Peygamberimize Muhabbetin Yanık Terennümleri

Peygamber (s.a.v.) Efendimize muhabbet, Allâh’a muhabbet; ona itaat, Allâh’a itaat; ona isyan, Allâh’a isyan mâhiyetindedir. Peygamberimize (s.a.v.) muhabbetin yanık terennümleri.

Kulu, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan, Allâh’a isyan mâhiyetindedir.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız, bana itaat ediniz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun!..” (Âl-i İmrân, 31)

Kelime-i tevhîdde « لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ »dan sonra « مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ » cümlesi gelir. Her kelime-i tevhîd ve her salevât-ı şerîfe, Hakk’a muhabbet ve yakınlığın sermâyesini teşkil eder. Dünya ve âhiretin saâdet hayâtı ve bütün mânevî fetihler, O’na muhabbet sermâyesiyle kazanılır. Cihan, ilâhî muhabbetin tezâhürüdür. Bu zuhûrun öz cevherini, “Muhammedî nûr” teşkil eder ve Zât-ı ulûhiyete varabilmenin yegâne yolu da O’na muhabbetten geçer.

İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zarâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr ve melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün güzellikler, O Varlık Nûru’na olan muhabbetten kalplere akseden parıltılardır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

Bunun içindir ki, Allah Rasûlü’nün örnek sîretine tâbî olmak, Hakk’ın rızâ ve muhabbetine nâiliyetin vazgeçilmez vesîlesidir. Yani bir mü’min, ibâdet ve davranışlarında Hazret-i Peygamber’in Sünnet’i istikâmetinde merhale katetmedikçe İslâm’ın hedeflediği ideal insan demek olan “insan-ı kâmil” hâline gelemez. Dînin gerçek huzur ve saâdetine de eremez. Çünkü Cenâb-ı Hak, İslâm’ın hedeflemiş olduğu “kâmil insan” modelini, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şahsında sergilemiş, O’nu, âlemlere rahmet ve bütün mü’minlere örnek bir şahsiyet eylemiştir.

O hâlde, Allah Teâlâ’nın biz kullarını sevmek husûsunda şart koşacağı kadar mühim olan bu itaat, nasıl bir itaattir?

Hiç şüphesiz bu ulvî hâl, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e cân u gönülden muhabbet duymak ve O’nun kalp âleminden hisse alabilmekle başlar. Zira bizler için yegâne “üsve-i hasene” olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olma husûsunda yüce Rabbimiz âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:

“…Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin ve Peygamber’e itaat edin de amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)

“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Onlar ne güzel dostlardır.” (en-Nisâ, 69)

RESÛLULLAH’A MUHABBET

Allah Teâlâ’nın inzâl ettiği ilâhî bir fermân ve tâlimatnâme olan Kur’ân-ı Kerîm, ümmete Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalp âleminden sergilenmiştir. Muhakkak ki Kur’ân’ın sırları da kalbin Allah Rasûlü’nün rûhâniyetine bürünmesi nisbetinde fâş olur. Eğer sahâbe-i kirâm gibi bizler de o âleme girmekle şereflenir ve ilâhî güzelliklerin, emir-nehiy, ilim ve hikmetlerin oradaki tecellîlerini seyretme bahtiyarlığına erebilirsek, kısacası ilâhî kelâmı O’nun gönül iklîmindeki tezâhürleriyle ve şerhiyle okuyabilirsek, o zaman gönüllerimiz asr-ı saâdetteki peygamber âşıkları gibi O’nun etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ îmâsına dahî:

“Anam, babam, malım ve canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” ifâdesinin özündeki aşk, vecd ve teslîmiyete nâil oluruz.

Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei ve feyz kaynağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, Nûr-i Muhammedî’ye duyulan muhabbettir. Bu sebeple bütün kâinat, âdeta Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ithâf edilmiş gibidir. Bütün kâinat, Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir mazruf olarak yaratılmıştır. Zira O, öyle bir şahsiyettir ki, Cenâb-ı Hak O’na «Habîbim» buyurmuştur.[1]

Ne mutlu o mü’minlere ki, Allah ve Rasûlü’ne gönül verir, muhabbet beslerler. Bu muhabbeti de, bütün muhabbetlerin üstünde tutmaya muktedir olabilirler!..

Hakîkat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyâde muhabbet ve aşkla mümkündür.

O’nun bu âleme şeref verdiği Rabîulevvel semâları, mü’minlere rahmet ve gufrân olarak açılmıştır.

Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, Allah Rasûlü’nün süt annelerinden biri de tâlihli hâtun Süveybe’dir. Bu hanım, Rasûlullâh’ın düşmanı olan Ebû Leheb’in câriyesi idi.

Süveybe hâtun, Ebû Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti. (Halebî, I, 138) Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebû Leheb’in Pazartesi geceleri azâbını hafifletmeye yetti.

