilcilerin böyle yıkım işinin geri bırakılmasını ısrarla istemeleri, Sakîf halkının bazı mutaassıp kimselerinden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini, Müslüman oluncaya kadar Rabbe (Lât) putunun yıkımıyla heyecana ve korkuya düşürmeyi uygun görmüyorlardı. Çaresiz kalınca, putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan affedilmelerini istediler. Allâh Rasulü (s.a.v):

“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi affediyoruz.” buyurdu. (İbn-i Hişam, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968)

Bu hâdisede Peygamber Efendimiz (s.a.v), henüz yeni Müslüman olmuş bir kabileyle karşı karşıyadır. Onların, sadece bu sebeple İslâm’dan dönmeleri bile mevzubahistir. Fakat Müslüman olmanın ilk şartı tevhîdi kabullenmek ve şirki reddetmektir. Bu sebeple Allâh Rasûlü (s.a.v), Sakîf kabilesinin aşırı ısrarına rağmen asla tâviz vermemiştir.

Diğer bir misâl de şöyledir: Allâh Rasûlü (s.a.v), Hudeybiye’de iken gece yağan yağmurun akabinde sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince cemâate dönüp:

“–Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâbın, “Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir” mukâbelesi üzerine sözlerine şöyle devâm etti:

“–Cenâb-ı Hak buyurdu ki: Kullarımdan bir kısmı mü’min, diğer bir kısmı ise kâfir olarak sabahladı. «Allâh’ın rahmet ve berekâtıyla bize yağmur yağdı.» diyen, Bana inanmış; yıldızı inkâr etmiş olur. «Falan ve falan yıldızın batıp doğmasıyla üzerimize yağmur yağdı.» diyen de Ben’i inkâr etmiş, yıldıza inanmış olur.” (Buhârî, Ezân, 156)

Mevzuyla alâkalı diğer bir hâdise de şöyledir:

Peygamberimiz’in oğlu İbrâhîm’in vefât ettiği gün güneş tutulmuştu. İnsanlar güneşin İbrâhîm’in ölümü sebebiyle tutulduğunu söylediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz:

“–Ay ve güneş, Allâh’ın âyetlerinden sâdece iki âyettir. Bunlar, birinin ölümü veya doğumu için tutulmazlar. Onu tutulmuş gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar Allâh’a duâ edin ve namaz kılın.” buyurmuştur. (Buhârî, Kusûf, 15)

Allah Rasûlü (s.a.v)’e bir topluluk geldi. Efendimiz (s.a.v) aralarından bulunan bir adamı “Abdülhacer” yani “Taşın kulu” diye çağırdıklarını duydu. O adama ismini sordu. “Abdülhacer” deyince:

“–Hayır, sen «Abdullah»sın buyurarak ismini değiştirdi.” (Buhari, Edebü’l-Müfred, 813)

5- Hatayı düzeltecek kişinin mevkîi çok mühimdir.

Cenâb-ı Hak, bazı kullarına farklı bir mevkî, güç, kuvvet ve tesir vermiştir. Bu tür insanların hataları tashihte daha büyük nüfûzu ve tesiri vardır; onların sözleri daha çok dinlenir. Babanın oğluna, muallimin talebeye, âmirin memura tesiri gibi… Böyle bir makama sâhip olan kimseler neyi ne zaman yapacağını, hangi sözü nerede söyleyeceğini daha iyi bilirler. Her şeyi yerli yerince yaparlar.

Dolayısıyla onların emr bi’l-mâruf nehiy ani’l-münker ve insanların dînî tâlim ve terbiyesi husûsundaki mes’ûliyetleri daha ağırdır. Allâh’ın kendilerine lutfettiği üstün kâbiliyetleri bu yolda kullanmalıdırlar. Çünkü insanlar onları diğerlerinden daha çok dinlemekte ve sözlerini kabul etmekte; onların tesiri diğerlerine göre daha fazla olmaktadır.

Böylesi bir mevkî ve nüfûza sâhip insanların yanlış bir harekette bulunmaları, kendilerini olduklarından daha yüksek bir makamda görmeleri ve şahsî arzularına göre hareket etmeleri, insanların nefretine ve yüz çevirmelerine sebep olur. Kendilerini de büyük bir vebâle sürükler.

Âlemlere Rahmet Efendimiz, Allâh’ın kendisine lutfettiği makâm, mehâbet ve nüfûzu, ümmetinin tâlim ve terbiyesi istikâmetinde kullanırdı. O’nun söylediği bir söz veya yaptığı bir fiil başkasından sâdır olsaydı, belki münâsib olmazdı. Lâkin O, sâhip olduğu mevkî ile hataları düzeltmiş ve ümmetini terbiye etmiştir.

Bununla alakalı Allah Rasûlü’nün hayatında şu nümûneleri görürüz:

a) Yaîş b. Tıhfe, babasından naklen şu hâdiseyi nakleder: Bir defasında bir kısım fakir insanlarla birlikte Rasûlullah’a misafir oldum. Allah Rasûlü (s.a.v) geceleyin çıkıp (bir ihtiyaçları var mı diye) misafirlerin durumlarını kontrol ederken beni karnımın üzerine yatmış bir vaziyette gördüler. Mübârek ayaklarıyla bana dokunarak:

“–Bu şekilde yatma; çünkü bu, Allah Teala’nın buğzettiği, sevmediği bir yatış şeklidir” buyurdular.

Bir başka rivayete göre, mübârek ayaklarıyla dürtüp onu uyandırdılar ve:

“–Bu, cehennem ehlinin yatış şeklidir” buyurdular. (Bkz. Ahmed, V, 426; Ebu Davud, Edeb, 94/5040; Tirmizî, Edeb, 21/2768)

Bu tür bir davranış, Allah Rasûlü’nün o kişi karşısındaki makam ve mevkiine münâsiptir. Fakat başkalarının onu dürterek kaldırması ve îkâz etmesi uygun düşmezdi. Belki daha münâsip yollarla îkâz etmeleri, daha yumuşak konuşmaları gerekirdi.

Huzeyfe (r.a) Medâyin şehrinde bulunduğu sırada su istedi. Oranın reislerden biri kendisine gümüş bir bardakla su getirdi. Huzeyfe (r.a), bardağı sert bir tavırla getirene iâde etti ve:

“–Ben şimdi böyle davranmazdım, ancak daha önce onu bu bardakla su getirmekten nehyettim fakat dinlemedi” diyerek Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu nakletti:

“–Altın ve gümüş kaplardan su içmeyiniz. Dîbâc ve harîr adıyla anılan ipekli kumaşlardan yapılmış elbiseler giymeyiniz. Altın çanak ve tabaklara konan yemekleri yemeyiniz. Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizin olacaktır.” (Müslim, Libâs, 4)

Bu davranışı kadri yüce bir sahâbî değil de normal bir insan yapsaydı uygun olmazdı.

6- Bilerek hata yapanla bilmeden hata yapanı ayırmak.

Câhile öğretmek, şüphe içinde olana açıklamak, gâfile hatırlatmak, ısrar edene de nasihatte bulunup öğüt vermek îcâb eder. İnsanlara muâmelede bulunurken bilenle bilmeyeni aynı seviyede tutmak doğru değildir. Câhile baştan sert muâmele etmek, çoğu zaman onu nefrete ve baş kaldırmaya sevkeder. Çünkü o hata yaptığını düşünmemektedir. Evvelâ ona hikmetle ve yumuşaklıkla anlatılsa, belki hakikati görecek ve hatasından vaz geçecektir. Bu sebeple câhil, hâl lisânı ile:

“–Bana hücûm etmeden evvel doğruyu güzellikle öğretsen daha iyi olmaz mıydı?” der.

