Namazın Rükünleri ve Anlamları

Namazın rükünleri ne demek? Namazın rükünleri ve anlamları.

Namazın on iki farzından altısı, namaza başladıktan sonra bulunması gereken farzlar olup şunlardır:

NAMAZIN RÜKÜNLERİ NEDİR?

1. İftitah tekbiri,

2. Kıyam,

3. Kıraat,

4. Rükû,

5. Secdeler,

6. Namazın sonunda tehıyyâtı okuyacak kadar oturmak. Bunlara da “namazın rükünleri” denir. Bunlardan başka ta’dil-i erkân ve namazdan kendi isteği ile çıkmak gibi, kimi müctehitlerce farklı yorumlanan başka rükünler de vardır.

Rükün mutlaka bulunması bakımından şart gibidir. Ancak şart namazdan önce yapılması gereken şeylerdir. Bunların namaz sırasında da devam etmesi gerekir. Meselâ, abdestli olmak, avret yerlerini örtmek gibi. Rükün, kendileri yapılmaksızın namazın tamam olmayacağı hareketlerdir. Kıyam, rükû ve secde gibi. Bunlara “namazın farzları” da denir.

Namazın rükünleri altıdır. İftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, secde ve son oturuşta teşehhüt miktarı oturmak. Bunlardan başka, Ebû Yusuf ile İmam Şâfi, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel’e göre namazda ta’dil-i erkâna riâyet etmek bir farz olduğu gibi, Ebû Hanîfe’ye göre namazdan kendi isteği ile çıkmak da bir farzdır.[1]

NAMAZIN RÜKÜNLERİ NELERDİR?

Namazın rükünleri sırasıyla şunlardır:

1. İftitah Tekbiri:

Namaz kılan kişinin ayakta ve kendisinin işitebileceği kadar bir sesle “Allahu ekber” demesine “iftitah tekbiri” (Allah’ı ta’zime başlama) veya “tahrime” denir. Bu tekbirle namaza girilmiş ve dış âlemle ilgi kesilmiş olur. İftitah tekbiri namazın önünde bulunması sebebiyle şarta benziyorsa da, rükünlere bitişik olması yüzünden, o da bir rükün sayılmıştır.

Namaza iftitah tekbiri ile başlamanın farz oluşu Kitap ve sünnet delillerine dayanır:

Allah Teâlâ; “Rabb’ini yücelt” [2] buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: Namazın anahtarı temizliktir, başlaması ise tekbirdir.” [3] “Allah Teâlâ abdesti yerli yerinde alıp, sonra kıbleye dönerek “Allahu ekber” demedikçe bir kimsenin namazını kabul etmez.” [4] Hz. Peygamber yanlış namaz kılan bir sahabiye, namazı tarif ederken; “Namaza kalktığın zaman tekbir getir” [5] buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in namaza başlarken tekbir alarak, ellerini kulaklarının hizasına kadar kaldırdığına dair çeşitli hadisler nakledilmiştir.[6]

Şâfiî ve Hanbelîlere göre, elleri tekbir alırken, rükûa eğilirken ve rükûdan doğrulurken omuz hizasına kadar kaldırmak sünnettir.[7]

Ayakta duramayan kişi oturarak tekbir alabilir. Tekbir, gücü yetenler için Arapça alınır. Başka dilde olmaz. Arkasındaki cemaate duyurabilmesi için imamın tekbiri açıktan alması müstehaptır. Dilsiz veya başka dilde tekbir getirmekten âciz olan kimseden, tekbir getirme farîzası düşer. Tekbirin yalnız bir bölümünü söylemeye gücü yetene, o kısmın bir anlamı varsa gücünün yettiği kadarı yeterli olur.

Allah Teâlâ’yı yüceltme anlamı taşıyan “Allah kebir” veya “Allah azîm” gibi başka sözlerle tekbir alınması yahut yalnız “Allah” denilmesi de farz için yeterlidir. Ancak, “Allahümmağfirlî (Allah’ım beni bağışla”), “estağfirullah (Allah’tan, bağışlanmamı dilerim)”, “eûzubillah (Allah’a sığınıyorum)” veya “bismillah (Allah’ın adı ile başlıyorum)” gibi sözlerle namaza başlanmış olmaz. Çünkü bunlar birer dua cümlesi olup, yalnız ta’zimi ifade etmez. Hanefîlere göre, namaza “Allahuekber (Allah her şeyden yücedir)” sözü ile başlamak vâcip, bu sözden başkasını tercih etmek ise tahrimen mekruhtur.

Ekber yerine “ekbâr” veya Allah yerine “Âllah” şeklinde uzatarak okumak anlamı bozacağı için bununla namaza başlanmış olmaz. Namaz içinde böyle bir okuyuş da namazı bozar. Ekber’in “kâf”ını yumuşak okuyarak “egber” denilmesi namaza zarar vermez. Çünkü bundan kaçınmak güçtür.

İmama uymak üzere alınan iftitah tekbirinin tamamının ayakta alınması gerekir. Buna göre, rükû halindeki imama uyan kimse, kıyamda iken “Allah” deyip, “ekber” lafzını rükûda iken söylese, bununla imama uymuş olmaz. Yeniden doğrulup tekbir alması gerekir. Bunu yaparken rükûu kaçırsa, eksik kalan bu rekâtı namazın sonunda tamamlar.

Ebû Hanîfe’ye göre, Arapça dışında bir dilde tekbir getirmek de yeterlidir. Çünkü Allah Teâlâ; “Rabb’inin ismini anıp, namaz kılan mutlaka kurtuluşa ermiştir” [8] buyurur. Bu kişi de Allah’ı anmıştır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Şâfiî (r.aleyhîm)’e göre ise, bir kimse ancak, Arapça okuyuşu güzel yapamaması durumunda başka dilde tekbir getirebilir. Eğer Arapça’yı güzel telaffuz edebiliyorsa, başka dilde tekbir alması yeterli olmaz.[9] Çünkü Rasûlullah (s.a.s) “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız.” [10] buyurmuştur.

Tekbir niyetten sonra alınmış olmalı ve imama uyan kimsenin tekbiri imamın tekbirinin önüne geçmemelidir.