Abbâs -radıyallâhu anh- şunları anlatır:

Kardeşim Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir hâlde idi:

“−Sana nasıl muâmele edildi?” diye sordum. Ebû Leheb:

“−Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için Pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün baş parmağımla işâret parmağım arasındaki küçük bir delikten çıkan su ile serinlemekteyim.” cevâbını verdi.[2] İbn-i Cezerî şöyle der:

“Ebû Leheb gibi bir Peygamber düşmanı, Allah Rasûlü’nün doğduğu gün sırf kavmî hislerle gösterdiği sürûr sebebiyle cehennemde azâbı hafifletilirse, Peygamber Efendimiz’in doğduğu geceye hürmet gösterip Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi aşkına gönlünü ve sofrasını açan bir mü’minin Hak katında ne tür lutuf ve keremlere nâil olacağını bir düşünmek îcâb eder!.. Yapılması gereken, Allah Rasûlü’nün doğdukları ayda bol bol mânevî sohbetler yapıp feyz tâzelemek, mübârek ayın rûhâniyetinden istifâde edebilmek için ümmete ziyâfetler vermek, fakir, garip, yetim, çâresiz ve kimsesizlere her türlü iyiliği yaparak mahzûn gönülleri şâd etmek, onları sadakalarla sevindirmek ve Kur’ân okuyup okutmaktır...”

ASHAB-I KİRAM’IN RESÛLULLAH’A MUHABBETİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisini ashâbına o kadar sevdirmişti ki, bu sevginin derinliğini îzah etmek mümkün değildir. Böyle bir sevgi, ancak ilâhî muhabbet ve feyz ile gerçekleşebilir; aksi hâlde muhaldir.

Ashâb-ı kirâm birer aşk çağlayanı hâlinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrâfında sadâkatle kenetlenmişler ve O’na bağlılık semâsının yıldızları olmuşlardır. Öyle ki ashâbın içinde, “Rasûlullah böyle yapmıştı.” diye, sırf O’na ittibânın hazzını yaşamak için, O’nun yürüdüğü yoldan yürüyen, kokladığı gülü koklayan, durduğu yerde duranlar vardı.

Sahâbe-i kirâm hazarâtının Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e duydukları dâsitânî aşk ve muhabbetin yanık tezâhürleri sayısızdır. Bunlardan birkaç misal şöyledir:

Hazret-i Âişe vâlidemiz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nûrlu sîmâsını şu şekilde anlatırdı:

“Mısır ahâlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın pazarlığında bir kuruş dahî harcamazlardı. Züleyhâ’yı kötüleyen kadınlar, Rasûl-i Ekrem’in nûr gibi parlayan alnını görselerdi, elleri yerine kalplerini keserlerdi.”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki beşer olarak ve sûret bakımından bir “kul”dur, lâkin sîret itibârıyla “şâh-ı rusül”dür. Bu incelik ve esrâr âlemini seyreden Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ne güzel söyler:

Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kâim,

Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim!..

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yaratılıştaki mecâzî muhabbetleri tekâmül ettirerek ulvîleştiren ilâhî muhabbetin tecellî merkezidir. Muhakkak ki mü’min, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- karşısında ilâhî ürperişlerini ve bediî duygularını hissettiği, rûhunu nefsâniyete âit bütün çizgi ve görüntülerden boşalttığı vakit, O’nunla aynîleşme, O’nun muhabbetinden bir hisse alma yolundadır. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-:

“İki dünya bir gönül için yaratılmıştır! «Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu kâinâtı yaratmazdım!..» ifâdesinin mânâsını düşün!” buyurur.

Bunun içindir ki muhabbet-i Rasûlullah, beşeri her iki cihânda azîz eyleyen yüce bir müessirdir. Nitekim ashâb-ı kirâm da bu muhabbet vesîlesiyle, yani Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aşkıyla yoğrulduklarından o erişilmez derecelere nâil kılınmışlardır. Ashâb-ı kirâmın bu emsalsiz muhabbetinden diğer bir manzara da şöyledir:

Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebûbekir, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun bu hareketini fark edince:

“−Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu. Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Rasûlallâh! Müşriklerin arkanızdan yetişebileceklerini düşünüyor arkadan yürüyorum, ileride pusu kurmuş olabilecekleri aklıma gelince de hemen öne geçiyorum!” dedi.

Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar. Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:

“−Yâ Rasûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve içeriye girdi. Mağaranın içini temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça yırtıp orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamâmını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra:

“−Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Sabah olduğunda durumu fark eden Peygamber Efendimiz:

“–Ebûbekir, elbisen nerede?!” diye hayretle sordu.

