Kanuni Sultan Süleyman Kimdir?

Kanuni Sultan Süleyman (1. Süleyman) kimdir? 10. Osmanlı Sultanı, 89. İslam Halifesi, Batı'da Muhteşem Süleyman, Doğu'da ise Kanunî olarak bilinen Kanunî Sultan Süleyman'ın hayatı.

1520’den 1566’daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca padişahlık yapan ve 13 kez sefere çıkan Kanuni Sultan Süleyman’ın (1. Süleyman) kısaca hayatı.

KISACA KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN KİMDİR?

Kanûnî Sultan Süleyman, 27 Nisan 1495 Pazartesi günü, Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun’dur. Hafsa Hatun Türk ya da Çerkezdir. Kanûnî Sultan Süleyman, yuvarlak yüzlü, elâ gözlü, geniş alınlı, uzun boylu ve seyrek sakallıydı.

Kanûnî Sultan Süleyman devri, Türk hakimiyetinin doruk noktasına ulaştığı bir devir olmuştur. Babası Yavuz Sultan Selim, onu küçük yaşlardan itibaren çok titiz bir şekilde yetiştirmeye başladı. Benzeri görülmemiş bir terbiye ve tahsil gördü. İlk eğitimini annesinden ve ninesi Gülbahar Hatun’dan (Yavuz Sultan Selim’in annesi) aldı. Yedi yaşına gelince tahsil için İstanbul’a, dedesi Sultan İkinci Bayezid’in yanına gönderildi; Şehzade Süleyman, burada Kara Kızoğlu Hayreddin Hızır Efendi’den tarih, fen, edebiyat ve din dersleri alırken, savaş teknikleri konusunda da öğrenim görüyordu. On beş yaşına kadar babası Yavuz Sultan Selim’in yanında kalan Şehzade Süleyman, kanunlar gereği sancak istemesi üzerine, önce Şarkî Karahisar’a oradan da Bolu, kısa bir süre sonra da Kefe sancak beyliğine tayin edildi (1509).

Yavuz Sultan Selim’in, 1512 de tahta geçmesi üzerine İstanbul’a çağırılan Şehzade Süleyman, babasının kardeşleriyle mücadeleleri sırasında İstanbul’da kalarak babasına vekâlet etti. Bu sırada Saruhan sancakbeyliğinde de bulundu. Babası Yavuz Sultan Selim’in ölümü üzerine, 30 Eylül 1520’de, yirmi beş yaşındayken Osmanlı tahtına geçti. Kendisinden başka erkek kardeşi olmadığı için tahta geçişi kolay ve çatışmasız oldu. Çok ciddi ve kendinden emin bir padişah olan Kanûnî Sultan Süleyman, azim ve irade sahibiydi. Yapacağı işlerde hiç acele etmez, gayet geniş düşünür ve verdiği emirden asla geri dönmezdi. İş başına getireceği adamlara, kabiliyet derecelerine göre görev verirdi. Zigetvar kuşatmasını idare ederken, 7 Eylül 1566 yılında yetmiş bir yaşında vefat etti.

Kendisine “Kanûnî” denmesi, yeni kanunlar icad etmesinden değil, mevcut kanunları yazdırtıp çok sıkı bir şekilde tatbik etmesinden dolayıdır. Kanûnî Sultan Süleyman, adaleti seven bir padişahtı. Mısır’dan gelen vergiyi haddinden fazla bulup, yaptırdığı araştırma sonunda halkın zulme uğradığını düşünmesi ve Mısır Valisini değiştirmesi bunun açık kanıtıdır.

Kanûnî Sultan Süleyman, tahta çıktığı sırada Osmanlı Devleti dünyanın en zengin ve en güçlü devleti konumundaydı. Babasının ölümü ve kendisinin padişah olması, “Arslan öldü, yerine kuzu geçti” diye düşünen Avrupalıları sevindiriyordu. Ancak Avrupalılar, çok geçmeden hayal kırıklığına uğradılar.

Erkek çocukları: İkinci Selim, Bayezid, Abdullah, Murad, Mehmed, Mahmud, Cihangir, Mustafa

Kız çocukları: Mihrimah Sultan, Raziye Sultan

1. KANÛNÎ SULTAN SÜLEYMAN (1520 - 1566)

Kanunî Sultan Süleyman, 1495’de Trabzon’da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Sultan’dır. “Süleyman” ismi kendisine Kur’ân-ı Kerîm’den tefe’ül olunarak verildi. Adını Neml Sûresi’nin 30. âyet-i kerîmesindeki Hz. Süleyman’ın (a.s.) isminden aldı. Sanki bu isim, daha o anda, Şehzâde Süleymân’a lûtfedilecek olan dünya ve ukbâ saltanatlarını birleştiren bir ihtişâmın müjdesini de beraberinde taşıyordu.