Muâviye ibni Hakem es-Sülemî (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen “yerhamukellah” dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine:

“–Vay başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz?” deyince de, ellerini uyluklarına vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını görünce kızdım; ama yine de sustum.

Anam-babam Rasûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne ondan önce ne de ondan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim. Vallâhi beni ne azarladı ne dövdü ne de sövdü. Namazı kıldırıp bitirince bana şunları söyledi:

“–Bu ibâdetin adı namazdır. Namaz kılarken dünyâ kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz tesbih, tekbir ve Kur’ân okumaktan ibârettir.” Yahut buna benzer bir şey söyledi. Ben de:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben yeni Müslüman oldum. Allâh Teâlâ İslâmiyet’i gönderdiği hâlde hâlâ kâhinlere gidenlerimiz var!” dedim. Bana:

“–Sen kâhinlere gitme!” buyurdu. Ben tekrâr:

“–Aramızda uğursuzluğa inanan adamlar var” deyince de:

“–Bu onların gönüllerinde hissettikleri bir duygudur. Bu duygu onları işlerinden alıkoymasın.” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 33)

7- İctihad netîcesinde meydana gelen hata ile kasıt, gaflet ve kusurdan kaynaklanan hatayı ayırmak gerekir.

İctihadda bulunduktan sonra yanlış yapan kimse kınanmaz. Bilâkis ona bir ecir verilir. Çünkü ihlas ve samimiyetle gayret etmiş, çalışmış, ancak hata etmiştir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Hakim içtihat ederek hüküm verir ve doğruya isabet ederse iki ecir alır. Şayet hata yaparsa bir ecir alır.” (Tirmizî, Ahkâm, 2/1326)

Kasıtlı olarak ve ihmal eseri hata yapan kimsenin böyle olmayacağı açıktır. Birinciye öğretilir ve nasihat edilir, ikinciye de öğür verilir ve yaptığı işin doğru olmadığı söylenir.

8- Hata yapan kimsenin iyi niyetli olması, onun hatasını düzeltmeye mâni değildir.

Bazen hata yapan kimselerin iyi niyetli olmaları ve hayırlı bir iş yapmayı murâd etmeleri, onları kurtarmaya yetmeyebilir. Dolayısıyla onları “iyi niyetlidir” diye kendi hâline bırakmamalı, hatalarını düzeltmelidir.

9- Hatayı düzeltirken âdil olmak ve yakınlara karşı musâmahalı davranmamak.

Allâh Teâlâ: “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmedin” (en-Nisâ, 58) buyurur.

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz döneminde Mekke’nin fethi sırasında hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyş’i oldukça endişelendirmişti.

“–Bu kadın hakkında Rasûlullâh (s.a.v) ile kim konuşur?” dediler.

“–Buna Rasûlullâh (s.a.v)’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’den başkası cesâret edemez” dediler. Kadın Rasûlullâh (s.a.v)’in huzûruna getirildi, Üsâme onun hakkında Allâh Rasûlü (s.a.v) ile konuştu. Efendimiz’in yüzü renkten renge girdi ve:

“–Allâh’ın hadlerinden birini düşürmem için mi şefaat ediyorsun?” buyurdu. Üsâme:

“–Ya Rasûlallâh, benim için istiğfar ediver!” dedi. Akşam olunca Peygamber Efendimiz ayağa kalktı, Allâh Teâlâ’ya lâyıkı vechile hamd ü senâda bulunduktan sonra şu hitâbede bulundu:

“–Sizden öncekiler, ileri gelenlerden biri hırsızlık yaptığı zaman onu cezâlandırmadıkları, zayıf biri hırsızlık yaptığı zaman ise ona hemen had tatbik ettikleri için helak oldular. Bana gelince, nefsim elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, şayet Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı muhakkak elini keserdim.”

Sonra emretti ve hırsızlık yapan kadının eli kesildi. (Müslim, Hudûd, 9)

Allâh Rasûlü (s.a.v)’in yanında İslâmî kâideler, şahısların muhabbetinden önce geliyordu. İnsan, şahsına karşı yapılan hatâlara müsâmaha gösterebilir, lâkin dinî hususlarda hatâ yapanlara göz yummaya ve müsâmahakâr davranmaya hakkı yoktur.

Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz, Üsâme’yi çok sevmesine rağmen hüküm verirken ve bir hatayı düzeltirken kesinlikle adâletten ayrılmamış ve muhabbet ettiği kimseyse meylederek kararında bir değişiklik yapmamıştır.

Bazı insanlar yakınlarının yaptığı hataları hoş görürler, başkalarının yaptıklarına ise karşı çıkarlar.

Bu durum insanların hareketlerini değerlendirirken de kendini gösterir. Sevilen bir kimse bir hareket yaptığında bu bir sebebe hamledilir ve mâzur görülür; başka bir şahıs aynı şeyi yapsa bu sefer aynı hareket farklı bir şekilde anlaşılır.

10- Daha büyük bir hatâya sebep olacaksa hatâyı düzeltmekten sakınmak îcâb eder.

Daha büyüklerini savmak için küçük zararlara katlanılır. Bir kimsenin hatâsını düzeltmeye kalkmak daha büyük bir hatâ ve zarara yol açacaksa susmak daha iyidir.

Peygamber Efendimiz, kimler olduğunu bildiği ve küfürleri sabit olduğu hâlde münafıklar hakkında sükût etmiş, onları öldürmemiş; eza ve cefalarına sabretmiştir. İnsanların, “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” demelerine mâni olmuştur. Yine Peygamber Efendimiz, Kureyş’in câhiliye dönemine yakın olması sebebiyle Kâ’be’yi yıkıp İbrahim (a.s)’ın yaptığı temeller üzerine inşâ etmekten çekinmiştir.

Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, müşriklerin ilâhlarına hakaret etmeyi yasaklamıştır. Çünkü böyle yapmak onların da Allâh Teâlâ’ya hakaret etmelerine sebep olur. Bu ise daha büyük bir kötülüktür.

Müslüman, bir kötülük görüp de onu düzeltmeye teşebbüs etmesinin daha büyük bir kötülüğe sebep olacağını anlarsa, îkâzını tehir eder veya kullandığı yolu, metodu ve vesîleyi değiştirir. Niyet sahîh olduktan sonra bu bir kusur ve korkaklık sayılmaz.

Bir ilim ve hikmete dayanmayan hamâsî çıkışlar umûmiyetle daha büyük zararlara yol açmaktadır.

11- Hatanın kaynaklandığı tabiatı iyi tanımak.

Bazı hatâlar vardır ki, yaratılışla alâkalı bazı durumlar sebebiyle onları tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir; ancak azaltmak ve hafifletmek imkân dâhilindedir. Bu tür hatâları tamamen yok etmeye çalışmak daha büyük belâlara yol açar. Meselâ Peygamber Efendimiz (s.a.v) kadınlarla alakalı olarak:

“Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan, yine eğri kalır. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz.” (Buhârî, Enbiyâ 1, Nikâh 80; Müslim, Radâ’ 60)

Onları rıfk ve mülâyemetle doğrultmaya çalışmalıdır. Tamamen bırakılırsa o zaman da eğrilikleri artar.