Ebûbekir -radıyallâhu anh- akşam yaptıklarını anlattı. Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ellerini kaldırarak Hazret-i Ebûbekir için duâ buyurdu.[3]

Diğer taraftan iki oğlunu, babasını, kocasını ve kardeşini Uhud Harbi’nde kaybeden beş şehîd sahibi kadının, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan muhabbet hâli de ne kadar ibretlidir:

Uhud günü Medîne bir haberle çalkalanmıştı. “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar kopmuş, feryatlar Arş’a yükselmişti. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensar’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde, o mübârek hanım bunlara hiç aldırmıyor, kendisini asıl kaygılandıran husûsu, yani Allah Rasûlü’nün hâlini sorarak:

“–O’na bir şey oldu mu?” deyip duruyordu. Sahâbe-i kirâm cevâben:

“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hâtun:

“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allah Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:

“–Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Sen sağ olduktan sonra gayrı hiçbir şeye endişelenmem!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir adam geldi ve:

“–Yâ Rasûlallâh! Kıyâmet ne zamandır?” dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye sorunca o da:

“–Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini…” cevabını verdi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” buyurdular. Enes -radıyallâhu anh- bu rivâyetin devâmında der ki:

“İslâm’a girmekten başka hiçbir şey bizi Allâh’ın Nebîsi’nin “Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.” sözü kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebûbekir’i ve Ömer’i seviyorum ve -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163)

Şüphesiz ki Allah Rasûlü’nün bu müjdeli beyânının şümûlüne girebilmek için her mü’min, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aşk, muhabbet, şevk ve nûru ile gönlünü tezyin etmelidir.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allah Rasûlü’nün firâkı ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî bir an kendinden geçmiş, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- insanları teskîn edinceye kadar binbir güçlük çekmişti. Zira O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık bu fânî dünyada O’nu hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ateşine dayanamayan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh- ellerini ilâhî dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“Yâ Rabbî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim Peygamber’imden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye samimî gözyaşları içinde ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oluverdi.[4]

Ebûbekir -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allah Rasûlü’nü hatırladıkça ağlar, konuşmakta güçlük çekerdi.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır:

“Ebûbekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve:

«–Biliyorsunuz ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu...» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı.” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105/3558; Ahmed, I, 3)

Ebûbekir -radıyallâhu anh- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sağlığında iken hep yanında olduğu hâlde dâimâ O’na hasret içinde kalırdı. Rasûlullâh’ın vefâtından sonra ise bu firâk sebebiyle, O’na kavuşma iştiyâkı daha da şiddetlenmişti.

Hazret-i Âişe vâlidemiz, babasının vefâtı ânında Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecanını şöyle ifâde eder:

“Babam Ebûbekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:

«–Bugün hangi gündür?» diye sordu.

«–Pazartesi.» dedik.

«–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zira benim için gün ve gecelerin en sevimlisi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e en yakın olanıdır. (Yani O’na bir an evvel kavuşacağım andır.)» dedi.” (Ahmed, I, 8)

Ashâb-ı kiramdan bâzıları, Allah Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh- Rasûlullah âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullah hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-’ı tesellî için:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bizden selâm götür!” demiştir. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)

Rasûlullah âşığı sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber hakkındaki hâtıraları dinlemekten de zevk alırlardı.

Berâ -radıyallâhu anh- babasının her fırsatta, Allah Rasûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:

“Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:

«–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi. Babam:

“–Hayır! Müşrikler peşinizde sizi ararken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğinizi anlatıncaya kadar olmaz.” dedi.

Bunun üzerine Ebûbekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu şöyle anlattı:

“–(Mağaradan ayrıldık ve) yola çıktık. O gece ve ertesi gün yürüdük. Öğle olunca bir gölge bulabilir miyim diye çevreye göz attım. Baktım ki yakında bir kaya görünüyor ve biraz gölgesi var. Hemen gölgenin olduğu yeri düzelterek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için oraya bir yaygı serdim.

«–Buyurun yâ Rasûlallâh! Biraz istirahat edin!» dedim.

Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- istirahate çekildi. Ben de gelen giden var mı diye etrafı süzmeye başladım. Bir de baktım ki bir koyun çobanı, koyunlarını kayaya doğru sürüyor. O da benim gibi gölge arıyor.

«–Sen kimin çobanısın?» diye sordum. Kureyş’ten bir isim söyledi. Bahsettiği kişiyi tanıyordum.

«–Koyunlarda süt var mı?» dedim, «Evet» dedi.

«–Peki bize biraz süt sağabilir misin?»[5] dedim, «Tabiî, hay hay!» dedi. Bunun üzerine sürüden bir koyun yakaladı. Çobana, koyunun memesini ve ellerini iyice silip temizlemesini söyledim. Ellerini birbirine vurarak temizledi. Bir miktar süt sağıp bana verdi. Yanımda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için bir matara taşıyordum, ağzını da bezle kapatmıştım. Ondan sütün üstüne biraz su döktüm, sütün alt kısmı soğudu. Sonra bu sütü Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına getirdim. O da uykudan uyanmıştı. Kendisine takdim ederek:

«–Buyurun, için yâ Rasûlallâh!» dedim.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sütü içti, ben de böylece biraz rahatladım…” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2)

Sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı o kadar hürmet, tâzim ve muhabbet besliyorlardı ki, bâzıları, Rasûlullâh’ın mübârek elleri dokundu diye başlarındaki saçları kestirmemişlerdi. (Ebû Dâvûd, Salât, 28/501)

Sahâbî hanımlarının evlatlarına Allah Rasûlü’ne muhabbeti telkîn edişlerini sergileyen şu hâdise, ne güzel bir muhabbet tezâhürüdür:

Sahâbî hanımlar, evlâtları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlarlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh- birkaç gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır:

“Annem bana sordu:

«–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?» Ben de:

«–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.» dedim. Bana çok kızdı ve fenâ hâlde azarladı. Ben de:

«–Dur kızma! Hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına gideyim, onunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfar etmesini taleb edeyim.» dedim...” (Tirmizî, Menâkıb, 30/3781; Ahmed, V, 391-392)

Rasûlullâh’ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın hâli ise çok daha başkaydı. Allah Rasûlü fânî dünyayı terk edince Hazret-i Bilâl sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.

Halîfe Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nün zamanındaki ezanların aziz hâtırasını tâzelemek arzusuyla Bilâl’e ezan okuması için defalarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl ise:

“–Yâ Ebâbekir! Benim arzumu sorarsan Rasûlullah’tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak.” diye affını istedi.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise Rasûlullah hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:

“–Ümmet, Rasûlullah’tan sonra O’nun müezzininden de mi mahrum kalsın?” diyordu.

Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet bir sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da gözünde canlanan o saâdet günlerinin hâtıraları sebebiyle boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebûbekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.

Bilâl -radıyallâhu anh- Allah Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de daha fazla duramadı, o sabah namazından sonra derhâl yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak -takdîr-i ilâhî- her defasında gâzi oluyordu. Bu minvâl üzere seneler geçti. Hattâ Şam’ı kasıp kavuran ve yirmi beş bin gâziyi alıp götüren vebâya rağmen hikmet-i Hüdâ, Hazret-i Bilâl, yine sağdı. Lâkin, gönlü bu firâk yangını içinde ömür boyu kavruldu ve yandı.

Bir gün rüyasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördü. Peygamber Efendimiz:

“−Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- hüzünlü bir şekilde uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemlerin Efendisi’nin Kabr-i Şerîf’ini zi­yâret için Medîne’ye geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anh- Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cennet reyhanları diye bağrına bastığı sevgili torunlarını görünce kendinden geçti. Hemen onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:

“–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. O anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allah Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti.[6]

Bu Rasûlullah âşığı mübârek sahâbî, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında:

“–Yarın inşâallah sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve arkadaşlarına kavuşacağım.” diye seviniyordu.

Bir tarafta hanımı:

“–Vâh başıma gelenlere!” diye ağlıyor, bir tarafta da gönlü Peygamber hasretiyle dolu Bilâl -radıyallâhu anh-:

“–Âh ne güzel, ne hoş!” diye seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)

Ashâb-ı kirâmın bu coşkun muhabbetini, hadîs-i şerîf rivâyetinde de âşikâr bir şekilde görmekteyiz. Sahâbe-i kirâmın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bir hadîs-i şerîf rivâyet ederken, bilmeyerek yanlış söylemek endîşesiyle dizleri titrer, yüzleri sararırdı. Meselâ Abdullah bin Mes’ûd’u; “Kāle Rasûlullah / Rasûlullah buyurdu ki” derken, müthiş bir titreme alırdı. Ve birçok sahâbî, bütün beşerî zaaflarını nazar-ı îtibâra alarak, bir sözü Allah Rasûlü’ne izâfe ederken: “Böyle veya bunun gibi, buna yakın bir şekilde buyurdu...” lafızlarıyla ifâde ederlerdi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 3)

Çünkü O, öyle büyük bir peygamberdi ki, üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğü, O’nun hicrânı ile yanarak ağladı. Susuz kalan ümmetine parmaklarından mûcizevî musluklar aktı. Abdest aldığı su kabından yudumlayan hastalar, şifâ buldu. Sofrasında bulunanlar, lokmaların tesbîhini duydu.[7] O’ndan hâtırâ kalan saç ve sakalının mübârek telleri, câmi minberlerinde saklanarak “sakal-ı şerîf” adıyla asırlardan beri ümmete rahmet oldu.

Kıyâmette mahşer imâmı O;

Mücrimlerin şefâatçisi O;

Ümmeti için “ümmetî ümmetî” diye sızlanan O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...

Livâü’l-hamd (Hamd Sancağı) O’nun elinde...

Bütün peygamberler O’nun gölgesinde...

Cennetin kapılarını açacak ilk el, yine O’nun eli...