Çocukluk yılları babasının sancak beyi olarak görev yaptığı Trabzon’da geçti. İlk eğitimini Trabzon sarayında kendisine tahsis edilen hocalardan aldı. Adı bilinen ilk hocası Hayreddin Efendi’dir. Evliya Çelebi’ye göre Trabzon’da iken süt kardeşi Kadı Ömer Efendi’nin oğlu Yahyâ ile (Beşiktaşlı Yahyâ Efendi) birlikte bir Rum’dan kuyumculuk öğrendi. On yaşına geldiğinde sancağa çıkması gerekirken muhtemelen II. Bayezid’in, oğulları tarafından sürekli şekilde baskı altında tutulması sebebiyle tayini gecikti. Şehzade Selim'in isteği üzerine birkaç defa fikir değiştiren Sultan II. Bayezit Süleyman’a Kefe sancağını verdi.

Şehzade Süleyman annesi, hocası ve lalası yanında olduğu halde gemiyle Trabzon’dan Kefe’ye gitti. Burada kaldığı süre zarfında babasının taht için mücadelelerine şahit oldu; onun tahtı elde edebilmek için giriştiği askerî hazırlıklara destek verdi. Babasının 1512’de tahta çıkışı kendisine gelecekteki iktidarın yolunu da açmış bulunuyordu. Nitekim Yavuz Sultan Selim’in cülûsundan az sonra İstanbul’a çağrıldı. Bir süre babasının amcalarıyla olan mücadelesini muhafazasıyla görevlendirildiği başşehirden takip etti ve onların bertaraf edilmesinin ardından yegâne taht vârisi sıfatıyla sancak beyi olarak Nisan 1513'te Manisa’ya gönderildi. Tahta çıkacağı 1520'ye kadar yaklaşık yedi yıl Manisa’da kalan Şehzade Süleyman, bu süre zarfında babasının seferleri dolayısıyla tahta vekâlet ve muhafaza göreviyle Edirne’de bulundu.

ŞEHZADELİK EĞİTİMİ

Yavuz Sultan Selîm’in 1512’de tahta geçmesi üzerine, Şehzâde Süleyman İstanbul’a çağrılmış, Yavuz’un, kardeşleri ile mücâdelesi sırasında İstanbul’da ona vekâlet etmişti. Babası kardeşlerini yenip tahtta rakipsiz bir hâle gelince genç Şehzâde, merkezi Manisa olan Saruhan sancak beyliğine gönderilmişti. Bu sûretle devlet idâresindeki tecrübesi ikmâl ettirilmiş oldu. Diğer yandan annesi, zamanın velîsi olan Sünbül Efendi’den oğlunun mânevî eğitimi ile meşgul olmak üzere bir talebesini istemişti. O da Merkez Efendi’yi Manisa’ya tâyin etmiş, bu sûretle Kanunî, mâneviyat âleminde rûhunu besleyecek ilk kaynağa ulaşmıştı.

Kanunî Sultan Süleyman, 30 Eylül 1520’de genç yaşta tahta geçti. Babasının cenâzesini Topkapı’da karşıladı. Fâtih Câmisi’ne kadar cenâzenin arkasında yürüdü. Yavuz Selîm Hân’ın temiz naaşı, cenâze namazını edâdan sonra Fâtih civârında Sultan Selîm semtindeki kabrine defnedildi. Kanunî, mîmarbaşı Ali Ağa’ya, burada babasının adına bir câmi ve türbe yapılması için tâlimat verdi.

MUHTEŞEM SÜLEYMAN

Kanunî, babasından dünyanın en zengin ve en güçlü ordusuna sahip bir devleti mîras olarak devralmıştı. Kısa zamanda, giriştiği fütûhâtın büyüklüğü kadar idâresindeki dirâyet ve fazîlet ile de öyle temâyüz etti ki, hasmı olan Avrupalılar bile kendisini “Muhteşem Süleyman” lâkabı ile anmaya mecbur kaldılar.