12- Dînî yönden yapılan hata ile şahsımıza yapılan hatayı birbirinden ayırmak îcâb eder.

Din bizim için her şeyden önemli olduğu için bu hususta yapılan hatâlara, şahsımıza yapılanlardan daha çok kızmamız ve düzeltmeye çalışmamız lazımdır.

Rasûlullâh (s.a.v), şahsına yapılan hatalar ve saygısızlıklara müsamaha gösterirdi. Bilhassa bedevîlerin kabalıklarına karşı, onların kalplerini İslâm’a ısındırmak maksadıyla mülayim davranırdı.

Enes -radıyallâhu anh- şöyle der:

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Bedevînin bu hareketinden dolayı hırkanın kenarı Efendimiz’in boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî:

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a âit mallardan bana da verilmesini emret.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp tebessüm buyurdu. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128)

Fakat dinle alakalı bir hatâ olduğunda, Peygamber Efendimiz, Allâh için gadap ederdi.

HATALARI DÜZELTMEK İÇİN DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR

Dikkat edilecek diğer bazı hususlar da şunlardır:

* Büyük ve küçük hatâları birbirinden ayırmak lâzımdır.

* Önceden iyilik ve hayrı çok olan kişi ile hiç hayrı ve iyiliği olmayan kişinin hatalarını tefrik etmelidir.

* Defâlarca hatâ yapan ile ilk defâ hatâ yapan kimseyi ayırmak îcâb eder.

* Sürekli hatâ yapanla zaman zaman hatâ yapanı ayırmalıdır.

* Hatâsını açıkça îlân edenle gizleyeni ayırmalıdır.

* Dini zayıf olup kalbi ısındırılması gereken kişiye karşı sert ve kaba davranmamalı, ona karşı dikkatli hareket etmelidir.

* Hatâlının sâhib olduğu mevkî ve makâm ile güç ve kuvvetini dikkate almalıdır.

* Hatâ yapan küçük çocuklara, yaşlarına göre muamele etmek gerekir.

Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a), sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Rasûlullah (s.a.v):

“–Tü, tü! At onu!. Bizim sadaka edilen şeyleri yemediğimizi bilmiyor musun?” buyurdu. (Buhârî, Zekât 60, Cihâd 188; Müslim, Zekât 161)

Bir rivayete göre şöyle buyurdu:

“Bize sadaka helâl değildir, bilmiyor musun?” (Müslim, Zekât 161)

Efendimiz’in üvey kızı Zeynep bint-i Ebî Seleme diyor ki:

(Küçük bir çocuk iken) Peygamber Efendimiz’in odasına girdim, gusül abdesti alıyordu. Bir avuç su alıp yüzüme serpti ve bana:

“–Arkana dön, yaramaz!” buyurdu. (Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, XXIV, 281)

Bu örnekler Peygamber Efendimiz’in çocukların hatalarına bile kayıtsız kalmadığını ve onları terbiye edip düzelttiğini göstermektedir. Çünkü çocukların hatâlarını düzeltmek, onların terbiyelerini güzelleştirmek mânâsına gelir. Çocuklara söylenen sözler hatırlarında kalır ve onlar için bir istikbal azığı olur.

Misallerin birincisinde, verâ sâhibi bir çocuğun tâlimi, ikincisinde de çocuğa izin isteme ve insanların mahrem vakitleri hususunda edeb tâlimi mevcuttur.

Bu mevzûdaki parlak bir misâl de şudur:

Allah Rasûlü (s.a.v)’in maiyetinde yetişen üvey oğlu Ömer bin Ebî Seleme şöyle der:

“Ben Rasûlullâh (s.a.v)’in himâye ve gözetiminde yetişen bir çocuktum. Yemek yerken elim tabağın her tarafında dolaşırdı. Allâh Rasûlü (s.a.v) tatlı bir dille bana:

“–Yavrum, besmele çek, sağ elinle ve hep önünden ye!” buyurdu. Bundan sonra yemeklerimi hep Allâh Rasûlü’nün ifâde buyurduğu şekilde yedim. (Buhârî, Et’ime, 2)

Bu hadîs-i şerîfin bazı rivayetlerinde Efendimiz’in:

“Sofraya yaklaş, yavrucuğum!” diye söze başlaması, eğitimdeki şefkât ve merhamet üslûbunun ne güzel bir tezâhürüdür. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 519)

Bu hâdisede Allâh Rasûlü (s.a.v)’in tavsiyelerinin gâyet kısa, muhtasar ve açık olduğunu görüyoruz. Böyle cümlelerin ezberlenip anlaşılması kolay olur. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in bu sözleri, evlatlığı Ömer’e tesir etmiş ve hayâtı boyunca hiç aklından çıkmamıştır. Çünkü o: “Bundan sonra yemek yiyiş tarzım hep böyle oldu” demektedir.

* Nâmahrem kadınları îkâz etme husûsunda çok dikkatli olmalıdır. Yanlış anlaşılmaya meydan verilmemeli ve fitnelerden emin olmadıkça buna teşebbüs etmemelidir. Gençlerin; hatâları düzeltme, îkâz etme ve öğretme bahaneleriyle genç kızlarla konuşmalarına müsâade edilmemelidir. Çünkü bu yolla nice belâ ve musîbetlere mâruz kalınmıştır.

Bu hususta yaşlı başlı olgun kişilere çok iş düşmektedir. Kadınları îkâz edecek kişi bakmalı; şâyet sözünün faydalı olacağına kanaat getirirse konuşmalı, yoksa sefihlerle konuşmaktan vazgeçip susmalıdır. Aksi takdirde belki de ona çirkin iftirâlarda bulunabilirler. Çünkü böyleleri bâtılda ısrar eden kimselerdir.

* Hatânın esâsını ve sebebini tedâvi etmeyi bırakarak eserleriyle meşgul olmamalıdır.

* Hatâyı anlatırken onu bütün yönleriyle ve mübâlağalı bir şekilde tasvir etmemeli, tafsîlatına girilmemelidir. Böyle davranmak diğer insanların merâkını uyandırarak teşvik edici ve yanlışları öğretici olabilir.

* Hatâyı ispat ederken tekellüf, zorlama ve zulme kaçmamalı; hatâlıya yanlışını itiraf ettirme husûsunda ısrarcı davranmamalıdır.

* Hatâyı düzeltirken yeterli vakti ayırmalıdır. Bilhassa uzun zamandır o hatâyı yapan ve îtiyad hâline getirmiş olan kimseleri düzeltirken acele etmeyip sabırla, mes’eleyi tâkip ederek ve uygun bir şekilde devamlı îkâz etmelidir.

* Hatâlı kimseye, hasım olduğu hissini vermemelidir. Şunu bilmelidir ki şahısları kazanmak yer ve makâm elde etmekten daha mühimdir.

İNSANLARIN HATÂLARINA KARŞI MUÂMELEDE NEBEVÎ ÜSLÛB

1- Hatâyı hemen düzeltmesi ve ihmal etmemesi.

Peygamberimiz (s.a.v), bir hatâ gördüğünde hemen onu düzeltirdi. Çünkü, tebliğ vazifesi olduğu için, O’nun ihtiyaç vaktinde gerekli açıklamayı yapması zaruridir. Namazını hızlı ve eksik kılan ashâbını îkâz etmiştir. Dünyadan el etek çekmeye karar veren ashâbına, bu düşüncelerinin yanlışlığını anlatmıştır. Bunun misalleri çoktur. Bir kısmı ileride gelecek inşaallah…

Maslahata muvâfık olmadığı ve faydadan çok zarar getireceği zamanlarda ise hatâları düzeltmekten uzak durmak îcâb eder.

