Mahşerin Provası

Her şeyden vazgeçip yalnızca Allah’ın davetine icâbet eden mü’min, hacda neyi tecrübe eder? Bu kudsî ibadet neden mahşer günüyle özdeşleştirilir? Haccın derûnî mânâsı ve âhiret provası olarak görülmesinin hikmeti…

Hac, Allah Teâlâ’nın emrettiği, İslâm’ın temel ibadetlerindendir. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın 22. sûresi, Hac sûresidir.

Bu mukaddes ibadet, “hac ayları” denilen Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarında gerçekleştirilir. İslâm âlimleri, haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Bu husus, Kitap ve Sünnet’le sâbittir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“…Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe’yi ziyaret edip haccetmek farzdır…” (Âl-i İmrân, 97)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İslâm, beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed -aleyhisselâm-’ın Allâh’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beytullâh’ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” (Buhârî, Îmân, 1, 2; Müslim, Îmân, 19-22)

“Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı îfâ edin.” (Müslim, Hacc, 412; Nesâî, Menâsik, 1)

“Hac ve umre yapanlar, Allâh’ın misâfirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir (duâlarını kabul eder), af isterlerse onları affeder.” (İbn-i Mâce, Menâsik, 5)

“Umre, ikinci bir umreye kadar olan günahlara kefârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir.” (Buhârî, Umre, 1)

Haccın farz oluşundaki sıhhat ve edâ şartları; kişinin Müslüman olması, akıllı, mükellef, hür olması ve haccetmeye gücü yetecek imkânlara sahip olmasıdır.

Müslüman, gerekli şartları taşıdığı zaman, hemen hac vazifesini îfâ etmelidir. Haccı imkânı olup da geciktiren kimse, mâsiyet/günah işlemiş olur. Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 5)

HAC, BİR MAHŞER PROVASIDIR

Zilhicce ayı içinde îfâ edilen “hac” ve “kurban” vazifeleri, aynı zamanda sosyal yönü ağır basan ibadetlerdir. Cenâb-ı Hak, maddî imkânı yerinde olan bütün kullarını, aralarında makam, mevki, statü farkı gözetmeksizin, kendi evinde görmek istemektedir. Bu aynı zamanda bir ilâhî çağrı ve kudsî bir dâvettir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu istek şöyle beyân edilir:

“(Ey Peygamber!) İnsanlar arasında haccı îlân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yollardan yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (el-Hacc, 27)

Bilindiği gibi Allah Teâlâ, kendi evi olan “Beytullâh”ı, âlemlere bir hidâyet kaynağı olarak îlân etmiştir:

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe)dir.” (Âl-i İmrân, 96)

O mukaddes beytin temsîli mânâsı şudur: Kâbe, tevhîdin, teslimiyet ve kulluğun sembolüdür. Her ne kadar belli bir dönem; müşrikler onu bu aslî mevkiinden saptırmış ve bir puthaneye döndürmüşlerse de o, Âhir zaman Nebîsi eliyle putlardan arındırılmış ve tekrar aslî hüviyetine dönmüştür.

Kâbe, bugün de tevhîdin ve saf ilâhî dâvetin merkezi ve sembolüdür. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bunu şöyle dile getirmektedir:

“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: «Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı puta tapmaktan uzak tut.»” (İbrâhim, 35)

İçinde kendine has rükûnleri barındıran hac ibadeti (Bkz. el-Hacc, 28-33.), “hacı desinler” diye değil, sırf “Allah rızâsı” gâyesiyle yapılır.

Müslümanlar, hac ibadetinin hikmet yönünün farkına vararak, bu ibadeti lâyıkıyla yerine getirme titizliğinde olmalıdırlar. Bu ibadet, hem beden ve hem de mal ile yapılır; bu da büyük bir fedakârlık ve teslîmiyet gerektirir.

Hac ibadetine madden ve mânen hazırlanan, ardından haccını şartlarına uygun şekilde edâ eden her mü’min bu kudsî vazifeden, kendi istidat ve gönül kıvamınca nasiplenir.

Hiç şüphesiz hac ibadeti, müslümanların birlik, beraberlik ve kardeşlik ruhu içinde hareket etmelerini; ilâhî rahmet ve bereketin ancak böyle bir birlik üzere ineceğini hatırlatır. Bu, “ümmet olma şuuru”nun ulaştığı yüksek bir seviyedir.