Tahta geçişinin ikinci ayı daha dolmadan babası zamanında Şam beylerbeyiliğine getirilen eski Memlük emîri Canbirdi Gazâlî’nin isyanıyla karşılaştı. Safevîler’in devreye girme ihtimali onda büyük endişeye yol açtıysa da isyan kısa sürede bastırıldı.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'IN İLK SEFERİ

İlk sefer-i hümâyunu olan Belgrad harekâtı sadece askerî bakımdan değil devletin vizyonu açısından da sembolik bir önem taşır. Burası, vaktiyle büyük atası Fâtih Sultan Mehmet’in başarısızlığa uğradığı ana hedefi konumundaydı. Kanunî Sultan Süleyman, Belgrad’ı alarak batıya karşı yeni bir açılım sağlamak amacındaydı.

Kanunî Sultan Süleyman bu ilk siyasî faaliyetlerinde Fâtih Sultan Mehmet’in izlerini takip etti ve buna göre bir strateji oluşturdu. Belgrad’ın ele geçirilmesinin ardından ilk hedefinin yine vaktiyle büyük dedesinin başarısızlığa uğradığı Rodos olması bu bakımdan dikkat çekicidir. Bunun üçüncü ayağı ise İtalya’ya yönelik niyetlerinin başlangıcı olarak tasarlanan Korfu seferidir.

TARİHİN EN KISA SÜREN MEYDAN SAVAŞI

Derhâl Avrupa hedefine yönelen genç hükümdar, 1522’de Rodos’u aldı. 29 Ağustos 1526’da Mohaç ovasında yapılan tarihin en kısa sürede biten meydan muharebesi " Mohaç Savaşı" ile Macaristan’ı haritadan sildi. Budapeşte’yi fethetti. 1529’da Viyana kuşatıldı. 1532’de Avusturya seferine çıkıldı. 1533’de Almanya ile anlaşma imzâlandı. 1537’de Estergon, İstoni ve Belgrad’ı fethetti.

HAYRETTİN PAŞA'NIN OSMANLI HİZMETİNE GİRMESİ

O sırada devletin ihtişâmı öyle göz kamaştırıcı idi ki, Barbaros Hayreddîn Paşa, “İslâm birliği” düşüncesi ile mâliki olduğu kuzey Afrika’yı Osmanlı devletine hediye etti. Kanunî de, buna mukâbil ona devletin Kaptan-ı Deryâlığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığını) verdi. Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü hâline geldi. Hind Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki Müslümanlara yardımda bulunuldu. Sudan ve Habeşistan’a seferler yapıldı. Hudutlar, güneyde orta Afrika’ya kadar uzandı. Kuzeyde Kırım Hanları, Moskova’ya kadar ilerlediler. 1548’de Tebriz dördüncü defa geri alındı. Böylece doğudaki hudut, Hazar Denizi’ne dayanmış oldu.

SÜLEYMAN SÖZÜ

Bu şekilde mânevî olarak da ilâhî te’yîde mazhar olan Kanunî Sultan Süleyman Han, uzun ömrünü, insanlığı huzur ve saâdete eriştirmek için harcadı. Birçok zâlim kralın zulmü altında inleyen insanları kurtararak, onlara İslâm’ın eşsiz merhamet, şefkat ve adâletini tattırdı. Her yerde husûsiyle İslâm memleketlerinde onun adı hayır ve hürmetle yâd edilir oldu. Emsalsiz adâlet ve doğruluğu sebebiyle halk arasında riâyet edilmesi gereken “söz ve vaad”lere “ahd-i Süleymânî” (Süleyman sözü) ifâdesi, bir darb-ı mesel hâline geldi.

Onun devrinde muhteşem Osmanlı ordusunun önüne hiçbir düşman kuvveti çıkmaya cesaret edememekteydi. Hattâ umûmiyetle bütün Avrupa’yı kendi etrafında toplamayı başarmış bulunan Şarlken bile, Kanunî’nin karşısına çıkmaktan son derece çekinmekteydi. Üzerine yapılan sefer-i hümâyûnlarda köşe bucak kaçmaktan başka bir şey yapamıyordu. Çünkü âdeta bir mûsikî âhenginde harp eden Osmanlı ordusuna karşı koymak, bütün Avrupa’nın Ren kıyılarına kadar kaybı demekti. Dolayısıyla Şarlken, her şeye rağmen kesin bir mağlûbiyeti kabûllenmek istemediği için aczini gizlemiyor, sürekli olarak Osmanlı ordusundan kaçıyordu.

Kanunî, babasından devraldığı 6.557.000 km2’lik vatan toprağını, 14.893.000 km2’ye ulaştırdı. Hudutlar, kıt’a ve okyanuslarla çizilir oldu. Nice nâmdar krallar dahî, Osmanlı karşısında acziyetten başka bir şey yapamıyorlardı.