2- Hükmünü beyân ederek hatayı düzeltmesi:

Cerhed (r.a)’den rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz, dizi açık bir vaziyette iken kendisine uğramıştı. Ona şöyle buyurdu:

“Dizini ört, çünkü diz avret mahallindendir.” (Tirmizî, Edeb, 40/2798)

3- Hatâ yapanları İslâm’a yönlendirmesi ve onlara muhâlefet ettikleri esası hatırlatması.

Hatâ ânında çoğu zaman İslâmî esâs zihinlerden çıkıyor ve o gürültü arasında unutuluyor. İşte tam bu esnâda o esâsın îlânı ve İslâmî kâidenin açıkça söylenmesi, hatâlıya verilecek en güzel cevap oluyor, onu içine düştüğü gafletten kurtarıyor.

Buna munafıkların tutuşturduğu fitne ateşi sebebiyle Ensâr ve Muhâcirîn arasında vuku bulan hâdiseyi örnek verebiliriz. Câbir (r.a) şu hâdiseyi nakleder:

Peygamber Efendimiz ile beraber bir gazaya çıkmıştık. Muhacirler Allâh Rasûlü’nün etrafına toplandılar ve epey kalabalık oldular. Muhâcirlerden kahraman, harbe ile çok oynayan, şakacı biri vardı. O, Ensar’dan birinin arkasına vurdu. Ensârî buna çok kızdı. Nihâyetinde birbirlerine karşı yakınlarını yardıma çağırdılar. Ensârî:

“–Ey Ensâr, yetişin!” diye bağırdı. Muhacir de:

“–Ey Muhâcirler, yetişin!” diye bağırdı.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz çıkıp:

“–Bu câhiliye dâvâsına da ne oluyor, sizin aranızda işi ne? (Yakınlarınızı yardıma çağırmayı bırakın da sizi bir araya getiren İslâm için yardımlaşın ve toplanın)buyurdu.

Sonra da:

“–Onların derdi nedir?” buyurdu.

Muhâcir’in Ensâr’dan olan zâtın arkasına vurduğu haber verildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

“–Bu câhiliye âdetini bırakın, çünkü o çok kötü ve pis bir harekettir, (öfkeleri kabartır ve bâtıl uğruna birbirinizin boynunu vurdurur).” buyurdu. (Buharî, Menâkıb, 8)

Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et.”

Bir adam:

“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz:

“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mâni olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6)

4- Hatâya sebep olan tasavvur ve düşünceleri düzeltmesi.

Ashâb-ı kirâmdan bâzıları birgün muhterem vâlidelerimize sorarak Allâh Rasûlü (s.a.v)’in ibâdetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in îtidâl üzere yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:

“–Allâh’ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.” dediler. İçlerinden biri:

“–Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri:

“–Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi. Üçüncü sahâbî de:

“–Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

“–Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allâh’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse, benden değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1)

Diğer bir rivâyete göre Allâh Rasûlü (s.a.v):

“Bâzı insanlara ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlarmış...” (Müslim, Nikâh, 5) şeklinde söze başlamıştır.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu sahâbîlerine gizlice nasihatta bulunduktan sonra mes’eleyi umûma öğretmek isteyince onların isimlerini mübhem bırakmış ve “Bâzılarına ne oluyor ki” diye bir konuşma yapmıştır. Bu, Allâh Rasûlü (s.a.v)’in ümmetine olan rıfk ve merhametini, hatâsından dönen kimseleri gizlemesini göstermektedir.

İbâdetlerde ve diğer hususlarda aşırıya gitmek nefsin yorulup bıkmasına yol açar ve insanı asıl ibâdetlerden de alıkor. İşlerin en hayırlısı ortasıdır.

Hatâlar çoğunlukla düşünce ve tasavvurlardaki yanlışlıklardan kaynaklanır. Tasavvurlar düzeltildiğinde hatâlar büyük ölçüde azalır.

Peygamber Efendimiz bu tür yanlışlıkları tashihe büyük ehemmiyet verirdi.

Kehmes el-Hilâlî anlatıyor: Müslüman oldum ve bunu Peygamber Efendimize haber verdim. Bir yıl geçtikten sonra tekrar Peygamberimize geldim. Bedenim iyice zayıflamış, takatim kesilmişti. Bana şöyle bir baktı, iyice süzdü.

“–Beni tanımadınız mı ey Allah’ın Rasûlü?” dedim.

“–Sen kimsin?” buyurdu.

“–Kehmes el-Hilâlî’yim” dedim.

“–Peki bu durumun nedir, niçin bu hale geldin?” diye sorunca:

“–Size Müslüman olduğumu arzettiğim günden beri oruç tutmadığım bir gün ve uyuduğum bir gece olmadı” dedim. Şöyle buyurdular:

“–Nefsine eziyet etmeni sana kim emretti? Sabır ayını (Ramazan) oruçlu geçir, diğer aylarda da birer gün oruç tut.”

“–Benim için biraz daha artırınız ey Allâh’ın Rasûlü” dedim.

“–Sabır ayını tut ve her aydan iki gün ilâve et” buyurdu.

“–Benim için biraz daha artırınız ey Allâh’ın Rasûlü, kendimde bunu yapabilecek kuvveti buluyorum” dedim. Bu sefer:

“–Sabır ayını ve her aydan üç günü oruçlu geçir” tavsiyesinde bulundu. (Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, XIX, 194)

Allah Rasûlü, bu şekilde insan hayatının dengesini bozan ve yanlış yönelmelere sebep olan hatalı düşünceleri hemen düzeltirdi.

Sehl bin Sa’d (r.a) şöyle anlatır:

Bir gün Hz. Peygamber’in yanından bir adam geçti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) yanında oturan kimseye:

“–Şu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. O da:

“–Bu zât ileri gelen hatırlı kişilerden biridir. Vallahi böyle bir adam bir kıza tâlip olsa evlendirilmeye, birine aracılık yapsa sözü dinlenmeye lâyıktır” diye cevap verdi. Rasûlullâh (s.a.v) bir şey söylemedi.

Sonra oradan biri daha geçti. Peygamber Efendimiz yine yanında oturana:

“–Ya bu adam hakkında ne dersin?” diye sordu. Bu defa o zât:

“–Yâ Rasûlallâh! Bu adam fakir Müslümanlardan biridir. Bir kıza tâlip olsa, istediği kız verilmez. Birine aracılık etse, ricası kabul edilmez. Konuşmaya kalksa, sözü dinlenmez” dedi.

Bunun üzerine Allâh Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Bu sonuncu adam, öteki gibi dünya dolusu adamdan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Nikâh 15, Rikak 16; İbn-i Mâce, Zühd 5)

5- Hatâyı mev’iza ile ve korkutucu cümleyi defâlarca tekrar ederek tashih etmesi.

Mev’iza ve vaaz; işlerin âkıbetlerini hatırlatarak insanlara nasihatta bulunmak, öğüt vermek, emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münkerde bulunmak mânâsına gelir.