2. Namazda Kıyam:

Kıyam; doğrulmak, dik durmak, ayakta durmak demektir. Gücü yetenin farz veya vâcip namazlarda başlangıç tekbiri ve her rekâtta Kur’an’dan okunması gerekli olan en az miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta durmak namazın rükünlerindendir. Buna göre, ayakta durmaya gücü yeten kimsenin oturarak kılacağı bir farz veya vâcip namaz  caiz olmaz. Rükünleri yerine getirmek farz olduğu için, özürsüz olarak bir farzı terk etmek namazın sıhhatine engel olur.[11] Kur’an’da, Allah’a itaat ederek ayakta durun” [12] buyurulur. Bir rahatsızlığı yüzünden ayakta namaz kılmakta zorlanan İmran İbn Husayn (r.a)’ın sorusu üzerine Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Namazı ayakta kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak, yine gücün yetmezse yaslanarak kıl.” Nesâî’nin rivâyetinde şu ilâve vardır: “Eğer gücün yetmezse sırt üstü kıl. Allah kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.” [13]

Bu duruma göre, hasta ayakta namaz kılmaya güç yetiremez veya ayağa kalkınca hastalığının artmasından veya uzamasından yahut da şiddetli ağrı duymasından korkarsa, namazı oturduğu yerde kılar, gücü yeterse rükû ve secdeye varır. Çünkü zorluk kolaylığı celbeder, zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.

Bir hasta, bir yere dayanarak ayakta namaz kılabildiği sürece, farz namazları oturarak kılamaz.

Yine bir süre ayakta kılmaya gücü yeten kimse o kadar ayakta durur, sonra oturarak namazını tamamlar. Hatta yalnız iftitah tekbirini ayakta alabilen kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar, başka türlü yapamaz.

Rahatsızlığı yüzünden secdeye tam olarak eğilemeyen kimsenin, secde yerini sandalye veya yastık gibi bir şeyle yükseltmesi gerekmez. Rükû ve secdeleri gücünün yettiği kadar eğilerek ima ile yapar. İmâ; namazda başı önüne doğru eğmek suretiyle yapılan işarettir.

Câbir (r.a)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz.Peygamber (s.a.s) bir hasta ziyaretine gitmişti. Hastanın yastık üzerine konulan bir tahtaya secde ettiğini gördü. Allah Elçisi derhal bunları kaldırtarak şöyle buyurdu: “Eğer gücün yeterse, namazı yer üzerinde kıl. Buna gücün yetmezse, ima ile namaz kıl ve secdeni rükûundan daha çok eğilerek yap.” [14]

Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, namazını sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye karşı uzatır, rükû ve secdesini imâ ile yapar.

Yanı üzerine yatmakta olan bir hastanın yüzü kıbleye yönelik olduğu halde ima ile namaz kılması caizdir. Ancak sırtüstü yatarak ima ile namaz kılmak, yanı üzerine yatıp kılmaktan daha uygundur. Çünkü bu durumda, hastanın yüz kısmının kıbleye yönelmesi daha kolaydır.

Başı ile de ima yapamayacak kadar rahatsız olan kişi, namazı iyileşme zamanına erteler. Göz, kaş veya kalple yapılacak ima geçerli olmaz. Çünkü, namazın bir rüknü, ancak başın hareketiyle yerine getirilebilir. Diğerleriyle bu mümkün olmaz. Bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. Ebû Yusuf’a göre, bu durumda kalbi ile imada bulunamazsa da, göz ve kaşları ile imada bulunur. İmam Züfer ile İmam Şâfiî’ye göre, kalbi ile de imada bulunarak namazını kılar.

Başka bir rivâyete göre böyle bir hastanın güç yetirememesi bir gün ve bir geceden fazla sürerse, bu süreye ait namazları aklı başında olsa bile düşer. Bunları kaza etmesi gerekmez. Çünkü namaz kılmaya gücü yetmemiş olur.

Baygın veya komada olan, ya da aklı giden kişi, tam bir gün ve bir gece geçmeden kendine gelse, bu süreye ait namazları kaza eder. Bu durum bir gün ve bir geceden uzun sürerse namazları düşer. Bu konuda Ebû Hanîfe 24 saati ölçü alırken, İmam Muhammed, kaçırılan namaz sayısını ölçü almıştır. Bu yüzden İmam Muhammed’e göre, kaçırılan namazlar beşten fazla ise düşer, az ise düşmez. Bu görüş daha uygun görülmektedir.

Namaz kılarken rahatsızlanan kimse, namazın geri kalan bölümünü gücünün yettiği şekilde tamamlar. Bir hastalık sebebiyle oturarak namaz kılmakta olan kimse, rükû ve secde ettikten sonra iyileşse, namazına ayakta devam eder.

Rükû ve secdeyi tam olarak yapmaya gücü yeten bir hasta, ima ile namaz kılsa, bu yeterli olmaz ve namazını yeniden kılması gerekir. Çünkü rükû etmeye gücü yetenin ima ile namaz kılana uyması caiz değildir. Bu mesele ona kıyas edilmiştir.

Bir özür bulunmadıkça farz namazlar hayvan üzerinde kılınamaz. Vitir namazı, cenaze namazı, tilâvet secdesi ve kaza namazı bu hükümdedir. Ebû Hanife’den bir rivâyete göre, sabah namazının sünneti de bir özür bulunmadıkça hayvan üzerinde kılınamaz.

Hareket halindeki nakil araçları, yürümekte olan bir hayvan hükmündedir. Bu yüzden bir zarûret bulunmadıkça, bunların üzerinde farz veya vâcip namazlar kılınamaz. Yerinde duran bir araç ise, yer üzerindeki bir karyola ve divan gibidir. Bunların üzerinde namaz kılınabilir.

Hareket halindeki bir gemi içinde, bir özür bulunmasa da, bütün namazlar oturularak kılınabilir. Fakat ayakta kılınması daha faziletlidir. Bu, Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. O’na göre, gemide çoğunlukla baş dönmesi olur. Çoğunluk ise sürekli var hükmündedir.

Deniz kenarında veya ortasında duran bir gemi dalga yoksa, yer hükmünde olup, içinde ayakta namaz kılınır. Fakat dalga varsa, hayvan hükmünde olur. Bu yüzden mümkün olursa namazı dışta kılmak gerekir.

Uçak, denizdeki gemi hükmündedir. Çünkü bunların hareketi veya durması yolcunun elinde değildir.

Hayvan üzerinde namaz kılan kimse rükû ve secdeleri ima ile yapar. Secde için rükûdan daha fazla eğilir. Hayvan üzerinde bir şey üzerine, meselâ; hayvanın eğerine, başını koyarak secde etmek mekruhtur.

Sünnet ve müstehap namazlar, bir özür bulunmasa da oturularak kılınabilir. Çünkü nâfile namazlar, kolaylık ve yumuşak muâmele esasına dayanır. Diğer yandan nâfileler çoktur. Eğer bunlarda “kıyam” zorunluluğu olursa, zorluk verir ve insanlar nâfilelerden uzaklaşabilir. Ancak bununla birlikte, nâfile namazları da ayakta kılmak daha faziletlidir, bu konuda görüş birliği vardır. Ebû Hanîfe’ye göre, yalnız sabah namazının sünneti bunun dışındadır. Teravih namazını oturarak kılmak caiz ise de, bunda kerâhet vardır.