Şeyh Gâlib bu manzarayı ne güzel terennüm eder:

Hutben okunur minber-i iklîm-i bekâda

Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-i cezâda

Gülbâng-i kudûmün[8] çekilir arş-ı Hudâ’da

Esmâ-i şerîfin anılır arz u semâda

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin Efendim

Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin Efendim

ASHÂB-I KİRÂM’DAN SONRAKİ MUHABBET ÇAĞLAYANI

Âlemleri kuşatan bir rahmet olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu aşk ve muhabbet kâfilesi, sahâbeden sonra da aynı tazelik ve coşkunluk pınarı hâlinde vuslat deryâsına doğru akmaya devam etmiştir. Çünkü dünya ve âhiretin saâdet ve selâmeti, O’na muhabbet sermâyesiyle mümkündür.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âşıklarının kıyâmete kadar devam edeceğini hadîs-i şerîflerinde şöyle beyan buyuruyorlar:

“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmeye can atarlar.” (Müslim, Cennet, 12; Hâkim, IV, 95/6991)

Rabbimiz biz âcizleri, bu hadîs-i şerîfin muhtevâsına dâhil eylesin! Âmîn!..

Peygamber âşıklarında, Allah Rasûlü’nün muhabbetinin bütün fânî ıztırapları aştığını gösteren şu misal pek ibretlidir:

Abdullah bin Mübârek anlatıyor:

İmam Mâlik’in yanındaydım. Bize Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerinden naklediyordu. Bu esnâda ıztırap içinde olduğu yüzünden okunuyordu. Rengi değişiyor, sararıyor ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini bırakmıyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıklarında ona dedim ki:

«–Ey Ebû Abdullah! Bugün sende bir gariplik gördüm?» O da:

«–Evet, ders esnâsında bir akrep gelip beni defalarca ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan tâzim ve hürmetimden dolayı dayandım.» dedi.”[9]

İmam Mâlik Hazretleri, Rasûlullâh’ın bastığı toprağa hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üstüne binmedi. Ayakkabı giymedi. Kendisine hadîs-i şerîften suâl soracak bir misâfir geldiği vakit, abdest alır, sarık sarar, güzel koku sürünür, yüksek bir yere oturur, ondan sonra kabul ederdi. Kendini Allah Rasûlü’nün rûhâniyetine hazırlar, O’nun mübârek kelâmını nakledeceği için edebe son derece îtinâ gösterirdi. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr, yüksek sesle konuşunca:

“Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allah Teâlâ’nın, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda yüksek sesle konuşulmaması husûsundaki ihtârı, senden çok daha fazîletli olan ashâb-ı kirâm hakkında vârid oldu!..” buyurdu.

Yine İmam Mâlik Hazretleri, kendisine zulmeden Medîne vâlisine hakkını helâl etmiş:

“Rasûlullâh’ın torunu olan bir zâta mahşerde dâvâcı olmaktan hayâ ederim!..” buyurmuştur.

Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlı ümmetinin büyüklerinden Seyyid Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşında vefât eden Rasûlullâh’a duyduğu engin aşk ve muhabbet sebebiyle bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayâtına devam etmiştir.

Büyük hadîs âlimi ve müctehid İmam Nevevî Hazretleri de, O Varlık Nûru’nun nasıl karpuz yediğini bilmediği için ömrü boyunca karpuz yememiştir. Hayâtının bütün safhalarını kuşatan peygambere bağlılık şuuruyla, bir karpuzu yerken bile O’nun tarzının dışında hareket etmek ihtimâlinden uzak durmuştur.

Cihan imparatoru Yavuz Sultan Selîm Han ise, kendisini Rasûlullâh’ın hakîkatine eriştirecek bir velîyi dünyadaki bütün ölçülerin üzerinde görüp:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş;

Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!..

diyerek, Allah ve Rasûlü’nün dostlarına yaklaşabilmenin kıymet ve hasretini dile getirmiştir.

Eskiden mühürlere bir vecîze ve beyit hakkettirmek âdetti. Bezm-i âlem Vâlide Sultan, Cenâb-ı Hakk’ın, bu âlemi Nûr-i Muhammedî’ye muhabbeti hürmetine halkettiğini ifâde etmek üzere mührüne:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?!.

Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl…

mısrâlarını hakkettirmiştir.

Fuzûlî ise, meşhûr Su Kasîdesi’nde bu yanışı şöyle ifâde eder:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su

Kim bu denlû dûtuşan odlâre kılmaz çâre su

“Ey göz, Allâh’ın yüce Rasûlü’nün muhabbetiyle gönlümde tutuşup alevlenmiş ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu son derece aşk harâretiyle tutuşmuş olan ateşlere su dökmek çâre değildir. Bu aşk ateşi sönmez!”

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Yâ muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su

“Fakat yine de gözlerim O’nun aşkından, o kadar ağlamakta ki, şu dönen gök kubbe baştanbaşa su renginde midir; yoksa gözümden dökülen sular mı, bütün gök kubbeyi kuşatmıştır?.. Bilemiyorum; şaşkın bir hâldeyim.”

Suya virsün bağbân gül-zârı zahmet çekmesün

Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gül-zâre su

“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için boş yere zahmet çekmesin! Zira, bin tane gül bahçesi sulasa, Yâ Rasûlallâh, yine de Sen’in yüzün gibi bir gül hiçbir zaman açılmaz!..”