Üsâme bin Zeyd (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullâh (s.a.v), bizi Cüheyne kabilesinin Huraka kolu üzerine göndermişti. Sabahleyin onlar sularının başında iken üzerlerine hücum ettik. Ben ve Ensâr’dan bir kişi onlardan bir adama ulaştık. Biz onun üzerine yürüyünce, adam: “Lâ ilâhe illallah: Allah’tan başka ilâh yoktur” dedi. Bunun üzerine Ensâr’dan olan arkadaşım ona hücumdan vazgeçti; ben ise mızrağımı ona sapladım ve adamı öldürdüm. Biz Medine’ye gelince bu hâdise Peygamber Efendimiz’in kulağına gitti ve bana:

“–Ey Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” buyurdu. Ben :

“–Yâ Rasûlallâh! O, bu sözü sadece canını kurtarmak için söyledi” dedim. Peygamber Efendimiz tekrar:

“–Lâ ilâhe illallah dedikten sonra adamı öldürdün mü?” diye yine sordu ve bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ben, daha önce Müslüman olmamış olmayı bile temenni ettim. (Buhârî, Diyât 2, Meğâzî 45; Müslim, Îmân l58-159)

Müslim’in bir rivâyeti şöyledir :

Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu:

“–Adam lâ ilâhe illallah dedi ve sen de onu öldürdün, öyle mi?”

Ben:

“–Yâ Rasûlallâh! O, bu sözü sadece silahtan korktuğu için söyledi” dedim. Peygamber Efendimiz:

“–Kalbini mi yardın ki, bu sebeple söyleyip söylemediğini bilesin?” buyurdu.

Bu sözü o kadar çok tekrarladı ki, ilk defa o gün Müslüman olmuş olmayı temenni ettim. (Müslim, Îmân 158)

6- Hatâyı düzeltirken Allah’ın kudretini hatırlatmak.

Hatâları mev’iza ile düzeltmenin bir çeşidi de hatâlıya Allâh’ın kudretini hatırlatmaktır. Ebû Mes’ûd el-Bedrî (r.a) şöyle anlatır:

Kölemi kamçı ile döverken arkamdan:

“–Ey Ebû Mes’ûd, bilesin ki…” diye bir ses duydum. Ancak kızgınlığımdan sesin sahibini çıkaramadım, sözün gerisini de anlamadım. Yaklaşınca bir de ne göreyim Rasûlullâh (s.a.v) değil mi! Ve bana:

“–Ey Ebû Mes’ûd! Bilesin ki Allah’ın gücü sana, senin bu köleye gücünün yettiğinden çok daha fazla yeter!” diyordu. Bunun üzerine ben:

“–Bundan böyle bir daha asla köle dövmeyeceğim” dedim.

Müslim’deki bir rivayette:

“–Onun heybetinden elimdeki kırbaç yere düşüverdi” ifadesi bulunmaktadır. (Müslim, Eymân 34)

Başka bir rivayette: “Bunun üzerine ben:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh rızâsı için bu köleyi âzat ettim» dedim. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de:

«–Beri bak! Eğer böyle yapmasaydın seni mutlaka ateş yakardı (ya da cehennem ateşi seni sarardı)» buyurdu.” (Müslim, Eymân 35)

7- Hatâ yapana merhametle yaklaşması.

Bu durum, yaptığı hataya son derece pişman olan, üzülen ve tevbe eden kimseler için geçerlidir.

İbn Abbas (r.a) şöyle anlatır:

Bir adam Peygamber Efendimiz’e gelip hanımına zıhar yaptığını ve bu haldeyken keffâret ödemeden onunla cima ettiğini söyledi. Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Allâh sana merhamet etsin, seni buna ne sevketti?” diye sordu. O da:

“–Ya Rasûlallâh ay ışığında hanımın halhalını gördüm” dedi. Bunun üzerine Âlemlere Rahmet Efendimiz:

“–Allâh’ın sana emrettiği (keffâreti) ödeyinceye kadar ona yaklaşma!” buyurdu. (Tirmizî, Talâk, 19/1199)

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz’in yanında otururken bir kişi gelip:

“–Yâ Rasûlallâh helak oldum” dedi. Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Ne oldu?” buyurdular.

“–Oruçlu olduğum halde cima ettim.”

“–Âzâd edecek bir köle bulabilir misin?”

“–Hayır.”

“–İki ay peşpeşe oruç tutabilir misin?”

“–Hayır.”

“–Altmış fakire yemek yedirebilir misin?”

“–Hayır yâ Rasûlallâh!”

Allâh Rasûlü (s.a.v)’in yanında bir müddet bekledi. Biz o hâldeyken Efendimiz’e bir sepet hurma getirildi. Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–Soru soran nerede?” buyurdular. O kişi:

“–Benim yâ Rasûlallâh!” dedi. Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Bunu al ve tasadduk et!” buyurdu.

“–Benden daha fakir birine mi tasadduk edeceğim yâ Rasûlallâh? Vallâhi (Medîne’nin) şu iki kara taşlığı arasında benim âilemden daha fakiri yok!”

Rasûlallâh (s.a.v) mübârek dişleri görününceye kadar tebessüm ettiler, sonra da:

“–Al götür onu âilene yedir” buyurdular. (Buhârî, Savm, 30)

Bu zât, alay eden ve hatâsını hafife alan bir kişi değildir. “Helâk oldum” sözünden de anlaşılacağı gibi nefsini kınayan ve hatâsına çok üzülen biridir. Hattâ diğer bir rivâyete göre dövünerek, saçını başını yolarak büyük bir pişmanlıkla gelmiştir. (Ahmed, II, 516) Bu sebeple merhametle muâmele edilmeye lâyıktır.

8- Hatâ isnâd etmede acele davranmamak.

Bir kişinin hatâlı olduğunu düşünmekte ve onu cezâlandırmakta acele davranmayıp, teennî ile hareket etmek îcâb eder. Mes’eleyi iyice araştırıp tam olarak öğrendikten sonra karar vermelidir.

Abbad b. Şurahbil (r.a) anlatıyor:

Amcalarımla birlikte Medine’ye geldim. Bahçelerin birine girdim ve başaklarında bir kısmını ovmaya başladım. O esnâda bahçenin sâhibi geldi, elbisemi aldı ve beni dövdü. Bunun üzerine Rasûlallâh (s.a.v) Efendimiz’e gelip şikâyetçi oldum. Bahçe sâhibine birkaç kişi gönderdi. Onu alıp getirdiler.

“–Niçin böyle yaptın?” diye sordu. O zât:

“–Yâ Rasûlallâh, bahçeme girdi, başaklarından aldı ve onları ovaladı” dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v):

“–Câhil iken öğretmedin, aç iken doyurmadın! Elbisesini ona geri ver!” buyurdu. Sonra da bana bir veya yarım vesk (yiyecek) verilmesini emretti. (Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 21; Ebû Dâvûd, Cihâd, 85)

Hatâ sâhibinin şartlarını bilmek, ona karşı en uygun muâmelede bulunabilmeyi sağlar.

Burada Peygamber Efendimiz bahçe sahibini azarlamamıştır. Çünkü o hak sahibidir. Fakat üslubunun yanlış olduğunu izah etmiş ve nasıl muâmele etmesi gerektiğini öğretmiştir.

9- Hatâlıya karşı sükûnetle muâmele etmek.

Hatâlıya kızarak sert ve şiddetli davranmak faydadan ziyâde zarar getirir. Kötülüğü daha da genişleterek inatla yapılmasına sebep olabilir.

