Ashâb-ı Suffe Nedir, Kime Denir?

Ashâb-ı Suffe ne demektir? Ehli Suffe kime denir? Ashâb-ı Suffe neler öğretirdi? Ashab-ı Suffe: İlim ve irfan mektebi...

Mescid-i Nebevî’nin bir tarafına, etrâfı açık ve üstü hurma dallarıyla örtülü bir suffe (gölgelik, çardak) yapıldı. Evi ve âilesi olmayan fakir Müslümanlar burada kalır ve onlara “Ashâb-ı Suffe” veya “Ehl-i Suffe” denirdi. İçlerinden evlenen, sefere çıkan, bir başka yere yerleşen veya vefât edenler olduğu zaman sayıları değişir, bâzen artar bâzen de eksilirdi. Bir ara sayılarının yetmişi bulduğu olmuştur.

Bâzı kaynaklarda Suffe Ehli’nden olduğu söylenen yüzden fazla sahâbînin ismi zikredilir. Bunların maîşetlerini Resûlullâh temin eder, hâli vakti yerinde olan sahâbenin onlara yardımcı olmalarını isterdi.

Ashâb-ı Suffe’den olan Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demektedir:

“Suffe Ehli, İslâm misâfirleriydi. Onların ne sığınacak bir âileleri ne malları ne de bir kimseleri vardı. Bir sadaka geldiğinde Peygamber Efendimiz onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şâyet gelen bir hediye ise kendisi ondan bir parça alır ve kalanını yine Ashâb-ı Suffe’ye gönderirdi. Böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı.” (Buhârî, Rikâk, 17)

SUFFE EHLİ KAÇ KİŞİDİR?

Yine Ebû Hüreyre Hazretleri şöyle demiştir:

“Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücûdunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyilen bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58)

Fedâle bin Ubeyd (r.a.) ise şöyle demiştir:

“Resûlullâh, ashâba namaz kıldırırken, onlardan bâzıları açlığın verdiği tâkatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: «Bunlar deli!» derlerdi. Allâh'ın Resûlü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gider ve onları tesellî ederek:

«Allâh Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

Abdurrahmân bin Ebûbekir (r.a.) de şu hâdiseyi nakleder:

“Suffe Ashâbı gâyet fakir kimselerdi. Bir defâsında Efendimiz şöyle buyurdu:

«−İki kişilik yemeği olan, (Suffe ashâbından) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da, bir beşincisini ve hattâ altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!»

Babam Ebûbekir (r.a.) onlardan üç kişiyi evimize getirdi. Resûlullâh da on kişiyi hâne-i saâdetlerine götürüp ikrâm etti. Allâh’a yemin ederim ki, yediğimiz her lokmanın ardından yemek daha da artıyordu. Nihâyet misâfirler doydular. Yemek de ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu. Ebûbekir (r.a.) yemeğe baktı ve hanımına hitâben:

«−Ey Benî Firâs’ın kızı! Bu ne hâl?» dedi.

O da:

«−Gözümün nûruna yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli daha fazla!» dedi.” (Buhârî, Mevâkît 41, Menâkıb 25, Edeb 87-88; Müslim, Eşribe 176-177)

Bu manzara, ihlâs ve cömertliğin getirdiği berekete müşahhas bir misâldir.

SUFFE ASHÂBI NELER YAPARDI?

Suffe Ashâbı iş buldukları zaman çalışırlar, diğer zamanlarda mescidde ilim ve ibâdetle meşgûl olurlardı. Nitekim gücü kuvveti yerinde olan Suffe Ashâbı, dağlardan sırtlarında odun getirmek, su taşımak gibi ellerinden gelen her türlü işi yapar, kazandıkları parayla arkadaşlarına yiyecek alırlardı. İffet ve vakarlarına düşkünlükleri sebebiyle şahsiyetlerini zedeleyecek hareketlerden imtinâ ederlerdi. Kimseden bir şey istemezlerdi.

Ashâb-ı Suffe, dînin menbaına en yakın, Resûlullâh’ın meclisine en müdâvim insanlardı. Bu yüzden yetişmeleri daha hızlı oluyordu. Muallimleri başta Hazret-i Peygamber olmak üzere Übey bin Kâ’b, İbn-i Mes’ûd, Muâz bin Cebel ve Ubâde bin Sâmit gibi âlim sahâbîlerdi.