Sadece, “Hak rızâsı” ve “Hakk’ın emrini yerine getirme” maksadıyla yapılan bu ibadette, kulun Rabbi ile olan yakınlığı artar, irtibâtı kuvvetlenir. O mahşerî ümmet denizi içerisinde, bir fert/damla olarak kendini tefekkür etmesi, mü’mine ayrı bir mensûbiyet şuuru ve hazzı tattırır. Bu sebeple İmam-ı Gazâlî Hazretleri, haccı, “dînin kemâle ermesi ve teslîmiyetin tamamlanması” olarak tarif eder.

Hac zâhiren birbirinden farklı dînî sembolleri hatırlatan, bâtınen kişiye değişik rûhî eğitimler sağlayan muhtelif davranışlar bütünüdür. Herkes bu mübarek mekânlardan “gönlünce” nasiplenir. Bazıları ibadetlerin peşinde hiç durmadan koştururken bazıları boş, dünyevî sohbetlere dalar, çarşı-pazarda gereksiz alışverişler yaparak en kıymetli vakitlerini kaybeder. Hattâ haccın ve İslâm’ın ruhuna zıt bir şekilde kavga gürültüyle, kalp kırarak, çeşitli gıybet ve günahlar yüklenerek, tâbiri câizse “kirlenerek” bu beldelerden memleketine döner.

Haccın ve Rükünlerinin Hikmetleri

Hac ibadeti, müslümanlar için ciddî bir kulluk imtihanıdır. Müslümanlar, Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki emir ve yasaklarına, öncelikle “sadece Allah istediği için” riâyet etmelidir. Her şeyin sebebini, hikmetini anlamaya çalışmak bazen yorucu ve gereksiz olur.

İbadetin özü ve mânâsı, Allâh’ın emrine riâyettir. Bu durum, hac ibadetinde daha çok ortaya çıkar. İlk anda “niçin” olduğunu anlayamadığımız bazı “duruş”, “yürüyüş” ve “dönüş”ler, teslim olunduğu zaman bambaşka bir hâle bürünür. İnsanın iç dünyasında birçok pencerenin açılmasına ve insanı akılla değil, yürekle “sezmeye” götürür.

Bir insanın evinden “çıktığı” andan itibaren bu “meşakkatli” yolculuğu başlar. Bu meşakkat, her zaman fizikî rahatsızlık değildir. İnsanın bütün sevdiklerini, düzenini, alışkanlıklarını, sadece “Allah istediği için” geride bırakması “meşakkatin ilk adımı”dır. Bu yüzden de umre ve hacca niyetlenen kimselere, diğer ibadetlerden farklı olarak, “Allah Teâlâ kolaylaştırsın ve kabul buyursun!” denir.

Hac yolculuğunun tamamı boyunca, insanın kendini aşarak sabır, fedakârlık ve azim göstermesi de bu ibadetin özü ve gereğidir. Bu da kavî bir îman ve takvâ, bir de sahih niyet (ihlâs) ile mümkündür.

Hac ibadeti sadece belirlenen zaman ve yerlerde gerçekleşeceği için, Müslümanda, zaman ve mekân mefhumu derinleşir. Mekke, Kâbe, tavaf, Hacerü’l-Esved, Safâ, Merve, sa’y, zemzem, Arafat, Mina, Müzdelife, şeytan taşlama, vakfe… belli başlı yer ve dînî şiarlardır.

Hac esnasında bütün göz ve gönüllerin aynı şeylere akması, “ümmet birliği”ni dokuyan en büyük fırsatlardandır.

Haccın âcizâne en çok hisse aldığımız kısmı, bir yönüyle ölüme hazırlık ve âhiret provası olmasıdır. Hac ibadeti vesîlesiyle; mü’min en sevdiklerinden, çevresinden, arzu ve isteklerinden tamamen uzaklaşacağı hakiki ölüm ânını, daha hayattayken hissetmiş olur. Evinden, ailesinden ayrılırken “belki de bir daha dönemeyeceği düşüncesiyle” helâlleşir, borçlarını öder ve vasiyetini hazırlayıp yollara düşer.

İhram

Müslümanların hac vazifelerini îfâ ederken giydikleri “ihram” aynen kefene benzer bir kıyafettir. İhram, hacıyı bir anlamda bu dünyadan, bu dünyadaki bütün bağlardan kopararak, âhiret hayatının yansımasını derinden hissettirir.

Nitekim ihramlı bir mü’min, normal zamanlarda kendisine yasak olmayan pek çok şeye artık dikkat etmek zorundadır. Günlük hayatında rutin olarak yaptığı davranış ve alışkanlıklarından, hattâ birtakım bağımlılıklarından bile vazgeçmesi gerekmektedir. Bu durum, kişiyi âdeta kendisiyle hesaplaşmaya götürür. O, Allâh’ın kendisi için koyduğu sınırlara riâyetkâr olmalı, etrafındaki insanlarla “kavga etmeden”, “kötü söz söylemeden” sulh ile geçinmeyi bilmeli, kendi eşiyle bile olsa “nefsânî duygularını” frenleyebilmelidir.