"BEN KARA VE DENİZLERİN HAKANIYIM"

İspanya kralı, Kanunî’nin kaptan-ı deryâsı Hayreddîn Paşa’nın fetih hamlelerinden nefes alamayıp Müslüman beldelerinde istediği zulmü icrâ edemeyince, buna karşılık kuru bir cesaretle Anadolu topraklarına doğru intikam seferine karar vermişti. O sıralarda Kanunî Sultan Süleyman Hân’ın Avrupa içlerinde bulunması da kendisini bu hususta bir hayli heveslendirmişti. Ancak durumu öğrenen Alman imparatoru Ferdinand, hem İspanya kralının gerçekleri görerek hareket etmesi, hem de Kanunî’ye karşı kendisine bir müttefik bulabilmek gâyesiyle ona, Osmanlı hakkında büyük itiraflarla dolu şu mektubu yazmak zorunda kaldı:

“–Kardeşim İspanya Kralı! Duydum ki, Osmanlılar Avrupa seferinde iken sen de bu fırsattan istifâde ile Anadolu’ya sefere çıkacakmışsın! Doğrusu bu hareketi yerinde ve isâbetli bulmadım. Zira ben, hayatım boyunca bizlerden birinin Anadolu’ya sefer yaparak orada bir kaleyi veya herhangi bir yeri fethederek ellerinde tutabildiklerini görmedim. Bir müddet elde tutulabilenler de, dâimâ Türkler tarafından tekrar geriye alınmışlardır.

Anadolu bir tarafa, bizim memleketimizde fethettikleri yerleri bile geri alamıyoruz. Bir düşün; nice yıldır hangi kaleyi aldık da elimizde tutabildik? Hangi şehri veya kasabayı ele geçirdik de tekrar geri vermedik? Bilesin ki, senin memleketinden çok uzak yerlerde böyle mâcerâlara atılman doğrusu boş işlerdir. Yine bilesin ki, Sultan ve askerleri yerlerinde yok diye Anadolu’ya sefere çıkman, kükremiş bir arslanın açık ağzına elini koyman demektir ki, böyle bir durumda bir daha elini onun ağzından aslâ koparamazsın! Gel, sen bu işten vazgeç! Gel, bana yardım et! Eğer bana yardım etmezsen benim ömrüm tamamlanmış ve işim bitmiş olur. Bu da, sıranın size gelmesi demektir.”

Görüldüğü gibi Kanunî devri, samîmiyetle inanan ve rızâ-yı ilâhîyi yürekten dileyen insanlara Allâh’ın yardımının şanlar ve zaferler yağmuru hâlinde tezâhür ettiği gerçeğinin bir örneğidir. Öyle ki, krallar, Kanunî’nin vâlileri hükmündeydi.

SULTANLAR SULTANI

Bunlardan biri olan Fransa kralı Françesko, Alman imparatoru Şarlken ile yaptığı bir harpte esir düşmüştü. Bunun üzerine annesi, Kanunî’ye bir elçi gönderdi. Elçi, Françesko’nun annesinin mektubunu takdîm etti. Annesi, oğlunu kurtarması için yalvarıyordu. Kanunî’ye “Sultanlar Sultanı” diye hitâb ediyordu. Kanunî ise, Fransuva’ya yazdığı cevâbî mektubunda:

«Ben ki...» diye başlayarak uzun uzun hâkimi bulunduğu ülkeleri:

«...Âzerbaycan’ın, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, Karaman’ın, Irak’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın, karaların ve denizlerin sultânı Yavuz Sultan Selîm Han oğlu Sultan Süleyman Hân’ım.» diyerek sayıyor ve:

«Sen ki Fransa eyâletinin vâlisi Françesko’sun.” beyânından sonra, kralların başlarına böyle bir hâdisenin gelebileceğinin tabiî olduğunu söyleyerek onu tesellî ediyordu.

Kanunî’nin cevâbî mektupta: “Ben karaların ve denizlerin hâkânıyım!” demesi, îman gücünün ve kudretinin cihâna karşı haykırılışı demekti.