Enes b. Mâlik (r.a) şöyle nakleder:

Mescidde Rasûlallâh (s.a.v) ile beraberken bir bedevi geldi ve mescidin içine bevletmeye başladı. Ashab-ı kiram “yapma, etme” diyerek adamı bu işten vazgeçirmeye çalışırken Rasûlullâh (s.a.v):

“–Ona dokunmayınız, bevlini bitirinceye kadar serbes bırakınız” buyurdu. Ashâb-ı kirâm da bedevîyi kendi hâline bıraktılar. Bedevî ihtiyâcını giderince Allâh Rasûlü (s.a.v) onu yanına çağırıp şu nasihatte bulundu:

“–Bu mescitlerde bevletmek ve büyük abdest bozmak uygun değildir. Bu mekanlar Allah Teala'yı zikretmek, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapılmıştır.”

Veyâ buna benzer şeyler söyledi. Sonra oradakilerden birine emretti, o da bir kova su getirip kirlenen yere döktü. (Müslim, Tahâret, 100)

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle anlatır:

Bedevînin biri Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler onu azarlamaya kalkıştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova (veya büyük bir kova) su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)

Ashâb-ı kirâm mescidi temiz tutmaya ehemmiyet verdikleri için bedevîye hemen çıkıştılar. Ancak hamâsî olarak hareket etmişlerdi. Allâh Rasûlü (s.a.v) ise onları sükûnete dâvet etti ve mes’eleyi güzel bir üslûb ile halletti.

Peygamber Efendimiz burada adama dokunulmamasını ve serbes bırakılmasını istiyor. Şayet mâni olunsa adam bevlini yapamayacak ve rahatsız olacak. Eğer hareket etse üzerini ve sağı solu daha çok pisleyecek. Peygamber Efendimiz burada iki zarardan en hafif olanı ile hâdiseyi netîcelendirmiştir. Küçük bir maslahatı terk ederek büyük faydalar temin etmiştir. Hem bir gönül kazanmış hem de basit bir hareketle necaseti temizletmiştir.

Rasûlallâh (s.a.v)’in nebevî üslûbu, bedevînin gönlünde derin bir tesir bıraktı. Bu tesir onun hakîkati anladıktan sonraki şu sözünde kendini göstermektedir:

“–Anam babam O’na feda olsun. Beni ne azarladı, ne de bana hakaret etti. Sâdece «Bu mescidlere bevledilmez. Buralar Allâh’ı zikretmek ve namaz kılmak için yapılmıştır» buyurdu. Sonra da bir kova su isteyerek o yere döktürdü. (İbn Mâce, Tahâret, 78)

İbn Hacer hadisin şerhinde şöyle der:

* Câhile rıfkla muamele etmek ve bilmediklerini yumuşak bir üslûbla öğretmek, kesinlikle sert ve haşin davranmamak lâzımdır. Şâyet inad ederek yanlış yapıyorsa o başka. Yumuşak davranmak onun gönlünü ısındırır.

* Burada Allâh Rasûlü’nün merhameti ve güzel ahlakı görülmektedir.

* Necesâtten sakınmak ashâbın şahsiyet ve karakterinin bir parçası olmuştu. Aynı şekilde iyilikleri emredip kötülüklerden nehyetme husûsunda da çok hassas idiler.

* Mâni ortadan kalktığında hemen yanlışlık ve çirkinlikler ortadan kaldırmak îcâb eder. Burada da bedevî oradan ayrıldıktan sonra hemen necâsetin üzerine su dökülmüştür.

10- Hatânın tehlikelerini beyân etmek.

Tebük seferinde münafıklardan birisi Rasûlullah ve ashabını kastederek:

“–Şu bizim kurrâmız gibi midesine düşkün, dili yalancı, dü‏şmanla karş‏ılaş‏ma esnasında korkak olanını görmedim.” demiş‏ti. Ashabdan Avf bin Mâlik:

“–Yalan söyledin, fakat sen bir münafıksın ve hiç ‏şüphen olmasın bu söylediklerini Rasûlullah (s.a.v)’e haber vereceğim” deyip olanları anlatmak üzere Allâh Rasûlü’ne geldi. Baktı ki Kur’ân, hadiseyi kendisinden önce haber vermiş‏. O münâfık Rasûlullâh (s.a.v)’e geldi. Yerinden ayrılmış‏, devesine binmiş‏ti:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, biz eğleniyor, yolcuların yolculuktan sıkılmasını önlemek üzere anlattığı sözler kabilinden konu‏şuyorduk.” dedi.

Rasûlullâh (s.a.v) de ona şu âyeti okuyordu:

“…Allâh ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?” (et-Tevbe, 65) (Vâhıdî, s. 255-256)

İbn-i Ömer der ki:

“–Sanki şu an o münafığı Rasûlallâh’ın devesinin yularından tutmuş, taşlar ayağına çarparak kanatıyor ve o «Yâ Rasûlallâh! Biz dalmış eğleniyorduk» derken görür gibiyim…” (Taberî, Tefsir, et-Tevbe, 65 tefsirinde)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, münâfıklara, yaptıkları hatânın ne kadar tehlikeli olduğunu haber vermekle iktifâ etmiştir.

11- Hatânın zararını beyan etmek.

Ebû Sa’lebe el-Huşenî (r.a) şöyle dedi:

“Sahâbîler bir yerde konakladılar mı, dere boylarına ve dağ yollarına dağılırlardı. Rasûlullâh (s.a.v):

«–Sizin bu şekilde dağ yollarına ve dere boylarına dağılmanız şeytandandır!» buyurdu.

O günden sonra sahâbîler, konakladıkları yerlerde birbirlerinden hiç ayrılmadılar. Hattâ: «Bir yaygı yayılacak olsa hepsini kaplar» denirdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 88/2628)

Nu’mân bin Beşîr (r.a) şöyle demiştir:

Rasûlullâh (s.a.v) sanki okları düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. Bizim buna alıştığımızı görünceye kadar böyle yapmaya devam etti. Kendisi bir gün namaza çıktı ve namaz kıldıracağı yerde durdu. Tam tekbir almak üzere iken göğsü saf hizasından dışarı çıkmış bir adam gördü. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“–Ey Allâh’ın kulları! Ya saflarınızı düzeltirsiniz, ya da Allâh Teâlâ sizin aranıza düşmanlık, buğz ve kalblerinize ihtilâf koyar da birbirinize yüz çevirirsiniz.” (Müslim, Salât, 128)

Berâ bin Âzib (r.a) şöyle demiştir:

“Cemaatla namaz kılmaya kalktığımız zaman, Hz. Peygamber (s.a.v) elleriyle göğüslerimize bazen de sırtlarımıza dokunur, böylece safları düzeltir:

«–Saflarınız bozuk olmasın, sonra o bozukluk kalblerinize sirayet eder» buyururdu. (Ahmed, IV, 304)

Yaptığı hatânın sebep olduğu kötülükleri ve karşılaşacağı cezâyı açıklamak, hatâ sâhibini iknâ etmede mühim bir husustur. Hatânın netîceleri bazen sâdece sâhibine zarar verirken bazen de diğer insanlara zarar verebilir. Birinci şıkka misal şudur:

İbn-i Abbâs (r.a) der ki:

Rasûlallâh (s.a.v) zamanında rüzgâr bir kişinin üst elbisesini kaldırmıştı. O zât hemen rüzgâra lânet etti. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Ona lânet etme. Çünkü o memurdur. (Allâh’ın emrine âmâdedir.) Kim hak etmeyen bir şeye lânet ederse, o lânet kendine döner.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 45/4908)