Ayakta nâfile namaz kılmakta olan kimse, yorulsa, bir yere dayanarak veya oturarak namaza devam edebilir. Böyle bir özür bulunmayınca bir yere dayanmak veya oturmak mekruhtur. Ancak, bir kimse oturarak kılmakta olduğu nâfile bir namazı, kalkıp ayakta tamamlayabilir. Bunda görüş birliği vardır.

Hanifelere göre, eller uzatıldığında dizlere ulaşmıyorsa, kişi kıyam halinde sayılır. Şâfiîler’e göre, özür olmadıkça kıyamda omurga kemiğinin dik tutulması şarttır.[15]

3. Kıraat:

Kıraat sözlükte, “okumak” demektir. Bir terim olarak “Kur’an okumak” anlamına gelir. İmamın veya tek başına namaz kılanın, nâfile namazlar ile vitir namazının bütün rekâtlarında bir miktar Kur’an-ı Kerim okuması farzdır. Ancak dört veya üç rekâtlı farz namazlarda kıraatin ilk iki rekâtte bulunması vâcip hükmündedir.

Namazda kıraatın farz olan miktarı, Ebû Hanîfe’ye göre, her rekâtta kısa da olsa bir âyettir. Böyle bir âyet okununca bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat Ebû Yusuf’a, İmam Muhammed’e ve Ebû Hanîfe’den başka bir rivâyete göre bu miktar kısa üç âyet veya böyle üç âyet miktarı uzun bir âyettir. İhtiyata uygun olan bu görüştür.

Bir harften veya bir kelimeden ibaret olan bir âyetin, meselâ; “Nûn” veya “Müdhâmmetân” âyetlerinin okunması, sağlam görüşe göre yeterli olmaz. Çünkü bu, bir kıraat sayılmaz.

Kıraatın farz oluşu şu delillere dayanır: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kur’an’dan kolayınıza geleni (âyetleri) okuyun.” [16] Buradaki emir mutlak olduğundan vücub ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Kıraatsız namaz yoktur.” [17]

Yukarıdaki âyet namazda mutlak olarak Kur’an okumayı emretmektedir. Bu yüzden Kur’an adını taşıyan en az okuyuşla kıraat gerçekleşir. Bununla birlikte namaz dışında Kur’an okumak farz değildir. Çünkü yukarıdaki âyet, namazda kıraatle ilgili olarak inmiştir.

Namazda Fâtiha’yı okumak vâciptir. Fâtiha terkedilse, namaz tahrimen mekruh olmakla birlikte sahihtir. Hz. Peygamber’in; “Fâtiha’sız hiçbir namaz yoktur.” [18] hadisi, Hanefî müctehitlerince “Fâtihasız namazın fazileti yoktur” şeklinde anlaşılmıştır. Çünkü bu hadis; “Mescide komşu olan kimsenin, mescitte kılmadıkça, kılacağı namaz caiz olmaz” [19] hadisine benzemektedir. Gerçekte İslâm âlimleri, bu hadise dayanarak, mescide komşu olanların yalnız başına kılacakları namazın sahih olmadığını söylememişlerdir. Belki cemaat sevabından mahrum kalır ve namazın fazileti azalır, demişlerdir.

İmama uyan kimsenin Kur’an okuması gerekmez. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, merhamet olunasınız” [20] Ahmed İbn Hanbel şöyle demiştir: “Bu âyetin namazla ilgili olarak indiği konusunda görüş birliği vardır. Âyet namazda dinlemeyi ve susmayı emretmektedir. Dinlemek ise açıktan kıraat yapılan namazlara mahsustur. Susmak hem gizli, hem de açık okunan namazları içine alır. Bu yüzden, cemaatle namaz kılanların açık veya gizli okunan bütün namazlarda susmaları vâciptir.” [21]

Yukarıdaki âyetin uygulama şeklini gösteren hadislerde şöyle buyurulur: “İmamın okuyuşu, kendisine uyan cemaatin de okuyuşudur.” [22] Bu hadiste, kıraatin açık veya gizli yapıldığı namazlar arasında bir ayırım yapılmaz. Aşağıdaki hadis bu konuda açıktır: “İmam kendisine uyulmak için önder edinilmiştir. Öyleyse, imam tekbir getirince siz de getirin, Kur’an okuyunca, siz susun.” [23] Hz. Peygamber (.s.a.s), öğle namazını kıldırırken, kendisine uyan cemaatten birisinin, O’na işittirecek şekilde, “Sebbihi’sme Rabbike’l-a’lâ” sûresini okuması üzerine, namazın sonunda, “Sizin hanginiz kıraatta bulundu veya Kur’an okuyan kimdi?” diye sordu. Bir adam, ben cevabını verince de şöyle buyurdu: “Sizden birinizin benim okuyuşuma karıştığını sandım” [24] Bu hadis, gizli okunan namazlarda da cemaatin kıraatta bulunmasının caiz olmadığını gösterir. Durum böyle olunca, açıktan okunan namazlarda cemaatin kıraati öncelikle caiz olmaz. Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde, bu namazın  sesli okunan bir namaz olduğu zikredilir. Diğer yandan Abdullah İbn Ömer (r.a) “Sizden biriniz imamın arkasında namaz kıldığı zaman, kendisine imamın okuyuşu yeterli olur. Tek başına namaz kılınca ise kıraatte bulunsun.” [25] demiştir. İmam Mâlik bu delillere dayanarak, imamın arkasında namaz kılan cemaatin, yalnız gizli okunan namazlarda kıraatte bulunması gerektiğini söylemiştir.

Namazda kıraatin sesli (cehrî) yapılmasının anlamı, başkalarının duyacağı ses tonuyla okumak demektir. Buna açıktan okumak veya yüksek sesle okumak denilmektedir. İmamın veya tek başına namaz kılanların gizli (hafî) okuyuşu ise; kendi duyabileceği bir sesle, fısıldar gibi, harfleri yerinden çıkarmak ve niteliklerini uygulamak suretiyle okumasıdır. Buna göre, gizli okumanın üst sınırı en fazla kendi işiteceği şekilde olmalı, yanında bulunanların huşûunu bozacak veya dikkatini dağıtacak şekilde olmamalıdır.

Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre, namazda kıraatin en az miktarı Fâtiha sûresinin okunmasıdır. Dayandıkları delil, “Fâtiha’yı okumayanın namazı yoktur”, “Fâtiha’nın okunmadığı bir  namaz yeterli değildir.” [26] anlamındaki hadislerdir. Farzların ilk iki rekâtında Fâtiha’dan sonra Kur’an’dan bir sûre veya birkaç âyet daha okumak ise sünnettir. Bu üç mezhebe göre kıraat, imam ve tek başına namaz kılan için gerekli olduğu gibi, imama uyan için de gereklidir. Şu var ki imama uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha’yı ve ardından eklenecek bir sûreyi, sesli namazlarda sadece Fâtiha’yı okur; Mâlikî ve Hanbelîler’e göre, sesli namazda bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed İbn Hanbel’e göre tercihen hem dinler, hem de imam ara verdiğinde okur. Şâfiîler’e göre “besmele”, Fâtiha sûresinden bir âyet sayıldığı için, onun da kıraat kapsamında okunması gereklidir.