FRANSA'DA DANS 100 YIL YASAKLANDI

Kanunî devrinde bu güçlü sadâ hiç kesilmedi. Nitekim o devirde bir ara Fransa’da dans denilen rezâlet yeni yeni ortaya çıkmaya başladığında bunu duyan Kanunî, derhâl Fransa kralına şu tâlimâtı göndermiştir:

“...İşittim ki, memleketinizde kadın ve erkeklerin dans adı altında birbirlerine sarılmak sûretiyle halk önünde ahlâk ve hayâya mugâyir davrandıkları süflî bir eğlence îcâd edilmiş! Bu rezâletin, hem-hudud olmamız dolayısıyla memleketime sirâyeti ihtimâli vardır. Bu itibarla nâme-i hümâyûnum elinize ulaşır ulaşmaz derhâl bu rezâlete son verile! Aksi hâlde bizzat gelip o rezâleti kaldırmaya elbette muktedirim.”

Tarihçi Hammer, bu mektup üzerine Fransa’da dansın tam yüz yıl yasaklandığını kaydetmektedir.

PREVEZE ZAFERİ

Bu devir, bütün bir cemiyet fertlerinin, asâlet, ciddiyet ve îman vecdi ile coşkun çağlayanlar hâlinde olduğu bir devirdi. Bu devirde îmânın heybet ve heyecânı ile bu şâha kalkış, yalnız Kanunî’de değil, devletin bütün müesseselerinde ve hattâ en küçük rütbedeki ferdinde bile görülmekte idi:

Preveze zaferinin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Bu manzarayı seyreden Kanunî’nin, levende:

“–Ne azgın bir küheylânla gelmişsin!..” demesi üzerine levendin:

“–Hünkâr’ım, Akdeniz azgın bir küheylândı. Biz onu bile uslandırdık!..” cevabını vermesi, îman gücüyle şahlanıştan doğan îtimâd-ı nefsin bir tezâhürü idi.

Sultandan bir ere kadar hep aynı duyuş ve aynı kalp atışı vardı.

MÜSLÜMAN TÜRK'ÜN ADALETİ

Hak ve adâlet, hudutları Hazar’dan Orta Avrupa’ya, Hind Okyanusu’ndan Ukrayna’ya kadar uzanan bir İslâm devlet-i aliyyesinin hukûku olarak zamanın îcaplarına göre öylesine dakik bir sûrette gerçekleştiriliyordu ki, engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. «Dünya dönüyor!» dediği için Galileo, ölümden kurtuluş çaresi olarak, ilmî kanaatini lâfzan terk ederken, Osmanlı’da gayr-i müslimlerin bile “vedîatullâh”, yani Allâh’ın devlete emâneti olarak kabûl olunduğu yüce bir görüş hâkim bulunuyordu.

Hattâ Lehistan’da:

“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.

Gerçekten Lehistan, yani Polonya, tarihte üç defa istiklâline kavuşmuştur ki, bu da Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'IN SON SEFERİ

Kanunî, son seferinde ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye sırtına kuşak gibi urgan sarılarak çıktı.

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'IN DUASI

Ulu Hakan, ardındaki ihtişamlı sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etmiştir:

“Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recâm, hâsıl olunmadık duâm kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine saâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhede nîmetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..”

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'IN VEFATI

Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnâsında vefât eden dördüncü Osmanlı sultânı olarak rahmet-i Rahmân’a yürüdü.

Ulu Hâkan’ın cenâzesi, dört yüz muhâfızın nezâretinde İstanbul’a getirildi. Süleymâniye Câmii’nin musallâ taşına kondu. Cenâze namazı beş yüz müezzinin, tekbirleri birbirlerine aktarmaları ile kılındı. Cemaatin arka ucu Fâtih Câmii’ne dayanıyordu.

Kanunî’nin naaşı, kabre indirilirken bir sandık getirilip “Vasiyeti gereğidir!” denilerek, o da kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi, bu duruma müdâhale etti. Cenâze ile beraber kıymetli bir şeyin gömülmesinin câiz olmadığını bildirdi. Ebussuûd Efendi’ye bunun, Hâkan’ın bir gün evvelki vasiyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı. Kendisinin Hünkâr’a verdiği fetvâlarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı:

“–Sen kendini kurtardın ulu Hâkan! Biz yarın Âhirette ne yapacağız?!.” diyerek hüzünlendi ve ağlamaya başladı. Zira Kanunî, hayatı boyunca yapacağı her işin fetvâsını almış, ondan sonra icrâ etmişti."

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları/Feridun Emecen, İslam Ansiklopedisi

İLGİLİ HABERLER

İslam ve İhsan

OSMANLI PADİŞAHLARI VE HAYATLARI

Osmanlı Padişahları ve Hayatları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.