Allah Neden Bir Kalp Verdi?

İslam’da ruhbanlık var mıdır? Allah neden bir kalp verdi? Hakk’a kulluk ve halka hizmet etmenin yolu nedir? Nakşiliğin celvete ve halka hizmete verdiği önem.

Sûfilerin toplumla ilişkilerinde izledikleri iki yol vardır, bunlardan birisi halvettir. Buna göre sûfi Rabbi ile baş başa olmak için toplumdan uzaklaşır, bazen dağ başlarında, bazen de zaviyesinde uzlet içinde ömür sürer, tüm vakitlerini namaz, zikir ve ibadetlere ayırır. Diğer insanlar ile olan ilişkisini asgari düzeyde tutar.

İSLAM’DA RUHBANLIK VAR MIDIR?

Ne var ki İslam tasavvufu diğer mistik hareketlerin aksine toplumdan tamamı ile alakayı kesmeyi yasaklar. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “İslam’da ruhbanlık yoktur” diyerek bu hakikati en veciz şekilde ifade etmiştir. Bu sebeple Sûfiler geceleri Hakkın huzurunda kâim, gündüzleri de halkın hizmetinde hâdim (hizmetçi) olmayı yollarının şiarı eylemişlerdir. Bu tutumun adı ise tasavvufta celvet, yani halkın içinde olmak, onlara hizmet etmektir. Bu ise Sûfilerin yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci davranış şeklidir. Yüce dinimiz bizlerden iki vazifeyi de yerine getirmemizi istemektedir, yani Hakk’a kulluk halka hizmet.

HAKK’A KULLUK VE HALKA HİZMET ETMENİN YOLU

Nakşiler birbirine zıt görünen bu iki tutumu aynı anda yapmanın yolunu “halvet der encümen-halk içinde Hak ile beraber olmak” metodu ile bulmaya çalışmışlardır. Aslında bu iki kavram birbirini tamamlar. Şöyle ki: Halk ile güzel bir beraberlik için öncelikle Hak ile maiyyet/beraberlik şuurunu yakalamak, bu şuurun sayesinde her tür kötü huylardan arınmak elzemdir. Bu sebeple hemen her tarikat salikin kendini yetiştirmesi ve geliştirmesi için işin başında halvete önem verir. Salik vakitlerini zikir, ibadet ve diğer güzel amellerle geçirir, uzun tefekkürler ile kendindeki ayıpların farkına varır ve onları ıslah eder, yine de bu süreç gereğinden fazla uzatılmamalıdır. Peki bu işin dengesi ve ölçüsü nedir? İşte bu zor sorunun cevabını maneviyat yolunun büyük müçtehidi İmam Rabbani şöyle verir:

“Şunu da bilmek gerekir ki bazı zamanlar başkalarının haklarını ödemek açısından fark hâlinde olmak zorunlu olur. Ne var ki salikin iç âleminde, tefrika (Haktan ayrılık) hâlinde olması kesinlikle caiz değildir. Zira iç âlem sadece ve sadece Allah Teâlâ’nın hakkıdır; Batın âlemimizin bütünü, zahir âlemimizin ise yarısı tamamen Allah Teâlâ’ya tahsis edilmelidir. Dünyevi işlere ayırdığımız vakitlerimiz ise üzerimize vacip olan kul haklarını ödemek içindir. Ne var ki bu hakların ödenmesi de Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmek maksadı ile olunca, o da Allah için olmuş olur. “Her iş O’na döner. Öyle ise O’na ibadet et ve tevekkül et. Senin Rabbin yaptıklarından gafil değildir.” (Müzzemmil, 8)

ALLAH NEDEN BİR KALP VERDİ?

Bu durumda salik kalbini tamamen Rabbine tahsis etmelidir, zira Cenab-ı Hak insanda iki kalp yaratmadığını kitabında şöyle ifade etmiştir: “Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır.” (Ahzap, 4)

Kalbimizde olan dünyevi alakalar ve sevgiler ancak Allah için olursa caiz olur. Niyeti halis olan salik, kalbini mâsivâdan korumak şartıyla vaktinin yarısını Allah’ın kullarının hizmetine ayırınca bundan da büyük bir ecir alır. Sûfilerin halka hizmeti Hakka hizmet olarak görmesinin sırrı burada yatar, yani Allah Teala kendisine kulluk edilmesinin içine insanlara hizmeti de dahil etmiştir. Yeter ki dünyevi işleri yaparken el kârda (işte) gönül yârda (Allah’da) olsun.

