Peygamberimizin Emaneti: Yetimlere Sahip Çıkıyor muyuz?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette böylece beraber olacağız.” buyurdu. Biz bu müjdeye ne kadar talibiz?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetimler hakkındaki hadîs-i şerîflerinden bir kısmı şöyledir:

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlakâ cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)

“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed, V, 250)

“Allâh’ım! İki zayıf kimsenin; yetimle kadının hakkını yemekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

PEYGAMBERİMİZİN EMANETİ: YETİMLERE SAHİP ÇIKIYOR MUYUZ?

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben ve yetimi himâye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” buyurmuş ve işaret parmağıyla orta parmağını, aralarını biraz aralayarak göstermiştir. (Buhârî, Talâk, 14, 25; Edeb, 24)

Diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir:

“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim ve daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43)

Nitekim ashâb-ı kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-, vefâtından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz himâyesine aldığı bu yetimlerin ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olup onların nebevî terbiye altında yetişmelerini sağladı. (Bkz. İbn-i Sa‘d, III, 610)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dul olarak evlendiği hanımlarının yetim çocuklarını da bağrına basmış, onları kendi yavruları bilerek tâlim ve terbiyelerine ihtimam göstermiştir. Böylece yetimlerle meşgul olma hususunda ümmetine mükemmel bir numûne olmuştur.

Aynı şekilde muhtereme vâlidemiz Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da kardeşi Muhammed’in yetim kızlarını terbiyesine almış ve himâye etmiştir. (Muvatta, Zekât, 10)

İnsana tefekkür, merhamet ve şefkat kadar yakışan hiçbir şey yoktur. Merhametsizlik şekāvettir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Merhamet ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4942)

Diğer hadîs-i şerîflerinde de:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65)

Yetimi ihmâl etmenin fecî âkıbetini bildiren şu gerçek hâdise ne kadar ibretlidir:

Tahmînen 60 sene kadar evvel Hırka-i Şerîf Camii’nin minârelerinden biri, şiddetli lodos sebebiyle yıkılır. Karşıdaki evlerden birinin üstüne düşen minâre, evdeki anne ile çocuğunu ezer. Evdeki diğer çocuk ise sağ-sâlim kurtulur. Hâdiseden sonra anlaşılır ki, kurtulan çocuk, üvey ananın yatağına almayıp gönlünü mahzun ettiği yetim yavrudur. Ölenler de ana ile öz çocuğudur.[1]

Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, yetimler ve dertliler için intibâha dâvet ederek;

“Yetimlerin ağlamasından, dertli gönüllerin âhından sakının!” der.

Ecdâdımız, bîçâreleri, fakirleri, dulları ve yetimleri bir ibadet vecdiyle muhâfaza etmiş ve onların izzet ve haysiyetlerini korumak için âzamî bir dikkat, nezâket ve gayret göstermişlerdir. Sadakayı verenle alanın birbirini görmemesini temin maksadıyla câmilerde sadaka taşları ihdâs etmişler ve muhtaçlara dağıtılacak olan yemekleri, onların haysiyetlerini rencide etmemek için gece karanlığında dağıtmışlar, böylece merhamet ve muhabbeti ideal ölçüde gerçekleştirebilmişlerdir. Hattâ hizmetkârların gönülleri incitilmesin diye, kazâ ile kırdıkları veya zarar verdikleri eşyâları tazmin eden bir vakfın kurulmuş olması, ne kadar ibretli ve hayal ötesi bir duygu derinliğidir. Bunlar da günümüzde, insanlık izzet ve haysiyetini lâyıkıyla takdîr edebilmek için ehemmiyetle hatırlanması ve kazanılması lâzım gelen hayâtî düsturlardır.

1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmış, fakat ecdâdımızın hassâsiyeti sebebiyle kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmemiş, boş duran bazı saraylara yerleştirilmiştir. İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray bu işe tahsis edilmiştir.[2]

Yine Ermeni çetelerinin yaptığı katliâm neticesinde yetim kalan 4 bin erkek ve 2 bin kız çocuğunu, Kâzım Karabekir Paşa himâyesine almıştır. Daha sonra bu çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardır. Kısa bir eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmiştir. Bunlardan matbaacı olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni çıkarmış ve mücâdeleye destek vermişlerdir.

O gün yokluk içinde yapılan bu fedakârlıklarla bugünkü imkânlarımızı düşünerek bir vicdan muhâsebesine girmemiz zarûrîdir. Bugün, sefâletin girdabında kıvranan yetim, yoksul ve bîçârelere yeniden kurtuluş imkânı sağlamak, bir vicdan borcudur. Diğer bir ifâdeyle, beşeriyetin asıl ihtiyâcı, İslâm’ın engin muhtevâsını lâyıkıyla kavrayıp kendisi için arzu ettiğini muzdaripler için de arzu etmesi, “biz onlar gibi, onlar da bizim gibi olabilirdi” düşüncesi ile hayatına istikâmet vermesidir.