Dest-bûsu ârzûsuyla ölürsem dûstlar

Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su

“Ey dostlar! Şâyet ben Hazret-i Peygamber’in elini öpme arzusuyla ölürsem, toprağımdan bir testi yapın ve onunla O yüce sevgiliye su ikram edin!. Belki böylece O’nun elini öpmek ve şefâatine vâsıl olmak nasîb olur.”

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

“O Rahmet Peygamberi’nin ayağının değdiği, gezip dolaştığı, mübârek toprağına ulaşayım diye, sular, hiç durmadan ömürler boyu başlarını taştan taşa vurarak âvâre ve meclûb bir şekilde akmaktadır.”

Süleyman Çelebi de:

“Bir acep nûr kim güneş pervânesi!..” diyerek, güneşin dahî O’nun etrâfında pervâne olduğunu ifâde eder.

Sultan I. Ahmed Han, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kadem-i şerîflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, tedâîsinden feyz almaya çalışmış ve:

N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,

Kadem-i pâkini[10] ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün…

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet[11] O kadem sahibidür,

Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..

mısrâlarını yazmıştır.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de bu muhabbeti şöyle dile getirir:

Kudûmun[12] rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlallâh!

Zuhûrun derd-i uşşâka[13] devâdır yâ Rasûlallâh!

Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın,

Kapına intisâb etmiş gedâdır[14] yâ Rasûlallâh!

Şâir Nâbî, hac yolculuğunda, kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken, bir paşanın gafleten ayağını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatmasına çok üzülür. Büyük bir teessür içinde aşağıdaki mısrâları yazarak Rasûlullâh’a olan tâzimini ifâdelendirir:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu!

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun Sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!”

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

“Ey Nâbî! Bu dergâha, edep kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin ve kudsî rûhların etrâfında pervâne kesildiği ve peygamberlerin eşiğini öptüğü mübârek bir makâmdır!..”

Bu, yürekten dökülen samimî iştiyak karşısında, Rasûlullâh’ın mûcizevî tembihâtıyla Ravza müezzinleri, sabah namazı vakti, bu naati minârelerden okurlar. Rasûlullâh’ın bu iltifâtı, Nâbî’yi çok duygulandırır; yaşlı gözlerle Ravza’ya girer...

Son devrin büyük meşâyıhından M. Es’ad Efendi Hazretleri, Rasûlullâh’a duyduğu aşkın kavurucu ateşi içinde yanışını ne güzel ifâde eder:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

“Habîbim, senin güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, sana âşık olan ilkbahar dahî ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken bile aşk ateşi içinde!..”

Şuâ-ı âfitâbındır yakan bil-cümle uşşâkı;

Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!

“Bütün âşıkları yakan, o mübârek yüzünün güneş gibi parlak nûrudur... Bu sebeple gönül ateş, kalp ateş, aşkınla ağlayan şu iki göz ateş!..”

Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!

“Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Cesed ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak tatlı su dahî ateş!..”

Önceden bir hristiyan olduğu hâlde Hakîkat-i Muhammediyye’yi idrâkin hazzına ulaşınca, gözü yaşlı bir mü’min ve yanık bir Peygamber âşığı hâline gelerek Yaman Dede adını alan, yakın zamanların içli şâirinin şu mısrâları ne güzeldir:

Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam

Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam

Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek!

Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında can vermek?.

Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Boyun büktüm, perîşânım, bu derdin Sen’de tedbîri

Lebim kavruldu âteşten döner pâyinde tezkîri

Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh

Rasûlullâh’ın, mîrâca urûc etmesinden dolayı semâvî âlemdekilerin şevk ve heyecânını şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu mısrâlarında ne güzel ifâde eder:

Şeb-i mîrâcda sîmâsını seyretti diye,

Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak…

“Mîrâc gecesinde Rasûlullâh’ın sîmâsını seyretmesinden aldığı feyz ile, O’nun şânını yüceltmek üzere gök, Rasûlullâh’ın ayak bastığı yere şükrân secdesine kapanır!..”

Can atar her gece Rûhu’l-Kudüs ihrâma girip,

Harem-i muhterem-i kûyuna mihmân olarak…

“Hazret-i Cebrâil, Hazret-i Peygamber’in yüce huzûruna misâfir olarak girebilmek için her gece heyecanla ihrâma girer!..”

Bir gören bir daha görsem diye, Allah Allâh,

Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak...

“Hazret-i Peygamber’i bir kere gören, O’nun gül yüzüne hayrân olarak aklını kaybeder! «Allah, Allah!..» nidâlarıyla bir kere daha görebilmenin heyecânına kapılır...”