Ehl-i Suffe, yüksek seviyede ve âdeta hızlandırılmış bir eğitim görmekteydiler. Nitekim en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sahâbîler (müksirûn) umûmiyetle onlar içinden çıkmıştır. Bunların başında gelen Ebû Hüreyre Hazretleri şunları söyler:

“İnsanlar, «Ebû Hüreyre çok hadîs naklediyor.» diye şaşırıyorlar... Muhâcir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticâretle; Ensâr kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgûl iken, Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna Allâh'ın Rrsûlü’nün yanında bulunuyor, onların şâhit olmadığı nice şeylere şâhit oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” (Buhârî, İlim, 42)

İslâm’ı öğrenmek için kısa bir süre Medîne’ye gelen heyetler bir taraftan Varlık Nûru ile görüşürken diğer taraftan da Ashâb-ı Suffe’den bilmedikleri hususları öğreniyorlardı. Medîne dışında yeni Müslüman olan kabîlelere İslâm’ı öğretmek üzere bir muallim göndermek gerektiğinde, bunlar arasından seçiliyordu.

ASHÂB-I SUFFE İLE İLGİLİ ÂYETLER

Ashâb-ı kirâm arasında fazîlet bakımından Hulefâ-i Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere ve Ashâb-ı Bedir’den sonra Ashâb-ı Suffe gelirdi. Allâh Teâlâ onları muhtelif âyetlerde medhetmiştir. Cenâb-ı Hak buyurur:

(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allâh bilir.” (el-Bakara, 273)

Habbâb (r.a.) şöyle anlatmaktadır:

“Mütekebbir müşriklerden Akrâ bin Hâbis ile Uyeyne bin Hısn, Allâh'ın Resûlü’nün yanına geldiler. O’nu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz Müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf Müslümanları hor ve hakîr görerek Efendimiz’e:

«–Bizim için bunlardan farklı bir meclis tahsîs etmeni isteriz. Böylece Araplar, bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki, bize Arap kabîlelerinden birtakım elçiler ve heyetler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz gelince onları yanından uzaklaştır. Sen’inle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca otur.» dediler.

Allâh'ın Resûlü:

«−Olur.» buyurdu.

Onlar ise:

«–Olur demen yetmez! Bizim için bunu yazılı hâle getir.» dediler.

Bunun üzerine Allâh'ın Resûlü, Hazret-i Ali’yi çağırdı, bir de yazdırmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O sırada Cebrâîl (a.s.) şu âyet-i kerîmeleri getirdi:

«Sabah-akşam Allâh’ın rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenleri sakın yanından uzaklaştırma! Onların hesâbından Sana hiçbir sorumluluk yoktur. Sen’in hesâbından da hiçbir şey onlara âit değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun!» (el-En’âm, 52)

«Biz, onların bir kısmını diğerleri ile: “Allâh aramızdan bunlara mı lutfunu lâyık gördü?” desinler diye işte böyle imtihân ettik. Allâh şükredenleri en iyi bilen değil mi?» (el-En’âm, 53)

«Âyetlerimize îmân edenler Sana geldiklerinde de ki: “Selâm sizlere! Rabbiniz, rahmet ve merhamet etmeyi va’detmiştir.”…» (el-En’âm, 54)

Âlemlerin Efendisi, antlaşmayı yazdırmak üzere eline aldığı sayfayı derhâl bir kenara bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzûruna geldiğimizde bize:

«…Selâm sizlere! Rabbiniz, rahmet ve merhamet etmeyi va’detmiştir…» diyordu.

O’na yaklaştık, hattâ o kadar yaklaştık ki dizlerimizi O’nun dizlerine dayadık. Bu âyetin nüzûlünden sonra, biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya devâm ettik. Fakat O, istediği zaman yanımızdan kalkıp giderdi. Ne zaman ki:

«Sabah-akşam rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünyâ hayâtının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..» (el-Kehf, 28) âyet-i kerîmesi nâzil oldu, artık böyle davranmadı. Bundan sonra biz daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Resûlullâh’ın rahatça kalkıp gidebilmesi için, biz nezâket göstererek erken davranır ve O’nun yanından kalkardık.” (İbn-i Mâce, Zühd, 7; Taberî, Tefsîr, VII, 262-263)

Bu son âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûlullâh, hemen kalkıp o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allâh’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine:

“Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla berâber sabretmemi emreden Allâh’a hamd olsun! Artık hayâtım da ölümüm de sizinle berâberdir.” buyurdu. (Vâhidî, s. 306)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ASHAB-I SUFFE KİMDİR?

Ashab-ı Suffe Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.