Bir âyetten başkasını okumaya gücü yetmeyen kimse, bu âyeti Ebû Hanife’ye göre bir kere okur. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise bir rekâtta üç kere tekrar eder. Ancak üç âyet okumaya gücü yeten kimse, bir âyeti üç kere tekrar edemez.

Bir kimse, âyetü’l-kürsî gibi uzun bir âyetin bir bölümünü bir rekâtta, diğer bölümünü öbür rekâtta okusa bu yeterli olur. Çünkü bunlar üç kısa âyete denk olmuş bulunur.[27]

Kur’an Meâliyle Kıraat:

İslâm’ın ilk yayıldığı beldelerde ana dilin Arapça olması ve Kur’an’ın da bu dilde inmiş olması yüzünden, namazda Arapça’dan başka dille kıraat meselesi, Hz. Peygamber döneminde gündeme gelmemiştir. Ancak Hz. Ömer (ö. 23/643) döneminde Suriye, Irak ve İran beldeleri fethedilince, farklı şiveler ve başka bir dille ibadet problemi gündeme geldi. Çünkü kitleler halinde İslâm’a giren bir yöreye, ilk günden itibaren namaz farz olduğu için, hemen ilk namazı kılmada, başta “Fâtiha” olmak üzere Kur’an’dan bir bölüm okumak (kıraat) gerekiyordu. Ancak Arapça bilmeyen yörelerde, yeni müslüman olan kimselerin bunu yapabilmesi belli bir zaman sürecini gerektiriyordu. İşte böyle bir zamanda İranlılar, aslen İranlı olup, gençliğinde oradan ayrılarak önce hıristiyan olan, İslâm’ı haber alınca da müslüman olarak Medine’ye yerleşen Selman el-Fârisî’ye (ö. 36/656) bir mektup yazdılar. Ünlü Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö. 490/1097) bu mektuptan şöyle söz eder: “İranlılar Selman’a bir mektup yazdılar ve Fâtiha’yı Farsça’ya terceme ederek kendilerine göndermesini istediler. Çünkü onlar bunu, dilleri Arapça’ya alışıncaya kadar namazlarında okuyorlardı.”[28]

Ebû Hanîfe (ö. 150/767)’ye göre, Kur’an’ın mucizelik yönü, lafzı gibi anlamında da gerçekleştiği için, Arapça olarak okumaya gücü yeten kimse bile, Kur’an’ın başka dildeki meâli ile namaz kılsa, bununla okuma farzı yerine gelmiş olur, ancak Kur’an’ı asıl dilinde okumadığı için kerâhet işlemiş bulunur. Dayandığı delil; İslâm’dan önceki döneme ait sahife ve kutsal kitaplardan birçok nakillerin, Arapça’ya nakledilerek Kur’an’da yer alması ve yukarıda sözünü ettğimiz Selman (r.a)’ın mektubudur.[29]

Ebû Yûsuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed’e (ö. 189/805) göre ise, Kur’an’ın mucize yönü metin ve anlamda birlikte gerçekleşir. Her ikisine gücü yetenin okuyuşu en güzel olandır. Bunlardan yalnız birisine gücü yeten onunla yetinebilir. Arapça okumayı güzel yapmaya başlayınca artık meali okuması yeterli olmaz. Bu durum rükû ve secdeye gücü yetmeyenin, imâ ile (işaret yoluyla) namaz kılmasına benzer.

Ancak Hanefî mezhebinde tanınan bu ruhsat, Selman el-Fârisî’ye yazılan mektubun sonundaki “dilleri Arapça’ya alışıncaya kadar” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, geçici bir süreyi kapsar. Diğer yandan Ebû Hanîfe’nin “özür olmasa bile, Kur’an meâli ile sürekli kıraat” görüşünden rucû ettiği ve bu konuda Ebû Yûsuf’la İmam Muhammed’in görüşüne katıldığı nakledilmiştir.[30]

Abdullah İbn Ebî Evfâ (r.a) şöyle demiştir: “Nebî (s.a.s)’e bir adam gelip, “Ben Kur’an’dan hiçbir şeyi ezberimde tutamıyorum, bana yeterli olacak olanı öğret” dedi. Rasûlullah (s.a.s) ona şöyle demesini bildirdi: Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l- aliyyi’l- azîm.” Anlamı: “Allah’ı tesbih ve tenzih ederim. Her türlü övgü Allah’a aittir. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en yücedir. Bütün güç ve kuvvet Allah’a aittir.” Bu kişi dedi ki; bunlar Allah’a ait, kendim için ne isteyebilirim? Nebî (s.a.s) şöyle buyurdu: De ki: Allâhümme’r hamnî ve’r-zuknî ve âfinî ve’hdinî.” Anlamı: “Allah’ım! Bana merhamet et, bana rızık ver, beni affet ve beni doğru yola ilet”. Adam kalkıp gidince, Allah’ın Elçisi elini göstererek şöyle buyurdu: “Bu kişi elini hayırla doldurdu.” [31] Hadis dikkatlice incelenince hamd, tesbih, tekbir ve tehlîli içine aldığı ve bütün bunların Kur’an’ın değişik yerlerindeki âyet parçalarından ibaret olduğu görülür.

Şâfiîler’e göre, hiçbir durumda, Arapça dışındaki bir dille ibadet caiz olmaz. Güzel okuyamayan “ümmî” sayılır ve namazı kıraatsız kılar. Çünkü Farsça dünya kelamı olup, tercemenin ilk cümlesinde namaz bozulur.[32]

Sonuç olarak şunu belirtelim ki, Arapça bilmeyen bir mü’min, ibadetlerinde yıllarca okuduğu Fâtiha sûresi, dua vb. lerinin anlamını da, cümle cümle ezberlemeli ve orijinalini okurken, anlam yönünü de izlemeye çalışmalıdır. Bunun namazda gerçek “huşû” ya yardımcı olacağında şüphe yoktur. Namaz dışında okunan sûre, aşr, hatm veya mukâ’belelerde ise asıl metni okuma yanında, meal, tefsir ve açıklamaya öncelik verilmesi gerektiğinde şüphe yoktur. Çünkü Kur’an; okunmak, anlaşılmak ve gereğince amel edilmek üzere indirilmiştir.