PEYGAMBERİMİZİN ŞAHSİYETİNİ ÖRNEK ALANLAR

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir şahsiyettir ki, O’nu rehber edinip kendisine tâbî olanların her biri gökteki yıldızlar gibi insanlığın mümtaz şahsiyetleri hâline gelmiş; ebedî saâdet ve huzûra ermişlerdir. Ashâb-ı kirâm, Hak dostları ve sâlihler, hep O Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne yakınlaşabildikleri ölçüde fazîlet ve kıymet kazanmışlardır.

Acaba Abdullah bin Zeyd, Bilâl-i Habeşî, İmam Nevevî, Seyyid Ahmed-i Yesevî ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var? Bizler de, ashâbdan beri devam edegelen bu muhabbet tezâhürleri çerçevesinde, Allah Rasûlü’ne muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve O’na ne derecede lâyık bir ümmet olarak yaşayabildiğimizi mîzân edip, rûhumuza mânevî bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız.

Burada bahsettiğimiz İslâm büyüklerinin hâlleri de, elbette ki vecd kahramanı olan yıldız şahsiyetlerdeki ölçülerdir. Ancak onları kıyâmete kadar gelecek mü’minlerin gönül semâlarında yıldızlaştıran, Rasûlullâh’a duydukları aşk, şevk ve bağlılıktaki şiddettir.

Biliyoruz ki aşk ve muhabbet, iki gönül arasındaki cereyan hattı gibidir. Güzel bir mü’min olabilmek için, kalbe bu istîdâdı kazandırmak şarttır. Günümüzde insanlığın yaşadığı buhranlar, bu kalbî istîdâdın kaybolmasından ileri gelmektedir. Bu yüzden nice kıymetler hebâ oluyor, nefsânî çarklarda parçalanıyor. Akış ve yönelişler dâimâ dünyevî ve nefsânî olunca da, rûhun iştihâsına kimse yol bulamıyor. Aşk-ı mecâzîden aşk-ı hakîkîye doğru kalplerin irtifâ kaydetmesi, Mecnûn’un Leylâ’dan başlayan seyâhatini Mevlâ’da noktalaması, ham bir yüreğin yaptığı temrinler neticesinde olgunlaşarak gerçek aşka istîdât kazanmasıyla mümkündür. Günümüzde insanlık bu aşka muhtaçtır. Yaşanan bütün cinnetler, kötülükler, hamlıklar hep aşksızlıktandır.

Gerçek bir sevginin büyüklüğü, gerektiğinde sevilen uğrunda yapılan fedâkârlık ve girilen risk ile ölçülür. Çok seven biri îcâbında canını verir de bir fedâkârlık yaptığı hissini bile taşımaz. Sanki borcunu ödüyormuş gibi tabiî bir şekilde hareket eder. Fakat gerçek aşkı tanımayan, aşktan nasîb almayan kimseler, kemâle erme yoluna girmemiş ve nefsinin sultasında yaşayarak gönlünü israf ve ziyan ediyor demektir.

Dağların kabul etmediği emâneti yüklenmiş olmak, aslında insana sunulmuş ilâhî bir imtiyazdır. Bu kazanç ve imtiyâzı gerçek mânâsıyla elde edebilmenin şartı da, hakîkî aşka ulaşabilmektir. Çünkü, insan rûhundaki bu çatışma ve kavga, ancak hakîkî aşkın içinde eriyip kaybolur. Kâmil insan, bir örnek şahsiyetten aldığı feyizli akislerle, hayvânî temâyüllerden rûhunu arındırıp gönlünü bir cennet bahçesi hâline getirir ki oradan da ilâhî manzaralara pencereler açılır.

Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de “Rûhumdan üfürdüğüm” (el-Hicr, 29) buyurmakta ve insana kendinden verdiği ulvî cevheri hatırlatmaktadır. Şâyet bu ulvî cevher ve müjde, mü’mini aşk ve muhabbet neticesinde kemâle eriştirebilirse, o zaman kalp, ilâhî esrâr âlemine doğru merhale almaya başlar. İlâhî âlemin sırları, eşyânın hakîkati, insan ve kâinat denilen sır ortaya çıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur.

Kul, bu olgunluğa eriştiğinde Allah ile arasındaki gaflet perdeleri aralanmaya başlar; “ölmeden evvel ölmek” sırrından nasîb alır. Dünya ve onun fânî sevgisi, bütün geçici ve gösterişli güzelliği gözünden düşer ve gönlünden çıkar. Böylece rûh, Hâlık’ına yaklaşmaktaki târifsiz lezzete nâil olur.

Hakîkî sevgiyi tatmamış olanlar ise, insanda mevcut olan hayvâniyet çerçevesini kırıp da melekiyet sahasına adım atamamış demektir. Sevmeyi bilmeyenin kalbi, ham toprak gibidir. Mârifet sevmektedir. Çünkü varlığın sebebi muhabbettir.

Beşeriyeti, sefâletten kurtarıp saâdete götürecek olan ilâhî rahmet, insanlığa üsve-i hasene olarak takdîm edilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Hakîkî saâdetin yolu, hakîkî aşkı O’ndan öğrenmek, O’nda fânî olabilmek ve bu muhabbetle O’nun izinden gidebilmektir.

Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün kâinâtın gözbebeği, özü ve var oluş sebebidir. Hakk’ın yüce bir lutfudur. Kul ile Hak Teâlâ arasında bir vuslat rehberidir. O, anlatılabilen ve ifâdenin târiften âciz kaldığı ulvî hâlleriyle kulluk makâmında bedeni fânî oluncaya kadar bizlere, Hakk’a kulluğun en yüce numûnesi olmuştur.

Kısaca O, âlemleri kuşatan bir rahmet ve aşktır. O’na râm olan âşık gönüller, bu âlemde dâimâ O’nun muhabbetiyle yanıp kavrulacaklar ve her dem O’nun ulvî visâlinin hasretini yudumlayacaklardır. Bu gönül yangını içinde:

“Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh!” figânıyla da her an gittikçe ziyâdeleşen muhabbetlerini arz edeceklerdir.

İşte Bahâeddîn Nakşibendleri, Yûnusları, Mevlânâları mâneviyat semâsının yıldızları hâline getiren de bu aşktır. Hazret-i Mevlânâ bu aşk ile ebedî ve hakîkî saâdet iklîmine adım atmıştır. Onun saâdeti, nâmütenâhî, yani sonsuz Kâdir-i Mutlak’a vuslat idi. Çünkü onlar, fânî ten esâretinden sıyrılıp sonsuza doğru mesâfe aldıklarından, yalnız sonsuzla mes’ûd olurlar. Sonu olanlarla, yani fânîlerle gerçek saâdet ne kadar ve ne kıvamda olabilir ki?.. Zira saâdet iklîminin yolu, aşk ve muhabbeti lâyık olduğu yere tevcîh etmekten geçer.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın şu sözleri, bir bakıma onun saâdetinin kaynağını da sergilemektedir:

“Canım (rûhum) var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in ayağının toprağıyım. Eğer biri, benim sözümden bundan başka en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de onun sözünden de uzağım.”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağının toprağı olmanın ve yoluna baş koymanın mânâsı, bir ömür O’na aşk ile bağlı yaşamak ve her hususta sünnetine tâbî olmak demektir.

Ayrıca Varlık Nûru’na lâyıkıyla ittibâ edip O’nun rûhâniyetine bürünebilmek için kazanılması gereken kıvâmın diğer bir yolu da O’nunla kalbî râbıtamızı pekiştirecek ve gönüllerimizi muhabbet-i Rasûlullah ile feyizlendirecek salevât-ı şerîfeyi vird hâline getirmektir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, VI, 241; Heysemî, IX, 29. [2] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, Kâhire 1993, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125. [3] Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223; Ali el-Kârî, Mirkât, Beyrut 1992, X, 381-382/6034; Ebû Nuaym, Hilye, I, 33. [4] Kurtubî, el-Câmî, Beyrut 1985, V, 271. [5] Arapların örf ve âdetine göre yolcular için bütün hayvanların sütleri mübâh kabul edilirdi. Çobanlarına bu husûsu tembih ederler ve yeni tutacakları çobana, yanına uğrayan hiçbir yolcuyu süt içmekten men etmemesini şart koşarlardı. İslâm’da örfe göre hüküm vermek ise kabul edilen bir usuldür. (Süheylî, Ravdu’l-Ünüf, Beyrut 1978, II, 152) Allah Rasûlü r şöyle buyurur: “Üç sınıf vardır ki, Allah Teâlâ kıyâmet gününde onlarla (râzı olarak) konuşmaz. Bunlar: Yanındaki suyun fazlasını yolcuya vermeyen kişi, ikindiden sonra malını satmak için -yalan yere- yemin eden kişi ve halifeye bîat edip, halife kendisine verirse sözünde duran, vermezse sözünde durmayan kişidir.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 60/3474) [6] İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1986-1988, I, 357-358. [7] Bu ve benzeri mûcizeler için bkz. Buhârî, Menâkıb, 25. [8] Gülbâng-i kudûm: 1. Dînî mûsikî eşliğinde toplu söylenen merâsim ilâhîsi veya duâ. 2. Teşrîf edişin, merâsimle karşılanması ve teşrîf edeni yüceltmek için söylenen ifâdeler. [9] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1994, III, 333; Süyûtî, Miftâhu’l-Cenne, s. 52. [10] Kadem-i pâk: Tertemiz (mübârek) ayak. [11] Gül-i gülzâr-ı nübüvvet: Peygamberlik bahçesinin gülü. [12] Kudûm: Çok uzak bir yerden gelmek, ayak basmak, teşrîf etmek. [13] Derd-i uşşâk: Âşıkların derdi. [14] Gedâ: Köle, dilenci, yoksul.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ALLAH RESÛLÜ’NE MUHABBETLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Allah Resûlü’ne Muhabbetle İlgili Örnekler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.