Eğer ihramlıyken bu sınırları ihlal edecek olursa, kefâret vermek, maddî bir bedel ödemek zorundadır. Bazen de bu ihlal, haccın tamamen bozulmasına yol açabilir.

Harem

İhram kelimesiyle aynı kökten gelen bir başka ifade de “Harem”dir. Hacılar, Kâbe ve civarını anlatmak için sık sık bu tâbiri kullanırlar. Harem, Kâbe ve çevresindeki bazı bölgelerin ilâhî koruma altına alınması, burada işlenen suç ve günahların kat kat cezalandırılması mânâsına gelir. Başka bir ifadeyle harem sınırları içinde bulunan her şey; insanlar, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar da ilâhî koruma altına alınmıştır.

Tavaf

“Tavaf”, atomdan kozmik varlıklara kadar, bütün kâinâtın “bir merkez etrafında” dönüşünü temsil ediyor gibidir. Ama Kâbe’deki tavafın asıl mânâsı, zaman ve mekândan münezzeh olan Yüce Rabbin evi ve dahî nûrunun etrafında, insanların nasıl da pervâne olduklarının sembolik bir ifadesidir. Mü’minlerin kalpleri Kâbe ile atar, ayakları ona kavuşmanın, onun etrafında yarışmanın sevdasındadır. Her bir şavt/dönüş; yediye tamamlanır ve bir tavaf olur. Yedi, çokluktan kinâyedir. Rabbim istedikten sonra yedi kere de, yetmiş kere de, yedi yüz kere de gelir giderim, demektir.

Sa‘y

Safâ ile Merve Tepeleri arasında yapılan “Sa‘y”, Allah Teâlâ’nın kullarından istediği bir başka yürüyüş mahallidir. Sa‘y esnasında, erkekler tarafından îfâ edilen, “Hervele”, koşarcasına yapılan çalımlı ve hızlı bir yürüyüştür. Müslümanların hep birlikte, aynı niyet ve duygu beraberliği içinde, birleşmiş ümmet rûhunun azametini, kararlılık ve azmini anlatır.

Arafat

“Arafat” gibi mukaddes bir mekânda giyilen ihrâmıyla hacı; o ana kadar geçen hayatını ve ömrünün kalanını düşünür. Rabbinin huzuruna eli boş olarak geldiğinin farkında olarak, geçen ömrünün hesabını verir; kalan ömrü için duâ ve niyazda bulunur. Er geç huzuruna çıkacağı Rabbinin karşısındaki hesabının çetinliğini tefekkür eder. Bu dünyadaki servet, makam ve ilim gibi imkân ve üstünlüklerin dahî tek tek hesabının verileceği o sıkıntılı günde yaşanacakları temsilî bir tiyatro sahnesi gibi gözünde canlandırır ve en samimi şekilde duâya sarılarak Rabbinin rahmetine ilticâ eder.

Telbiye

Hacdaki “telbiye”ler de hakikaten çok derin mânâlar yüklüdür. Ne deniyor telbiyede?

“Buyur Allâh’ım, buyur! Dâvetini duydum. Sana yöneldim, kapına geldim. Hamd Sana’dır. Nîmet Senin, mülk Senindir. Şerîkin/ortağın yok Allâh’ım!”

Yani telbiyede ikili hesap yoktur; Allâh’a ve O’nun emirlerine tam bağlılık vardır.

Kurban

Hac esnasında kesilen “kurban”lar, müslümanların yalnızca Cenâb-ı Hakk’ın isteği ile sahip olduğu her şeyden; malından, mülkünden ve dahî kendi İsmail’inden vazgeçebileceğinin ifadesidir.

Hac sırasında bulunulan yerlerde, hiçbir şeye zarar vermemek, bilhassa bitki ve hayvan türünden canlılara özel hassasiyet göstermek gerekir. Bu konu, müslümana başka hiçbir yerde kazanamayacağı bir gönül hassasiyeti kazandırır. Tabi, bunların yanı sıra kimseyi incitmemek, kırmamak, öfkeli davranmamak, güler yüzlü olmak, güzel ahlâkî vasıfları üzerinde bulundurmak da gayet önemlidir. Neticede, titizlikle riâyet edilen bu ahlâkî ölçüler, farkında olmasa bile, müslümanı îmânî ve ahlâkî faziletlerle donatır. Bu yönüyle hac, müslümanın kendi iç dünyasındaki derinliklerin farkına varma yolculuğudur.