4. Rükû:

Rükû sözlükte “eğilmek” demektir. Namazın ana unsurlarından olan rükû, kıraatten sonra, öne eğilerek, baş ve sırt düz olacak şekilde eller diz kapaklarının üstüne konularak yapılır. Bu yüzden ayakta namaz kılan kimsenin, rükû’ için yalnız başını eğmesi yeterli olmaz, arkasını da eğerek, baş ve sırt düz bir hat meydana getirmelidir. Bu tam bir rükûdur. Özürsüz olarak tam rükû yapmayanın durumuna bakılır; eğer kıyama daha yakın görülürse rükûu geçerli olmaz, fakat rükû durumuna daha yakın görülürse geçerli olur. Sırtı kambur olan veya bel rahatsızlığı bulunan kişi, rukûu gücünün yettiği kadar yapar.[33]

Rükûun farz oluşu âyet ve hadislerle sâbittir. Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin ve Rabb’inize kulluk edin.” [34] buyurur. Kur’an’da, Hıristiyanlığın aslında da rukû ve secdeli namaz bulunduğu şöyle bildirilir: “Ey Meryem! Rabb’ine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte sen de rükû et.” [35]

Hz. Peygamber, namazını kötü bir şekilde kılmakta olan bedevîye şöyle buyurmuştur: “Sonra uzuvların sâkin olacak şekilde rükû yap, sonra uzuvların sâkin olacak şekilde secde yap. Sonra bunu bütün namazın süresince böyle yap.” [36] Ebû Humeyd (r.a), Allah Rasûlü’nün rükû şeklini şöyle açıklar: “Nebî (s.a.s) rükû yaparken, ellerini dizleri üzerine koyar, sonra sırtını düzgün tutardı.” [37] Hz. Âişe (r. anhâ) rükûda başın eğim şeklini şöyle nakleder: “Rasûlullah (s.a.s) rükûa gittiği zaman başını yukarı kaldırmaz, aşağı da eğmez, ikisi arası bir durumda tutardı.” [38] Başka bir hadiste, “Hz. Peygamber rükûa gidince, sırtı üzerinde bir bardak su bulunacak olsa, hareket etmezdi.”[39] buyurulur.

Tanımlanan böyle bir rükûu yaparken, bir süre beklemek (tuma’nîne) ve yine rükûdan doğrulunca, uzuvlar sâkin oluncaya kadar bir süre ayakta durmak (kavme) Ebû Yûsuf’a ve Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre farzdır.[40] Bunun süresi “sübhânellah’il-azîm” diyecek kadardır. Ebû Hanîfe’ye göre tuma’nîne ve kavme vâciptir. Diğer yandan rukûda üç kere, “sübhâne Rabb’iye’l-azîm (Yüce olan Rabb’imin adını tesbih ve tenzih ederim.)” demek sünnettir. Çünkü,  “O yüce olan Rabb’inin adını tesbih et” [41] âyeti inince, Allah’ın Elçisi, “Siz rukûunuzda bunu söyleyiniz.”  buyurmuştur.[42]

Oturarak namaz kılan kimse, rükûda alnını dizlerine paralel olacak derecede eğmelidir.

İmama rükûda iken yetişen kimse, ayakta tekbir alır, sonra rükûa varır. Bu tekbiri rükûa yakın bir durumda alacak olsa, namazı bozulur ve imama uymuş sayılmaz. İmama rükûda iken yetişip uyan kimse, o rekâtı imam ile kılmış sayılır. Fakat imam rükûda iken tekbir alıp da, imam rükûdan kalktıktan sonra rükûa giden kimse, o rekâta yetişmiş sayılmaz, (namaza sonradan yetişen kimse) hükmünde olur ve o rekâtı namazın sonunda tek başına kılar.

İmama uyan kimse, imamdan önce rükûa veya secdeye gitse ve yine imamdan önce rükûdan veya secdeden başını kaldırsa bu rükû veya secde yeterli olmaz. Eğer bu rükû ve secdeyi, imamın rükû ve secdesi sırasında yeniden yapmazsa namazı bozulur ve iftitah tekbiri alarak imama yeni baştan uyması gerekir.

İmama rükûda iken yetişen kimse, iki tekbire muhtaç değildir. Ayakta “Allahu ekber” deyip namaza başlar ve hemen rükûa varır. Bu bir tekbirle hem iftitah, hem de rükû tekbirini almış olur.

5. Secde:

Secde sözlükte; itaat, teslimiyet, tevazu ile eğilmek ve yüzü yere sürmek anlamlarına gelir. Namazın her rekâtında, rükûdan sonra, belirli uzuvları yere veya yere bitişik bir şey üzerine koyarak iki kere yere kapanmak namazın rükünlerindendir. Sünnete en uygun secde şekli alın, yüz, iki ayak, iki el ve iki diz yere veya yere bitişik bir şey üzerine konularak yapılır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Rükû edin, secde yapın ve Rabb’inize ibadet edin.” [43] Rukû ve secdeli namaz İsa (a.s)’a gelen dinin aslında da vardı. Nitekim Kur’an’da, Hz. Meryem’e yapılan bir hitaptan şöyle söz edilir: “Ey Meryem! Rabb’ine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte sen de rükû et.” [44] Rasûlullah (s.a.s) de namazını kötü bir şekilde kılan kimseye şöyle buyurmuştur: “Sonra uzuvların sâkin olacak şekilde secde et. Sonra uzuvların sâkin olacak şekilde secdeden kalkıp otur, sonra yine uzuvların sâkin olacak şekilde secde yap.” [45]

Sünnete uygun secde, yedi aza üzerine yapılandır. İbn Abbas (r. anhümâ)’dan rivâyete göre, Nebî (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar da; alın, (eliyle burnuna işaret etti), iki el, iki diz ve iki ayaktır.” [46] Başka bir rivâyette burundan söz edilmemiş, yalnız alın zikredilmiştir.

Secde, yüzün bir bölümünün yere konulmasıyla yapılabildiği için, yere alın konulduğu halde, burun konulmasa secde yine caiz olur. Ancak bir özür bulunmayınca böyle bir secde mekruhtur. Diğer yandan yere burun konulduğu halde alın konulmasa, bu durum bir özre dayanıyorsa secde caiz olur. Aksi halde Ebû Hanife’ye göre, kerahetle birlikte caiz olurken, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre böyle bir secde geçersizdir.

Bir özür bulunsa bile sadece çene, yanak veya kulak yere konularark secde yapılamaz. Çünkü bu uzuvlar secde mahalli değildir. Alın veya burunda secdeye engel bir özür bulunursa, ima ile secde yapılır.

Secdede alın ve burnu birlikte yere koymak vâcip, elleri ve dizleri yere koymak ise  sünnet hükmündedir. Çünkü bunu yapmaksızın da secde gerçekleşebilir.

