Osmanlı'nın Ömrünü Uzatan En Büyük Sır!

Gâzi Sultan Fâtih Mehmed Han, tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bir zâhir ve bâtın sul­tâ­nıdır. Onun her sahada gösterdiği muvaffakıyet ve faâliyetler, müstesnâ bir mahâretle gerçekleştirdiği kalem ve kılıç işbirliğine dayanmaktadır.

O, kendi devrine kadar yapılan akınları, plânlı bir fütûhât hâline getirmiştir. Hiçbir zaman ordusunu, plânsız ve düzensiz hareket ettirmez ve mâcerâ hevesiyle aslâ kan dökmezdi. Bâzen birkaç cephede, beş, on, hattâ daha fazla devletle birden harp hâlinde bulunduğu günler olur, ancak o, kâh siyâsî müzâkereler, kâh askerî hamlelerle pek mâhirâne bir sû­ret­te bunların üstesinden gelirdi. İştirâk ettiği harplerin en kritik anlarında bile en ön saflarda düşman üzerine atılır, geri adım atmazdı. Belgrad muhâsarasında yaptığı şiddetli bir hücumda alnından ve dizinden derin yaralar almıştır.

OSMANLI'DA "KARDEŞ VE EVLÂT KATLİ" NEDEN VAR?

Fâtih Sultan Mehmed Han, devletin daha evvel içine düştüğü birta­kım tehlike ve hatâları değerlendirip «Fâtih Kânunnâmeleri» denilen kâ­nun­nâmeleri hazırladı. Lâkin sanılmamalıdır ki bunlar, onun veya o devirdeki ricâlin şahsî düşüncelerini aksettirir. Aslâ!..

Devlet idâresine dâir pek çok kâide ihtivâ eden bu kânunnâmelerde günümüze kadar üzerinde pek çok tartışma cereyan etmiş bulunan me­se­leler; “kardeş ve evlât katli” ile vezirlerin siyâseten cellâda havâle edilmeleri keyfiyetleridir.

Dikkat olunursa, hânedân mensuplarıyla vezir rütbesini hâiz kimselere mahsus olan bu kâidenin iki husûsî sebebi vardır:

1- Bunlar, îcâbında devleti bölebilecek bir otoriteye sahip olduklarından, haklarındaki kararın sür’atle verilmesi gerekmektedir. Sıradan mahkemelerin usûl hükümleri, buna imkân vermediğinden, bir ihânet hâlinde usûlî kâideler yerine getirilinceye kadar iş işten geçmiş olur ve telâfîsi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, pâdişâha:

“–Cellât!..” diye bağırma hakkı verilmiştir.

2- Bunlar, devlette otorite bakımından en üst mevkîde bulundukları için kendilerini korkmadan muhâkeme edebilecek olan daha üstün bir otorite sadece pâ­di­şahtır. Halktan birini pâdişâhın cellâda havâle edebilmesi ise, onun sadece sefer hâlindeki bir orduya mensup bulunmasına bağlıdır. Gerçekten sefer hâlindeki bir orduda bâzen bir nefer bile bir bozguna sebep olabilir.

Bu temel sebeplerle ortaya çıkan şu tatbikat bile nefsânî hislere meydan vermemek için dâimâ şeyhülislâm fetvâsına dayandırılmıştır.

DEVLETİN BEKÂSI İÇİN HAKLI BİR ENDİŞE

Bu sebepler, devletin bölünmekten korunması ve bekàsının temini gibi haklı bir endişenin eseridir. Gerçekten büyüyen bir devletin parçalanıp dağılmaktan muhâfazası, oldukça güçtür. O günkü haberleşme imkânları da dikkate alınırsa, bu güçlüğü takdîr etmek, daha da kolaylaşır.

Bu ölçüler ışığında devletin tek elden idâre edilerek ümmetin parçalanıp güçsüz beyliklere bölünmemesi ve bu sû­ret­le ehl-i küfür karşısında devamlı olarak kudretli kalınabilmesi için Fâtih’in hukûkîleştirdiği «kardeş ve evlât katli» me­se­lesinin, Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan en büyük sâiklerden biri olduğu söylenebilir.

Bu husustaki madde şöyledir:

“Evlâdımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, (mecbûriyet hâlinde) nizâm-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekser-i ulemâ dahî tecvîz etmiştir. Gerektiğinde anınla âmil olalar...”

Demek oluyor ki Fâtih, bunu emretmiyor. İhtilâl ve anarşi gibi, şartların son derece mecbur bıraktığı durumlarda başvurulabilecek bir müsâade olarak hukûkîleştirmiş oluyor.

TEBAASININ MENFAATİ İÇİN KARDEŞİNİ FEDA EDİYOR

Buradaki nükteyi doğru anlamadan Osmanlı’nın velâyet derecesine yükselmiş bulunan sultanlarını bile -hâşâ- cânîlikle suçlamak, yerinde bir hüküm değildir. Dün­ya ta­rihinde bir misli daha bulunmayan, tebaasının menfaati için kendi evlât ve kardeşini fedâ etme husûsiyeti karşısında, hislerden ziyâde, idrâk, irâde ve tâ­rihî gerçeklere göre tahlilde bulunmak îcâb eder.

Diğer bir gerçek de şudur ki, 623 sene gibi uzun bir imparatorluk devresinde “evlât ve kardeş katli” sebebiyle ölenlerin sayısı, takriben altmış küsûr kadardır. Aksi hâlde bu rakam, yüz binleri bulur, hattâ daha ziyâde olabilirdi.

Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Osman Nuri Topbaş, Erkam Yayınları, 2013

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • BİR İNSANI ÖLDÜREN ,BÜTÜN DÜNYAYI ÖLDÜRMÜŞ SAYILIRKEN BÖYLE BİR ŞEYİ ALLAH^'TAN İZİN ALMIŞ GİBİ YAPABİLİRSİNİZ DEMESİ BENCE KENDİ SELAMETİ AÇISINDAN HİÇ İYİ OLMAMIŞ.ALLAH KENDİSİNE RAHMET EYLESİN.

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.