Feyz Alışverişinden Kopmayalım

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde,  sadıklarla beraber olmanın ehemmiyetinden bahsediyor.

Hasan-ı Basrî Hazretleriʼnin çok güzel bir şeyi var. Diyor ki:

“İzzet ve celâl sahibi Allah seninle olunca, kimden korkuyorsun sen?!” diyor. “Allah seninle değilse o vakit de kime ümit bağlayacaksın?” buyuruyor.

Onun için, “Cenâb-ı Hakʼla dost olmaya gayret et!” diyor. “Nefsânî arzularını çıkar aradan.” diyor. “Rûhânî istîdatlarını inkişâf ettir.” diyor.

Yine bir Hak dostu;

“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” buyuruyor. “Nefsânî hayatını bertaraf edersen, Cenâb-ı Hakʼla beraber olursun.” buyuruyor.

İnsan şahsiyeti üzerinde iki müessir var. İki tesirli husûsiyet vardır en çok.

Birincisi; “helâl lokma”dır. Kazancımıza çok dikkat etmek... Memursak, memuriyeti düzgün îfâ etmek... Ticaret ehliysek, ticâretimizi düzgün… Sözümüzde durma, yalan girmeme vs…

Birincisi, helâl lokma. Helâl lokma, ibadetlerimizi güçlendirir. Rûhâniyeti artırır. Haram lokma ise hantallık verir.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Bu gece, bu seher vakti bende hiçbir tulûat, hiçbir sünûhat olmadı.” diyor. “Hiçbir mânevî doğuş olmadı yüreğimde.” diyor. “Hiçbir hikmet tecellî etmedi bu seher bende.” diyor. “Anladım ki ağzıma bir şüpheli lokma girmiş.” diyor.

Onun için birinci müessir, kazancımızdır. Hattâ ashâb-ı kirâm hanımları derdi ki kocalarına:

“‒Aman bugün hangi âyet indi, sen bana onu söyle.” Tabi sâlihât-ı nisvanʼdan anneler…

“‒Allah Rasûlüʼnün mübârek ağzından ne gibi hadîs-i şerîfler çıktı, sen bana onu söyle!”

Sabahleyin geçirirlerken de:

“‒Sakın bize haram lokma getirme! Biz dünyada her şeye katlanırız, fakat Cehennem azâbına katlanamayız.” derlerdi.

Hep müʼmin, bu titizliğin, helâl lokmanın titizliği üzerinde olacak. Onun için kazancımıza dikkat etmek…

Kimse diyemez ki ben, paramda irâdem var, diyemez. Paranın irâdesi vardır; parayı taşıyanın irâdesi yoktur. Eğer o, helâlden kazanılmışsa, o helâle gider, hayır-hasenâta gider. İrâde paradadır, paranın sahibinde değildir. Eğer haramdan kazanmışsa, o para helâl bir hayır-hasenâta gitmez. Bu bir ölçüdür hayatımızda.

İkincisi, bizim karakterimize tesir eden; “beraberinde bulunduğumuz insan”. Beraberinde bulunduğumuz insan, çünkü inʼikâs vardır. Tesir sahasına alır. Nasıl bir atom infilâk ettiği zaman radyasyon veriyor, müsbet veya menfi bir şey veriyor, tesir ediyor. İnsanda o tesirin çok daha ötesi vardır.

Onun için Cenâb-ı Hak:

كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ

“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) buyuruyor.

Beraberinde bulunduğumuz insan sâlihse, sâlihlerden oluruz; inʼikâs eder. Onun için sohbetler çok mühim.

Eğer fâsık bir insansa beraberinde bulunduğumuz, bize de tesir etmeye başlar. Onun için müslümanın boş zamanı olmayacak. Müslüman, kendisine sermaye olarak verilen ömrünün her ânını hayır ve hasenatla dolduracak.

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])

En mühim:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ :“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin hâliyle hâllenebilmek…

Diğer husus:

Cenâb-ı Hak bize;

وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ

“Onlar ki zekâtlarını verirler.” (el-Müʼminûn, 4) Bir faaliyet gösterirler.