Ebû Bekre (r.a) şöyle nakleder:

Bir kişi Allâh Rasûlü’nün yanında diğer bir kişiyi medhetti. Bunun üzerine Efendimiz:

“–Yazıklar olsun, arkadaşının boynunu vurdun, yazıklar olsun, arkadaşının boynunu vurdun!” buyurdu ve bunu defâlarca tekrar etti. Sonra:

“Birinizin kardeşini mutlakâ medhetmesi gerekiyorsa ve onda bu vasıflar varsa, «Falanı şöyle zannediyorum, Allâh ona kâfîdir, Allâh’a karşı kimseyi tezkiye etmem, zannederim şöyle şöyledir.» gibi güzel sözler söylesin!” bu­yur­du. (Buhârî, Şehâdât, 16)

Ebû Mûsâ (r.a) şöyle der:

Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz bir kişinin başka birini medhettiğini ve övgüde aşırı gittiğini işitince şöyle buyurdu:

“‒Adamı helâk ettiniz!” veya “Adamın sırtını kırdınız!” buyurdu. (Buhârî, Şehâdât, 17)

Yani adamın sırtına taşıyamayacağı kadar günah yüklediniz. Zira belki de o şahıs insanların aşırı medhi karşısında ucub ve kibre kapılacak, sonunda mütekebbirlerin yoluna sürüklenerek sırtını çatırdatacak büyük günahlar yüklenecek.

Burada aşırı gitmemek ve arkadaşımızı haksız gurura kapılmasına sebeb olarak zarar görmesini engellemek, dikkatli davranmak gerekir. Medhedilen kişi de:

-Allahım! Bilmedikleri günahlarım sebebiyle beni affet, bağışla söyledikleri ile beni muâheze etme ve beni zannettiklerinden daha hayırlı eyle.” demelidir. (Fethü’l-Bârî, 10/478)

12- Hata yapana nasıl davranılacağını bilfiil öğretmek.

Pek çok kere nazari izahdtan ziyade nasıl davranılacağını öğretmek daha tesirli ve faydalı olmaktadır. Efendimiz sallallâhualeyhivesellem de böyle yapardı. Nitekim abdest almaya ağzına su vermekle başlayan bir sahabiye:

-Ya Ebâ Cübeyr ağzından başlama, çünkü kafirler ağızlarından başlarlar, buyurdu, sonra da su isteyip düzgünce abdest alarak bunun nasıl yapılacağını gösterdi. (Beyhaki, Sünen, 1/46)

Burada kafirlerin böyle yapmasından maksat   su kabına daldırmadan önce ellerini yıkamamaları ve temzliğe dikkat etmemeleridir.

13- Yanlışı düzeltip doğru olanı takdim etmek.

a) Enes b. Malik radıyallahuanh'den: Peygamber Efendimiz kıble tarafında bir balgam gördüler. Bu durum hoşuna gitmedi ve memnuniyetsizliği mübarek yüzlerinden farkedildi. Kalkıp onu eliyle kazıdıktan sonra: Biriniz namaza durduğunda Rabbine münacaatta bulunmaktadır. Veya Rabbi kendisi ile kıblesi arasındadır. Dolayısıyla sizden biri asla kıble tarafına tükürmesin. Fakat sol tarafına veya ayağının altına tükürsün, buyurdu. Sonra elbisesinin kenarını tutup oraya tükürdü sonra orasını katladı ve “Veya böyle yapsın” buyurdu.(Buhari, Fethü’l-Bâri, no: 405)

 14- Hataya düşmekten alıkoyacak hususları göstermek.

Muhammed b. Ebi Umame b. Sehl b. Hanif babasından naklediyor: Ebu Sehl b. Hanif gusül abdesi alırken üzerindeki örtüsü yere düştü. Amir b. Rabia ona bakıyordu. Sehl beyaz tenli cildi güzel bir adamdı. Amir b. Rabia dedi ki: bu gün gördüğüm gibi beyaz ve güzel cild hiç görmedim, dedi. Sehl olduğu yerde şiddetli acılar içinde kıvranmaya başladı. Amir Efendimize gelerek Sehlin başına gelenleri ve buraya kadar gelecek durumda olmadığını haber verdi. Sevgili Peygamberimiz sehlin yanına gelip Sehl, Âmirin kendisine ne yaptığını söyleyince Allah Rasûlü sallallâhualeyhivesellem: “Neredeyse biriniz kardeşini öldürecekti. Bârekallah deseydin ya! Şüphesiz göz haktır. Arkadaşına abdest aldır, buyurdu. Âmir ona abdest aldırdı da Sehl Peygamber Efendimizle beraber yürüyüp gitti. Hiçbir sıkıntısı kalmamıştı. (Malik, Muvatta, 1972)

15- Bazen hatayı muhatabın yüzüne söylememek, umumi bir açıklama ile yetinmek.

a) Enes b. Malik radıyallahuanh'dan: Sevgili Peygamberimiz: “Şu insanlara ne oluyor ki namaz kılarken gözlerini semaya doğru kaldırıyorlar.” buyurdu. Hatta bu konuda o kadar ileri gitti ki sonunda şöyle buyurdu: “Ya böyle yapmaktan vazgeçerler ya da gözleri kör olur.” (Buhari, Fethü’l-Bari, no: 750)

b) Aişe radıyallahuanhâ'dan: Rasulüllâh sallallâhualeyhivesellem bir şey yaptı ve yapılmasına ruhsat verdi. Fakat insanlar buna pek yanaşmadılar. Durum Efendimize ulaşınca bir hutbe irad edip Allah'a hamdetti, sonra da:

“Bu insanlara ne oluyor ki benim yaptığım şeyleri yapmaya yanaşmıyorlar. Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'ı en çok bileniniz ve ondan en çok korkanınızım.” (Buhari, Fethü’l-Bâri, no: 6101)

c) Ebu Hureyre’den: Rasûlullâh Mescid’in kıble tarafında bir balgam gördü. İnsanlara dönü: “Sizden birine ne oluyor ki Rabbine yöneliyor ve önüne tükürüyor. Biriniz kendisine dönülüp yüzüne tükürülmesini ister mi? Dolayısıyla sizden biri tükürmek istediği zaman soluna veya ayaklarının altına tükürsün” buyurdu. (Müslim, 550)

d) Rasûlullah (s.a.v) sabah namazını kıldırdı. Namazda Rûm Sûresini okudular ve biraz karışıklık ve yanılma oldu. Namazı bitirdikten sonra cemaata dönüp:

“Bu insanlara ne oluyor ki bizimle beraber namaz kılıyorlar ve fakat temizliğe gereken ehemmiyeti vermiyorlar. Dolayısıyla biz de Kur’an okurken yanılıp karıştırıyoruz” buyurdular. (Nesâi, Müctebâ Şerhi, 2, 156)

16- İnsanları hata yapan üzerine kışkırtmak.

Böyle bir tavır, çok önemli durumlarda söz konusu olabilir ayrıca çok dikkatli olmak da gerekir.