Züfer, Şâfiî ve Ahmed İbn Hanbel’e göre hadiste sözü edilen yedi uzuvdan her birinin bir bölümünün yere değdirilmesi farzdır. Şâfiîler’e göre, avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere gelmesi gerekir. Mâlikîler’e göre farz olan, secdenin alnın bir bölümü üzerinde yapılmasıdır. Özür yüzünden bunu yapamayan ima ile secde eder. Yalnız burun üzerine secde edilmesi yeterli değildir.

Secdede iki ayağı yere koymak farzdır. Bu yüzden, iki ayağın da parmakları yere konulmadıkça secde caiz olmaz. Tercih edilen görüş budur. Buna göre, bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere koymak yeterli olmaz.

Secde edilecek yer, ayakların konulduğu yerden, on iki parmaktan (yaklaşık 23 cm.) daha yüksek olursa, bu secde caiz olmaz, ancak yükseklik farkı bundan az olursa, secdeye zarar vermez.

Cemaatin çok sıkışık olması gibi sebeplerle yere secde edemeyen kimse; insan, hayvan, eşya ve benzeri şeyler üzerine secde edebilir. Nitekim Hz. Ömer’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Namazda, cemaat aşırı kalabalık olunca, sizden biri kardeşinin sırtı üstüne secde etsin.” [47]

Bir kimse elbisesinin temiz yer üzerine konulan fazlası üstüne secde edebilir. Ancak secdede yerin sertliğinin hissedilmesi gerekir. Bu yüzden yerin sertliğinin hissedilmesine engel olacak pamuk ve benzeri şeyler üzerine secde edilemez.

Atılmış yün, pamuk, saman, sünger ve kar gibi bir şey üzerine secde edildiği zaman, eğer bunlar yoğunluk meydana getirip, hacimleri anlaşılırsa secde caiz olur. Fakat bunların içinde yüz kaybolup hacimleri anlaşılmaz ve yüz aşağıya tam yerleşip sertlik hissedilmezse secde caiz olmaz.

Çuval içinde bulunan buğday, arpa, pirinç ve darı gibi hubûbât üzerine secde yapılabilir. Fakat çuval içinde bulunmayan buğday ve arpa üzerine secde edilebilirse de, darı ve burçak gibi kaygan hububat üzerine secde yapılamaz.

Küçük bir taş üzerine secde edilemez. Ancak alnın çoğu, bu taş ile birlikte yere temas edecek olursa secde caiz olur.

Bir özür bulunmasa bile yere serilen temiz bir tahta, hasır, kilim, halı, seccâde, yaygı ve benzeri üzerine secde edilebilir. Ancak böyle bir şeyin yere serilmesinin amacı; sıcak, soğuk, toz veya çamurdan korunmak gibi bir nedene dayanmalıdır. Aksi durumda, sırf temiz topraktan korunmak için yere bir şey sermek mekruh sayılmıştır.

Mâlikîler’e göre, yer ve yerin bitirdikleri dışında kalan şeyler üzerinde namaz kılmak mekruhtur. Yünden yapılmış halı, kilim veya keçe ile posteki yer cinsinden olmayan, hasır cinsi ise yer cinsinden olan sergilerdir.

Sıcak veya soğuktan korunmak gibi bir özür sebebiyle, temiz yere konulacak iki el üzerine secde edilebilir. Böyle bir durumda sarığın kıvrımı veya elbisenin fazlası üzerine de secde edilebilir. Enes (r.a) şöyle der: “Şiddetli sıcak günde Rasûlullah (s.a.s) ile birlikte namaz kılıyorduk. Bizden yakıcı sıcak yüzünden alnını yere koyamayanlar, elbisesini yere seriyor ve onun üzerine secde ediyordu.” [48]

Secde sırasında ve iki secde arasında oturunca “sübhânellâhi’l-azîm” diyecek kadar durmak Ebû Yûsuf’a ve Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre farz, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre vâciptir. Diğer yandan secdede üç kere, سُبْحَانَ رَبِّى اَ لْاَعْلٰى “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (En yüce Rabb’imi tesbih ederim)” demek sünnettir. Çünkü, “Sebbihısme Rabbike’l-a’lâ (En yüce Rabb’inin adını tesbih et!)” [49] âyeti inince, Allah Rasûlü’nün, ashâbına, “Siz de bunu, namazlarınızın secdesinde söyleyin”, buyurduğu nakledilmiştir. [50]

Her rekâtta iki secde yapılır. Bunlardan birisi bilerek terkedilse namaz bozulur, sehven terkedilse, selâmdan sonra bile hatırlansa, namaza aykırı bir şey yapılmamışsa secdeye varılır, sonra yeniden son oturuş yapılarak sehiv secdesi ile namaz tamamlanır. Çünkü farz olan secde, kendi yerinden geri bırakılmıştır. (Sehiv secdesi konusuna bak.)

Secde, namazın en önemli bir rüknüdür. Allah Teâlâ’ya gösterilen saygı, tevazu ve yüceltmenin en mükemmel ifadesidir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Kulun, Rabb’ine en yakın olduğu hal, secdeye varmış olduğu haldir. Artık secdede duayı çokca yapınız.” [51]

6. Kade-i ahire:

“Ka’de-i ahîre “son oturuş” demektir. Namazın sonunda teşehhüt miktarı oturup beklemek namazın rükünlerindendir. İki rekâtlı namazlarda ikinci, üç rekâtlı namazlarda üçüncü ve dört rekâtlı namazlarda ise dördüncü rekâttan sonraki oturuşlar “son oturuş” tur.

Hanefîlere göre son oturuştaki süre, teşehhüt miktarıdır. Bu ise “Tehıyyât” duasını  okuyacak kadar bir süredir. Bütün oturuşlarda tehıyyât duasını okumak vâcip hükümündedir.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre, son oturuşta farz olan oturma süresi, teşehhüt miktarına ek olarak, Hz.Peygamber’e salavât getirebilecek, yani, “Allahümme salli alâ Muhammed” diyecek kadardır. Mâlikîlere göre farz olan, en azından selâm vermeye elverişli bir süre oturmaktır.

Son oturuşta teşehhüt miktarı oturmanın farz oluşu şu hadise dayanır: “Hz. Peygamber, Abdullah İbn Mes’ûd (r.a)’a teşehhüdü yani Tehıyyât duasını öğretirken şöyle buyurmuştur: Bunu söylediğin veya yaptığın zaman namazın tamam olmuştur.” [52] Yani teşehhüdü okuduğun veya oturma işini yaptığın zaman namazın tamamdır. Burada, Rasûlullah (s.a.s), namazın tamamlanmasını bir fiile bağlamıştır. Bu fiil de oturma işidir. Hz. Peygamber, tehıyyâtı ancak oturduğu zaman okumuştur. Bu yüzden namazın tamam olması oturmaya bağlıdır.