Sufilerin imamlarından Cüneyd-i Bağdadi bu durumu şöyle ifade eder: “Tevhid ehli, bedenleriyle dünyada bulunur, ancak ruhlarıyla dünyadan ayrı olurlar.” (bk. Serrâc, Luma) Râbia el-Adeviyye de aynı düşünceyi şöyle terennüm eder: “Bedenimle halk içindeyim, fakat ruhumla dostum olan Hak ile birlikteyim.”

Nakşilik ise bu hususta celvete ve halka hizmete daha bir ayrı önem verir, Bahâeddin Nakşibend’e, “Sizin tarikatınız hangi esasa dayanır?” diye sorulduğunda “halvet der-encümen” şeklinde cevap vermiştir.  Bu tür sûfîlere göre: “Öyle adamlar vardır ki ticaret ve alışveriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz” (en-Nûr 24/37)  ayeti halvet der encümen prensibine işaret etmektedir.

‘SUFİ HEM KÂİN HEM DE BÂİNDİR’

Sûfiler bu hali ayrıca kâin ve bâin olmak şeklinde iki kelime ile özetlemişlerdir. İnsan Hakka ve onun dostlarına yakın (kâin) olmalı, masivadan ve dünyaperest arkadaşlardan da mümkün olduğunca uzak (bâin) olmalıdır. İmam bu durumu şöyle açıklar:

“Tasavvuf erbabının ‘Sufi hem kâin, hem de bâindir’ şeklindeki sözleri; sufinin zahiri itibariyle halkla, bâtını itibariyle onlardan ayrı, Hak'la birlikte olduğu anlamına gelir. Burada sûfinin zahirinden onun halk âlemini, bâtınından da onun emir âlemini kastetmişlerdir. Onlar iki teveccüh arasını birleştirmekten ibaret olan bu makamın pek yüce bir makam olduğunu söylemiş ve bu makamı kemâlât ve irşad makamı olarak görmüşlerdir.” (Mektubat, III, 73. m)

NAKŞİBENDİYYE TARİKATININ TEMELİ SOHBETTİR

Tüm bu sözlerden anlaşıldığına göre sufi dünyadan bâin olmalı, aynı oranda da Hak dostlarının sohbetine yakın olmalıdır. Nakşibendiyye tarikatının temeli sohbettir, salih ve sadıklarla beraber olmaktır. Zira gönül huzuru halvetten çok sohbette bulunur. Bu sırrı İmam şöyle anlatır:

“…Nakşi büyüklerinin bakışı çok yükseklerdedir. Bu sebepledir ki diğerleri­nin son mertebesi bunların ilk mertebesine indirilmiştir... Daha ilk hallerinde halvet der encümeni başarmış ve daimî huzur sermayeleri olmuştur. Saliklerin terbiyesi ve noksan kimselerin kemâle erdirilmesi bu ariflerin kıy­metli teveccühlerine bağlıdır. Onların nazarı kalp hastalarına şifadır, iltifatları manevi hastalıkların silinmesine vesiledir. Bunların bir teveccühü yüz erbain gücündedir. Bir tek il­tifatları senelerce riyazete bedeldir.” (Mektubat, c.II, 23.mektup)

Son birkaç yıldır korona salgını sebebi ile camilerden, dergâhlardan ve sohbet meclislerinden uzak düştük. Başlangıçta zaruret olan bu hal sonraları nefsin bir bahanesi haline geldi. Salgın etkisini kaybetmesine rağmen camilerimiz, sohbet halkalarımız eski yoğunluğunu bir türlü geri kazanamadı. Bu yazımızla halvetin yani dini yalnız başımıza yaşamanın çok makbul olmadığını ortaya koymaya çalıştık. Binaenaleyh yeni bir heyecan ile maneviyat halkalarına, halka hizmete geri dönelim. Bu hususta nefsimizin bahanelerini dinlemeyelim. Rabbim Hakka kulluk ile halka hizmeti cem etme konusunda hepimizin yardımcısı olsun. Âmin.

Kaynak: Süleyman Derin, Altınoluk Dergisi, Sayı: 436

İslam ve İhsan

İSLAM’DA RUHBANLIK YASAKSA, BAZI EVLİYALARIN ÇİLEHANELERE KAPANMASI NASIL AÇIKLANIR?

İslam’da Ruhbanlık Yasaksa, Bazı Evliyaların Çilehanelere Kapanması Nasıl Açıklanır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.