Ebu Hureyre radıyallahuanh'den: bir adam Peygamberimize gelip komşusundan şikayette bulundu. Efendimiz sallallâhualeyhivesellem “Git ve sabret” buyurdu. Adam iki veya üç kez geldi ve tekrar şikayet etti. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Git eşyalarını ve yiyeceklerini yola at” buyurdu. Adam gitti, eşyalarını yola attı. Oradan gelip geçen insanlar ona niçin böyle yaptığını soruyor, o da durumu haber veriyordu. Insanlar da o komşuya la'net ediyor, Allah onu şöyle yapsın, böyle yapsın diyorlardı. Sonunda hakkında şikayette bulunulan komşu geldi ve: Tamam, bundan vazgeç. Bir daha hoşuna gitmeyecek birşey yapmayacağım, dedi. (Ebu Davud, Edeb, 5153)

Gerektiğinde böyle yapılabilir, gerektiğinde ise hata yapana hatasından dönmesi için yardım etmeye teşvik edilebilir.

17- Şeytanın hata yapana yardım etmesine mani olmak.

a) Ömer b. Hattab radıyallahuanh'dan Peygamberimiz döneminde ismi Abdullah olan biri vardı. Ona “Hımar: Merkep” lakabını takmışlardı. Bazen Rasûlallah Efendimizi güldürürdü. Içkiyi bırakamadığı için arasıra Efendimiz ona celde vurdururdu. Birgün yine geldi. Peygamberimiz celde vurulmasını emretti. Oradakilerden biri: Allahım ona la'net et. Ne kadar da çok getirilip celde vuruluyor! Deyince Alemlere Rahmet Efendimiz: “Ona la'net etmeyiniz, bildiğim kadarıyla o Allah ve Rasûlünü sever.” buyurdu. (Buhari, Fethü’l-Bârî, 6780)

bir diğer rivayette: “Kardeşiniz hakkında şeytana yardımcı olmayınız” buyurdular. (Buhari, Fethü’l-Bârî, 6781)

18- Hatalı fiilin terkedilmesini istemek.

a) Hz. Ömer radıyallahuanh bir defasında Rasûlallah ile konuşurken: Hayır, babama yemin olsun ki...der. Bunun üzerine Efendimiz: “Böyle deme, zira kim Allah'tan başkasının adına yemin ederse şirke düşmüş olur” buyurdu. (Ahmed, Müsned, 1/47)

b) Abdullah b. Büsr radıyallahuanh'den: Cuma günü bir adam mescide geldi, insanların omuzlarını çiğneyerek ilerledi. Bu sırada Efendimiz hutbe okuyordu. Şöyle buyurdular: “Otur, insanlara eziyet ettin” (Ebu Davud, 1118)

c) İbn Omer radıyallahuanh'den: bir adam Rasûlallah sallallâhualeyhivesellem'in yanında geğirdi. Efendimiz aleyhisselâm: “Geğirmeyi bırak. Dünyada tokluğu çok olanın kıyamet günü açlığı uzun olur” buyurdu. (Tirmizi, 2478)

19- Hata yapanı, hatasını düzeltmeye irşad etmek.

a) Ebu Said el-Hudri radıyallahuanh Rasûlallah Efendimiz ile beraber bulunuyordu. Şöyle anlatıyor: Peygamberimiz mescide girdi, mescidin ortasında bir adam oturmuş, parmaklarını birbirine kenetlemiş kendi kendine konuşuyordu. Efendimiz ona imada bulundu, adam anlamadı. Ebu Said'e döndü ve:

“Birisi namaz kılarken parmaklarını birbirine kenetlemesin. Çünkü parmakları kenetlemek şeytandandır. Zira biriniz mescidde bulunduğu sürece oradan çıkıncaya kadar namazdaymış gibidir.” buyurdu. (Ahmed, III, 54)

b) İbn Abbas radıyallahuanhuma'dan rivayete göre Peygamber Efendimiz: “Bir adam yabancı bir kadınla ancak yanında bir mahremiyle beraber yalnız kalabilir” buyurdu. Biri kalkıp ya Rasûlallah! Benim hanım hacc yapmak üzere yalnız başına yola çıktı. Ben ise falan gazveye yazıldım, dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Dön ve hanımınla birlikte hacc yap” buyurdu. (Buhari, Fethü’l-Bârî, no: 5233)

c) İbn Ömer radıyallahuanh'den rivayete göre bir adam Peygamber Efendimiz'e gelip: Ya Rasûlallah! Hicret etmek için bey'at etmek üzere sana geldim; ana-babamı ise ağlar halde bıraktım, dedi. Efendimiz:

“Dön ve ağlattığın gibi onları güldür, sevindir!” buyurdu. (Nesai, 3881)

20- Hatalı olan kısmı reddedip geri kalanını kabul etmek.

Rübeyyi' bt. Muavviz b. Afra radıyallahuanha'den: Allah rasûlü yanıma geldi ve yatağımın kenarına oturdu. Bu sırada evdeki cariyeler def çalıp bedirde öldürülen babalarımın iyiliklerini saymaya başladılar. Içlerinden biri: Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber var, dedi. Efendimiz sallallâhualeyhivesellem:

“Böyle söylemeyi bırakın da daha önceki söylediklerinize devam edin” buyurdular. (Buhari, Fethü’l-Bârî, no: 5147)

21- Hakkın sahibine iadesi ve hata yapanın şerefinin korunması.

22- Ortak hatalarda sözü her iki tarafa da tevcih etmek.

23- Hata karşısında öfkeyi ızhar etmek.

a) Cabir radıyallahuanh'den rivayete göre Hz. Ömer tevrattan bir nüsha getirerek: Ya Rasûlallah bu tevratı bir nüshasıdır, dedi sonra sustu ve okumaya başladı. Peygamber Efendimiz'in yüzünün rengi değişti. O sırada Ebu Bekir radıyallahuanh: sevdiklerin seni kaybetsin ya Ömer Rasûlullah'ın yüzündeki öfkeyi görmüyormusun dedi. Ömer Efendimiz'in yüzüne baktı ve: Allahın ve Rasûlünün gazabından Allah'a sığınırım. Rab olarak Allaha, din olarak islama ve peygamber olarak Muhammed'e razı olduk., dedi. Bunun üzerine kainatın Efendisi şöyle buyurdu: “Muhammedin nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki Musa şu an ortaya çıksa siz de ona tabi olup beni terketseydiniz kesinlikle doğru yoldan sapardınız. Eğer o hayatta olsaydı ve nübüvvetimi idrak etseydi muhakkak bana tabi olurdu.” (Darimî, 441; Ahmed, III, 470-471; IV, 265-266)

b) Ebu Mes'ud el-Ensari'den bir adam Rasûlullah'a gelerek ey Allah'ın Rasûlü namazı uzatan falan adam yüzünden bir daha sabah namazına gitmeyeceğim, Dedi. Ebu Mes'ud diyor ki: Rasûlullah'ı o zamankinden daha öfkeli hiç görmedim. Sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Sizden bazıları dinden nefret ettiriyorlar. Hanginiz insanlara namaz kıldırırsa kısa tutsun. Çünkü içlerinde yaşlı, zayıf ve ihtiyaç sahibi olanlar bulunabilir.” (Buhari, Fethü’l-Bârî, no: 7159)

Kaynak: Dr. Murat Kaya - İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM)

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • SubhanAllah ne çok şey unutturmus şeytan ne çok yanlışlarla dolmuş ne çok yetim kalmışız Rabbim bizi afv etsin peygamber efendımz sav sünneti nuru ahlakı sevgisi ılen donatsın hak yoldan şaşırtmasın inşaAllah

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.