Ebû Hanife ve Ebû Yusuf’a göre, iki, üç veya dört rekâtlı bir namazın sonunda oturmaksızın, ayağa kalkılarak bir rekât daha kılınıp secde yapılınca, bu namazlar nâfileye dönüşür. Bu durumda, birer rekât daha ilâve edilir. Böylece fazlalık çift rekât haline getirilerek sonunda selâm verilir. Sağlam görüşe göre, bu durumda sehiv secdesi de gerekmez.

İmam Muhammed’e göre ise, namazda son oturuş terk edilerek, bir rekât daha secdeleriyle ilâve edilince, bu namaz, namaz olmaktan çıkar, nâfileye de dönüşmez.

Bir kimse, namazın sonunda teşehhüt miktarı oturduktan sonra, namazdaki tilâvet secdesini hatırlayarak secdeye varsa, namazı bozulur. Çünkü bu durumda, son oturuş terk edilmiş sayılır. Ancak bu tilâvet secdesinden sonra, yeniden teşehhüt miktarı oturursa, namazı sıhhat kazanır.

Son oturuşu tam olarak uyku halinde geçiren kimse, uyandıktan sonra, yeniden teşehhüt miktarı oturmazsa namazı bozulur. Çünkü namazda uyku içinde geçen bir fiil, irade dışı meydana geldiği için geçerli değildir. Nitekim namazda uyku içinde geçen kıyam, kıraat ve rükû gibi fiiller de geçerli olmaz.[53]

Ta’dîl-i Erkân:

Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir. Tuma’nîne ise, yerine getirilen rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve yapılan işin içe sinmesi durumunu ifade eder ki, ta’dîl-i erkânın sonucudur.

Ta’dîl-i erkân rükûda, rükûdan doğrulmada, secdede, iki secde arasındaki oturuşta söz konusu olur. Meselâ; rükûdan kıyama doğrulurken vücut dimdik bir hale gelmeli, sükûnet bulmalı, en az bir kere, “sübhânallahilazîm (Yüce olan Allah’ı her türlü eksiklikten tenzih ederim)” diyecek kadar ayakta durup daha sonra secdeye varmalıdır. İki secde arasında da bu şekilde bir tesbih miktarı durmalıdır.

Hz. Peygamber, namazını kötü bir şekilde kılmakta olan bedevîye şöyle buyurmuştur: “Namaza kalktığın zaman tekbir getir, sonra kolayına gelen Kur’an âyetlerinden oku. Sonra uzuvların sâkin olacak şekilde rükû yap, sonra uzuvların sâkin olacak şekilde secde yap. Sonra bunu bütün namazın süresince böyle yap.” [54]

Ebû Yusuf’a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, namazda ta’dîl-i erkânı yerine getirmek farz, Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre ise vâcip hükmündedir. Buna göre, ta’dîl-i erkân gözetilmeksizin kılınacak bir namazın, çoğunluğa göre iâdesi gerekirken, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre, namazın sonunda sehiv secdesi yapmak yeterli olacaktır.

Namazdan manevî feyiz ve zevk alan kimseler acele etmez ve namazı sükûnet içinde kılarlar. Acele etmeyi ta’zime ve edebe aykırı görürler.

Günlük hayatta en yararlı, en değerli saatler ibadet ile geçen vakitlerdir. Boş yere ve süflî zevkler uğruna saatlerini, günlerini geçiren kimselerin namaz gibi ulvî ve mü’minin miracı olan bir ibadetten bir an önce çıkıp kurtulmaya çalışması yersiz bir aceleciliktir.

Namazdan Kendi Fiili İle Çıkmak:

Namaz kılan kimsenin, namazdan kendi isteğine bağlı bir fiil ile çıkması Ebû Hanîfe’ye göre bir rükün ve dolayısıyla bir farzdır. Namazın sonunda selâm vermek farz değil vâciptir. Bu yüzden, bir kimse teşehhüt miktarı oturduktan sonra bir tarafa selâm vermek, konuşmak bir iş yapmak veya abdesti bozulmak gibi fiillerle namazdan çıksa bu yeterlidir. Namaz, birinci selâmda “selâm” sözünü söylemekle son bulur.

Hz. Peygamber (s.a.s), namazlarını selâm vererek bitirmekle birlikte, selâmın farz olmadığını göstermek için arada başka türlü amelleri de olmuştur. Abdullah İbn Amr İbnu’l-Âs’ın naklettiği bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: “İmam namazını bitirip oturunca, konuşmadan önce abdesti bozulursa namazı tamam olur. Bunun gibi imamın arkasında bulunup da namazını bitirmiş olanların da namazı tamam olur.” [55] İbn Abbas (r. anhümâ)’nın naklettiği şu hadis de bu anlamı desteklemektedir: “Rasûlullah (s.a.s) teşehhüt miktarı oturduğu zaman, yüzünü bize doğru döndürür ve şöyle buyururdu: Bir kimsenin teşehhüt miktarı oturduktan sonra abdesti bozulsa, onun namazı tamam olmuştur.” [56]

Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre, teşehhüt miktarı oturmakla namaz rükünleri bakımından tamamlanmış olur. Bundan sonra kendi isteği ile veya istek dışı namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese namaza zarar gelmez. Ebû Hanife’ye göre ise, bu durumda kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa, hemen abdest alıp, kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkması gerekir. Aksi durumda namazı bâtıl olur.

Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra, henüz kendi ihtiyarı ile namazdan çıkmadan, namaz vakti çıksa veya başka bir namaz vakti girse, namazı iki imama göre tamamdır, Ebû Hanîfe’ye göre ise fâsit olmuş bulunur. Çünkü bu namaza kendi ihtiyarı ile son vermiş değildir.

Şâfiî ve Mâlikîler’e göre namazdan çıkmak için birinci selâmı vermek farzdır. Bu, birinci selâmla namaz son bulmuş olur. Hanbelîler’e göre ise, iki tarafa  selâm verilmesi farzdır. Dayandıkları delil aşağıdaki hadislerdir: “Namazın anahtarı temizlenmek, başlaması tekbir, sona ermesi selâm vermektir.”[57] Hz. Peygamber, namazlarında selâm verir ve bunu sürekli olarak yapardı.[58] Diğer yandan Allah’ın Rasûlü; “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız” [59] buyurmuştur.