Müslümanlar hac vazifesini lâyıkıyla îfâ ettiklerinde, o kutsî mekânlardan edindikleri intibâlar; kendi memleketlerine taşıdıkları duygu, düşünce ve hâtıralar pek değerlidir. Zira haccın gerçekleştiği mekânlar, Nebîler Silsilesi’nin şerefli pek çok temsilcisiyle birlikte Kâinâtın Eşsiz Nebîsi Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtu vesselâm-’ın ve güzide ashâbının yaşadığı mekânlardır; her köşesinde aziz bir hâtıra ve kutlu bir iz barındırmaktadır.

Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Rasûlullah Efendimizin ilk muhataplarının yaşadığı bu toprakları gezerken, nice çilelerin çekildiği bu güzide beldelerden, âdeta îmanlarını tazelemiş şekilde evlerine dönerler. Medîne-i Münevvere’de O güzel Nebî’nin kabr-i şerîfini ziyaretten sonra, Peygamber Efendimize bağlılık ve muhabbetleri ziyadeleşir ve can u gönülden bir kez daha kelime-i şehâdeti terennüm ederler.

Şurası bir gerçek ki mukaddes hac ibadeti, her şuurlu mü’min için önemli kararlar aldırır. Haccın öncesi ve sonrası birbirinden ayrılır yahut ayrılmalıdır. Haram ve günahlar bir tarafa; şüpheli şeylerden, boş meşgalelerden kurtulma, âdeta hayata yeniden başlamanın adıdır hac…

“Ben”likten, “Biz” Olmaya

Dünyanın değişik coğrafyalarından, Allâh’ın evi Kâbe’ye gelen müslümanlar, aynı gâyelerle, mukaddes beldelerde âdeta büyük bir İslâm kongresi gerçekleştirirler. Aynı Rabbin davetine icâbetle gelirler, aynı yöne dönüp aynı ibadetleri yaparlar. Dilini bilmediği, daha önce hiç tanışmadığı kardeşleriyle yan yana saf tutar, tavaf eder, ellerini açıp Cenâb-ı Hak’tan niyazda bulunur. Göz yaşı döker, kalbi pır pır atar. Hacca giden bir müslüman, kendi yurdundan ayrılırken, bir şehrin, bir memleketin sâkini olarak ayrılır, ama dönerken “ümmetin bir ferdi” olarak döner. Müslümanlar hac ibadetiyle mü’minlerin “bir” oluşunun hazzını ve kardeşliğin kolektif şuurunu yaşarlar. Dünyanın değişik coğrafyalarından akın akın Mekke’ye gelen müslümanlar; dünyevî farklılığı, bencilliği ve ihtirasları temsil eden giysileri çıkarıp herkesi eşitleyen, birleştiren, ümmetin bir ferdi olmayı temin eden ihramlarını giyerek, “ben”likten, “biz” olmaya geçerler. Hepsi beyaz libaslar içinde ve âdeta bir kefen ikliminde, bir olan Rabbin huzurunda durarak ölümü ve âhireti tefekkür ederler.

Haccın çeşitli rükûnlarında müslümanların bir araya gelmesi, düşmanlar için müthiş bir güç gösterisidir. Mü’minlerin bu birliktelikleri, kendi aralarında da, dayanışma şuuru oluşturur. Eskiden öyleydi; hac sırasında dünyanın çeşitli bölgelerindeki müslümanlarla bu güzîde beldede ticârî ve ilmî alışverişler yapılırdı. Bu vesîleyle âlimler, birbirleriyle görüşürler, çeşitli hususlarda fikirlerini paylaşırlar ve yeni çıkan eserleri birlikte mütâlaa ederlerdi. Dolayısıyla gâyesine erişse, her sene gerçekleşen hac ibadeti, müslümanların âdeta “uluslararası kongresi” gibidir.

Hac ibadeti “Bir” olana topluca yapılan yalvarış ve yakarışlarla, koşuşturarak icrâ edilen ibadetlerle, âdeta “büyük din günündeki toplanışı”/mahşeri hatırlatır.

Hâsılı hac, mü’mini âhirete ve kimsenin kaçamayacağı o büyük hesap gününe hazırlar.

Ne mutlu hikmet cihetini dikkate alarak feyizli, mebrur ve makbul bir hac ibadeti îfâ edebilenlere. Ne mutlu, hacla birlikte hayatına yepyeni ve tertemiz bir sayfa açabilen bahtiyar mü’minlere…

Nurten Selma Çevikoğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 472, 473

İslam ve İhsan

HAC NEDİR?

Hac Nedir?

HAC NASIL YAPILIR?

Hac Nasıl Yapılır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.