Demek ki bir müʼmin, zekâtını verecek. Zekât, kendi malı değil. Kendi malı üzerindeki, Kur'ân-ı Kerîmʼde geçen sekiz kısım kişilerin hakkı olmuş oluyor zekât. Onu verecek.

Zekât, insanın, kendisiyle olan, görmediği, bilmediği ortağıdır. Onu vermeye mecburdur. Onu vermezse, hadîs-i şerîflerde, âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, ilâhî bir azâbı bize bildiriyor.

Fakat tabi bu zekât da kâfî değil. İnfak da… Cenâb-ı Hak:

“Bollukta ve darlıkta infak ederler.” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. “Darlıkta da infak ederler.” buyuruyor. Allah; Rahman, merhametli. Kul da merhametli olacak.

Ebû Zer (ashâbın) en fakiriydi. (Efendimiz):

“‒Ebû Zer!” dedi. “Çorbana su kat.” dedi. “Etrâfını gözet.” dedi. Kimin ihtiyacı var. “Verirken bir nezâketle ver.” dedi. “Allâhʼın sana verdiği bir emaneti veriyorsun.” dedi. (Bkz. Müslim, Birr, 142)

Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:

“İki şey beni çok sevindirir:

Bir; muhtâcın beni bulması, benden istemesi, bana hüsn-i zan beslemesi, beni tercih etmesi, bana gelmesi, benden istemesi.

İkincisi; benim onun ihtiyacına vesîle olabilmem, gücüm kadar.

Bu iki şey beni çok sevindirir.” buyuruyor.

Yine Ebû Zer -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Bir kişinin üç tane ortağı vardır. Bir ortağı kendisidir, diyor. İkinci ortağı kaderdir, diyor. Kendi ne kadar kalacak meçhuldür, diyor. Üçüncü ortağı diyor, mirasçılardır, ölümdür diyor.

Onun için sen bu üç ortağın en akıllısı ol, diyor. Benim bir devem vardır. Devemi sağlığımda ben gönderiyorum.” diyor. (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Cenâb-ı Hak da:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birrʼe (hayrın kemâline) eremezsiniz...” [Âl-i İmrân, 92]) buyuruyor. Sevdiklerinizden vermedikçe Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşamazsınız.

Demek ki bir fânîyi, kendimizi ne kadar seviyoruz, bir eş-dost, akrabamızı ne kadar seviyoruz, müʼmin kardeşlerimizi biz ne kadar seviyoruz?

Hiçbir şey veremiyoruz, imkânımız da yok hiçbir şey de, Cenâb-ı Hak yine vereceksin, diyor. Ne vereceksin?

قَوْلًا مَيْسُورًا buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Onun gönlünü alıcı, tesellî edici birkaç söz söyleyeceksin, diyor. Demek ki müʼmin, dâimâ bir huzur tevzî edecek. Dâimâ verici olacak müʼmin. Cenâb-ı Hak onu arzu ediyor bizden.

Diğer bir husus, âyet-i kerîmede:

وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ

(“Onlar ki iffetlerini korurlar.” [el-Müʼminûn, 5])

Kadın ve erkek, bunlar da iffetlerini koruyanlar. Demek ki müʼmin de iffetini koruyacak, hanım da iffetini koruyacak. Dilimizle iffetimizi koruyacağız. Ağzımızdan yanlış sözler çıkmayacak. Edep mühim.

Mevlânâ Hazretleri bir misal veriyor:

“Aklım kalbimin kulağına eğildi, diyor. Aklım sordu, diyor. «Din nedir?» diye sordu, diyor. Kalbim de aklımın kulağına; «Din, edepten ibarettir, hayâdan ibarettir»”

Bir müʼminin her hâli hayâlı olacak. Konuşması hayâlı olacak. Tesettürü hayâlı olacak. Bir edep tevzî edecek. Zaten “İnsanla hayvan arasındaki fark, edeptir.” buyruluyor.

İffetini kaybetmek, insanlık haysiyetini zâyî etmektir. Maalesef bugün globalleşen bir dünya, televizyonuyla, internetiyle vs. ile iffetsiz bir dünya istiyor.