Hanefîler ise, Rasûlullah (s.a.s)’in namazını bazan teşehhüt miktarı oturduktan sonra, selâm vermeksizin cemaate doğru dönüp konuşmak gibi bir fiil ile sona erdirdiğini bildiren rivâyetleri dikkate alarak, namazda selâmı farz derecesinde görmemişlerdir.[60]

Dipnotlar:

[1] Kâsânî, age, I, 105, 106, 410 vd.; İbnü’l-Hümâm, age, I, 192 vd.; Meydânî, Lübâb, I, 68-77; İbn Âbidîn, age, I, 406, 410 vd; Şürünbülâlî, Meraki’l-Felah, 37, 39 vd. [2] Müddessir 74/3. [3] Ebû Dâvud, Salât, 73, Tahâret, 31; Tirmizî, Mevâkît, 62,Tahâret, 3; İbn Mâce, Tahâret, 3. [4] Ebû Dâvud, Salât, 144 [5] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [6] Buhârî, Amel fi’s-Salât, 316, Mevâkît, 24; Müslim, Salât, 21-25, Mesâcid, 225; Ebû Dâvud, Salât, 115, 116, 178, 181; Tirmizî, Salât, 63; İbn Mâce, İkâme, 115 [7] Müslim, Salât, 21, 25, 26; Ebû Dâvud, Salât, 115; Tirmizî, Salât, 76, 110. [8] A’la, 87/14-15. [9] Zühaylî, age, I, 634. [10] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahad, 1. [11]
Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 104; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 192, 304, 378; Şirâzî, Mühezzeb, I, 70; Zühaylî, age, I, 635 vd; Bilmen, age, 122 vd. [12] Bakara, 2/238. [13] Buhârî, Taksir, 19; Ebû Dâvud, Salât, 175; Tirmizî, Salât, 157; İbn Mâce, İkame, 139; krş. Bakara, 2/286. [14] Zeylâî, Nasbu’r-Râye, II, 75 vd. [15] Kâsânî, age, I, 105 vd; İbnü’l-Hümâm, age, I, 375 vd; Meydânî, Lübâb, I, 100 vd; Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 190, 204; Zühaylî, age, I, 636 vd; Bilmen age, s. 123, 124. [16] Müzzemmil, 73/20. [17] Müslim, Salât, 42; Ebû Dâvud, Salât, 132, 167. [18] Tirmizî, Mevâkît, 69; Dârimî, Salât, 36. [19] Dârekutnî’nin Câbir ve Ebû Hureyre (r. anhümâ)dan naklettiği bu hadis zayıftır. Bk. Zühaylî, age, I, 647 [20] A’raf, 7/204. [21] Zühaylî, age, I, 648. [22] İbn Mâce, İkâme, 18. [23] Buhârî, Taksir, 19; Ebû Dâvud, Salât, 68, 175; Tirmizî, Salât, 150, 157; İbn Mâce, İkâme, 13, 144; A. İbn Hanbel, II, 230. [24] Müslim, Salât, 47, 48; Ebû Dâvud, Salât, 134; Nesâî, İftitah 28; Mâlik, Muvatta’, Salât, 10, H. No: 44. [25] Mâlik, Muvatta’, Salât, 10, H. No: 43. [26] Tirmizî, Mevâkît, 69, 115, 116; İbn Mâce, İkâme, 11. [27] bk. Kâsânî, age, ı, 110 vd. ; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 119 vd.; İbn Kudâme, Muğnî, I, 376-491, 562-568; Şirâzî, Mühezzeb, I, 72; Zühaylî, I, 648. [28] Serahsî, Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, I, 37. [29] Serahsî, age, I, 37. [30] bk. Serahsî, age, I, 37; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu’l-Pezdevî, I, 25. [31] Ebû Dâvud, Salât, 135; Nesâî, İftitah, 32; A. İbn Hanbel, IV, 253. [32] Serahsî, age, I, 37. [33] İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 193, 208 vd; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 416; Meydânî, Lübâb, I, 69 vd. [34] Hac, 22/77. [35] Âl-i İmrân, 3/43. [36] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [37] Buhârî, Ezân, 120, 145; Ebû Dâvud, Salât, 116. [38] Müslim, Salât, 240; Ebû Dâvud, Salât, 122; İbn Mâce, İkâme, 16; A. İbn Hanbel, VI, 31, 194. [39] Buhârî, Ezân, 120, A. İbn Hanbel, I, 123; Şevkânî, age, II, 268. [40] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [41] Vâkıa, 56/96. [42] bk. Ebû Dâvud, Salât, 147; İbn Mâce, İkâmet, 20; Dârimî, Salât, 69; A. İbn Hanbel, IV, 155;. Elmalılı, age., IX, 139. [43] Hac, 22/77. [44] Âl-i İmrân, 3/43. [45] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [46] Buhârî, Ezân, 133, 134, 137; Müslim, Salât, 226, 227, 229, 230; Nesâî, Tatbik, 40, 43, 45, 56, 58; İbn Mâce, İkâme, 19. [47] Zühaylî, age, I, 659; A. İbn Hanbel, I, 32. [48] Ebû Dâvud, Salât, 96; Buhârî, Amel fi’s-Salât, 9; İbn Mâce, İkâme, 64; Dârimî, Salât, 85. [49] A’lâ, 87/1. [50] bk. Ebû Dâvud, Salât, 147; İbn Mâce, İkâmet, 20; Dârimî, Salât, 69; A. İbn Hanbel, IV, 155; Elmalılı, age, IX, 139. [51] Müslim, Salât, 215; Nesâî, Mevâkît, 35, Tatbik, 78; Deavât, 118; A. İbn Hanbel, II, 421. [52] Ebû Dâvud, Salât, 178; Nesâî, Tatbik, 15; Dârimî, Salât, 84; A. İbn Hanbel, I, 422. [53] Kâsânî, age, I, 113; İbnü’l-Hümâm, age, I, 113; Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, I, 104; İbn Kudâme, Muğnî, I, 532 vd; Zühaylî, age, I, 665 vd; Bilmen, age, s. 129, 130. [54] Buhârî, Ezân, 95, 122; Müslim, Salât, 45; Ebû Dâvud, Salât, 164; Tirmizî, Mevâkît, 110. [55] Tirmizî, Salât, 183; Ebû Dâvud, Salât, 187, 230; İbn Mâce, İkâme, 138; Dârimî, Vüdu’, 114; A. İbn Hanbel, VI, 272. [56] Buhârî, Ezân, 156, Cenâiz, 93; Nesâî, İftitah, 84; İbn Mâce, Salât, 8; A. İbn Hanbel, V, 14, 141. [57] Ebû Dâvud, Salât, 73; Tahâret, 31; Tirmizî, Mevâkît, 62; Tahâret, 3; İbn Mâce, Tahâret, 3. [58] Şevkânî, Neylü’l-Evtar, I, 292. [59] Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27, Ahad, 1 [60] bk. Kâsânî, age, I, 113; İbnü’l-Hümâm, age, I, 225; Zeylâî, Nasbu’r-Râye, II, 63; Tebyînü’l-Hakâik, I, 104; İbn Âbidîn, age, I, 418; İbn Kudâme, age, I, 551-558; Zühaylî, age, I, 671 vd; Bilmen, age, s. 130, 131.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

NAMAZ NEDİR?

Namaz Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.