Eşyâ bir emânet olduğu gibi, insan da bir emânettir. Hattâ dünyaya âit her şey emânettir. Emânetin yerine teslîmi ise rahmet vesîlesidir. İnfak ve yardım, yalnız maddî olarak yapılmaz. Rabbin ihsân ettiği her şeyden infâk edilmelidir. Müslüman, kendisini toplumdan mes’ûl hissederek malını, zamanını, bilgisini, merhametini, şefkatini muhtaçlara infâk etmeli, bütün imkânlarını seferber ederek insanlığın ıztırâbını dindirmek için gayret sarf etmelidir. Hazret-i Ömer’in, sırtında un çuvalları taşıyarak muhtaçları aramasını, Dicle kenarında zarar gören koyundan kendisini mes’ûl hissetmesini unutmamalıdır.

Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere merhamet dolu bir gönülle yardım elini uzatmak, bilhassa yetiştirme yurtlarındaki evlâtlarımıza mânevî duyarlılık kazandırmak, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim hizmetlerdendir.

İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin, tıpkı ashâb-ı kirâm gibi kendisini toplumdan mes’ûl hisseden yüce bir İslâm şahsiyeti sergilediği şu misâl, bizler için güzel bir numûnedir:

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz nâralar atıp küfürler savurarak etrâfı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi.

Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, İmam sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı.

Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve hüzünlü bir sesle:

“−Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi.

İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin bu şuurunu en güzel şekilde kavrayarak hayatımıza tatbîk etmeye ne kadar muhtâcız! Zira sokakların insafına terk edilmiş tinerci çocuklar, uyuşturucu kullanan gençler ve yetimhânelerdeki kimsesizler de bizim yavrularımızdır. Daha birçoğu rüşdüne ermemiş bu çocuklar, bu tâze bahar dalı gibi bedenler, göz göre göre, yavaş yavaş toplumun mezbeleliklerine itilmektedirler. Soludukları zehirle ciğerlerini yakmakta, beyinlerini ve kalbî fonksiyonlarını imhâ etmektedirler. Lâçkalaşmış sinirleriyle topluma düşman kesilerek çetelerin elemanları hâline gelmektedirler. Onlara din, ahlâk ve vatanperverlik duygularını veremediğimiz için, kendimizi vicdânen ne kadar mes’ûl hissedebiliyoruz?

Dînin zâhirî kısmı akılla; bâtınî ve derûnî kısmı, yani özü ise gönülle telâkkî edilir ve öğretilir. İnsanları terbiye, sevk ve idarede en bereketli netice, merhamet ve muhabbetle hâsıl olur. Çünkü polisiye kuvvetle hâkim olunamayan nice insan, muhabbet ve merhamete râm olur. Bu sebeple günümüzde merhamet ve onun tezâhürleri olan infak, yardım, kimsesizlerin elinden tutma ve onların yanı başında olma gibi güzel vasıflarla mücehhez olmalıyız.

Nasıl ki çocuklarımızı küçük yaşta namaza alıştırmamız gerekiyorsa, onlara infak ve yardım heyecanı kazandırarak, muhtaç ve muzdaripleri sevindirmeye de alıştırmamız gerekmektedir. Bu fazîletli işlere onları küçük yaşlarda alıştıramazsak ileride netice almamız zorlaşır. Onlar, mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunun idrâki içinde büyümeli; kendilerini -bir nevi- veznedar, emânetçi ve hizmetkâr olarak bilmelidirler. Bu şekilde yetişen nesiller, tarihimizdeki yardım ve fazîlet seferberliklerini tekrar canlandırabilirler ve toplumumuz da huzur bulur.

Hâsılı yüksek duygulu, ince ruhlu mü’minlerin, yardıma muhtaç, kimsesiz ve himâyesiz yetimlerin yanında olmaları zarûrîdir. Mü’minin, muhtaçları arayıp bulması, maddî ve mânevî olarak onlarla ilgilenmesi, bilhassa onlara İslâm’ın güler yüzünü göstermesi îcâb eder. Yetimi ve muhtâcı arayıp bulan, onların başını okşayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i düşünmelidir. Zira Âlemlerin Sultânı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir yetim idi.

Dipnotlar:

[1] Hâşim Köprülü, Hırka-i Şerif ve Veysel Karânî, İstanbul, ts., s. 28.

[2] Hidayet Nuhoğlu, “Dârüleytam” md., DİA, İstanbul 1993, VIII, 521.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PEYGAMBERİMİZ YETİMLERE NASIL DAVRANIRDI?

Peygamberimiz Yetimlere Nasıl Davranırdı?

YETİMLERE KARŞI GÖREVLERİMİZ

Yetimlere Karşı Görevlerimiz

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.