Hattâ bir yazar kadın diyor ki; “–Bizim hayvanlar kadar hakkımız yok mu?” diyor. “Onlar nasıl yaşıyor, biz de o şekilde yaşayalım.” diyor.

Hâlbuki insanın haysiyeti, şerefi, o insanın iffetli olmasında, hayâsındadır, edebindedir. İnsanı insan yapan budur. Maalesef bugün yavaş yavaş toplum kayıyor. Onun için bugün kendimiz de mühim, evlâtlarımız da çok mühim.

Efendimizʼin duâsı:

“Allâhʼın Senʼden hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 72)

Tabi bize telkin, hidâyet… Doğru yolu kaybetmememiz.

Takvâ, Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir ibadet, tâat, her şeyiyle güzel bir kul olabilmek.

İffet, nâmus, haysiyet.

Ve gönül zenginliği, gönlümüzün bir dergâh hâline gelebilmesi…

Velhâsıl Cenâb-ı Hak müʼminlerden “nâmus” eksenli bir hayat istiyor.

Âdem -aleyhisselâm-ʼın kalıbı yapılınca -rivâyete göre- Cebrâil üç hususiyet getirdi insana.

Birincisi “ilim” verdi. İlim kalbe yerleşti. Bu ilim kulu, mârifetullâhʼa, Allâhʼı tanımaya, ilâhî azameti idrak etmeye götürecek.

Akıl” verdi. Diğer mahlûkatta, tabiî hâlde, yaşayışına göre bir şey var. O bir hissiyat ve hissiyâta göre iş görüyor. Fakat Cenâb-ı Hak insana bir “tefekkür” veriyor, “akıl” veriyor. Bu akıl da beyne yerleşti.

Akıl da iki uçlu bıçak gibi, hayra da şerre de, zulme de hayır-hasenâta da akılla gidiyor. Tabi terbiye edilmiş bir akıl isteniyor, kalbe bağlı.

Üçüncüsü “iffet” verildi. İffet de sîmâya ve göze yerleştirildi. Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak:

وَالَّذِينَ هُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ

“Yine onlar, (müʼminler ki onlar) emânetlerine (riâyet eder) ve ahitlerinde, sözlerinde dururlar.” (el-Müʼminûn, 8)

Bu emânet çok mühim. En büyük emânet bize, Rasûlullah Efendimizʼin emâneti “Kitap ve Sünnet” emâneti. Kur'ân-ı Kerîm emâneti. Bir de kullar, müʼminler arasında emânetlerimiz var. Emânet, bir müʼmin dâimâ el-Emîn olacak, es-Sâdık olacak. O, Efendimizʼin vasfıdır.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ :“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Bir müʼmin de emânete çok titizlik gösterecek.

Diğer taraftan, verdiği akdinde, sözünde duracak. Ondan sonra gelen âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak yine namaza geliyor. Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَالَّذِينَ هُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ

“Onlar ki namazlarına devam ederler.” (el-Müʼminûn, 9)

Demek ki namaz çok mühim. Namazla başlıyor, yine son olarak namaza geliyor. Bilhassa bu, teheccüd namazları çok mühim. İnşâallah, Efendimiz o zor çöl seferlerinde bile teheccüd namazlarını kılardı, ihmâl etmezdi.

Ondan sonra gelen âyette Cenâb-ı Hak onlara bir Firdevs Cennetleriʼni bildiriyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 10-11)

Bu Firdevs Cennetleri de Cennetʼin en âlâsı. Bu on maddenin içine girenlere Rabbimiz büyük bir mükâfat, bu Firdevs Cennetleriʼne nâil edeceğini bize, onun müjdesini veriyor. Cenâb-ı Hak hepimize nasîb eylesin.

Fakat ondan sonra gelen âyet de, yine bizi âyetler tefekküre dâvet ediyor:

“Biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.” (el-Müʼminûn, 12) diyor.

Şu beden, toprak. Toprak yiyoruz yine, topraktan çıkanları yiyoruz. Toprakla gıdalanıyoruz. Yine toprakta yok olacağız. Toprakta bu vücut bitecek. Ruh devam edecek. Belki değişik şekilde bir mezar hayatı olacak.

Yine kıyâmet günü:

“O gün sîmâlar vardır, parlayacak; sîmâlar vardır rezil-rüsvâ bir çirkinlik içinde olduğunu” Cenâb-ı Hak bildiriyor. (Bkz. el-Kıyâme, 22-24)

Yani buradaki amellerimize göre bir şeklimiz, bir biçimimiz teşekkül edecek. Cenâb-ı Hak:

“Biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık ve onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik.” (el-Müʼminûn, 12-13)

Yok kadar bir şey, mâzîmiz. O yok kadar şeyden şu insan meydana geliyor. Yine Cenâb-ı Hak:

“Ey insan! Seni şekilsizlikten en güzel şekilde birleştirip meydana getiren, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8) diyor.

Yani mâzîne dön, kendinin yaratılışını düşün, Allâhʼın azametini düşün. Seni aldatan nedir, buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Yine o rahimdeki durumu; “Biz diyor, sonra nutfeyi diyor, bir aleka hâline getirdik.” diyor. Bir et parçası. Oradan bir pıhtı, asılı bir şey. “Alekayı bir mudga hâline getirdik.” diyor. Çiğnenmiş bir et, biçimsiz, şekilsiz. Kafa büyük, kollar bir tenâsüp yok. Ondan sonra “izâm, kemikler” diyor. “Kemiklerin üzerine etleri sardık.” diyor. “Onu en güzel bir yaratılışla bir insan hâline getirdik.” buyuruyor. (Bkz. el-Müʼminûn, 14)

Cenâb-ı Hak; “Seni aldatan nedir?” diyor. “Kendini düşün! Ömrünü düşün!” diyor Cenâb-ı Hak:

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ

(Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı? [Yâsîn, 68])

Nasıl bir fânilik akışı… Baştan güç kuvvet veririz, diyor. Sonra “نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ” bu yaratılışı tersine çeviririz, diyor. Ömür verir. Saç sakal ağarır, ârızalar başlar vücutta. “اَفَلَا يَعْقِلُونَ” İnsan akıl erdirmez mi? Yolculuk nereye?

Cenâb-ı Hak -elhamdülillah- bizi büyük bir nîmetle, müslüman olarak dünyaya getirdi. -İnşâallah- bir müʼmin olarak, bir müslüman olarak yaşamayı, son nefesimizin en güzel ânımız olmasını, Yûsuf -aleyhisselâm-ʼın duâsına;

تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ

(“…(Yâ Rabbi!) Benim canımı müslüman olarak ve beni sâlihler arasına ilhâk eyle.” [Yûsuf, 101])

Bir müslüman olarak can vermeyi ve sâlihlerle beraber olabilmeyi, Cenâb-ı Hak cümlemize ihsan ve ikram eylesin, lûtfuyla, keremiyle -inşâallah-. Gayretlerimizi artırsın. Cümlemizi takvâ sahibi eylesin.

Birinci fasılda hayatımızda, zemininde ibadet, tâat, muâmelât… Zemin sağlam olacak.

İkincisi de; seherler ihyâ edilecek. Bir feyz, mânevî heyecan artacak, rûhâniyet artacak.

Üçüncüsü de, günlük hayatımızda Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde gideceğiz. Sâlih ve sâdık, Allâhʼın güzel kullarıyla beraber olmaya gayret edeceğiz.

Sohbetlerimiz olacak. Sohbetler, dört duvar arasında bir beraberlik değil. Bir rûhâniyet alışverişidir. Feyz alışverişidir. Cenâb-ı Hak -inşâallah- sâlih bir kul olarak, hanımlar sâliha bir kul olarak Rabbimizʼin huzuruna çıkabilmeyi, ölüm ânımızın en güzel an olabilmesini, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin şefâat-i uzmâsına nâil olabilmemizi, cümlemize Cenâb-ı Hak lûtfuyla, ihsan ve ikramıyla -inşâallah- nâil eylesin.

Duâmızın kabulü niyâzıyla; Lillâhi Teâleʼl-Fâtiha!

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.