
Allah ve Rasûlü Uğruna Her Şeyi Göze Alanlar
Zeyd ve Hubeyb -radıyallâhu anhuma-, Allah ve Rasûlü uğruna en ağır bedeli öderken neyi örnek alıyordu?
Allah ve Rasûl’ünün muhabbeti, dînimizin esâsı ve Hakk’a vuslatın en feyizli yoludur. İlâhî ünsiyet ve rahmetin biricik vesîlesidir. Hakk’ın muhabbetine kavuşmak, ilâhî vuslata nâiliyette en ulvî merhaledir. Zira yüce huzûra kabûlün kapısı, muhabbet anahtarı ile açılır. Fakat muhabbet, kuru bir iddiâ olmamalıdır. Sözde kalarak özde hiçbir tesir hâsıl etmeyen boş konuşmaların hakîkî muhabbetle hiçbir ilgisi yoktur. Üstelik bu hâl, ancak nefsâniyetin okşanmasıdır.
ALLAH VE RASÛLÜ UĞRUNA HER ŞEYİ GÖZE ALANLAR
Gerçek muhabbetin en müşahhas misâllerini Ashâb-ı Kirâm Hazarâtı sergilemişlerdir. Zira onlar yaşayışlarıyla, tebliğ hayatlarıyla, Allah ve Rasûl’üne olan muhabbetin canlı birer timsâli olmuşlardır. Bunun misâllerinden birkaçı şöyledir:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kare kabîleleri de Allah Rasûlü’nden muallim istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat kâfile tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehid, ikisi de esir edildi. Esir düşen Zeyd ve Hubeyb -radıyallâhu anhumâ-, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd olmadan evvel Hazret-i Hubeyb’e:
“–Hayatının kurtulmasına mukâbil, senin yerinde Peygamberinin olmasını ister miydin?” diye soruldu.
Hubeyb -radıyallâhu anh-, bu suâli soran Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve:
“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.
Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında donakalan Ebû Süfyân:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı:
“Hazret-i Peygamber’e muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek!..”
Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:
“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûl’üne ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti.
O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “ve aleyhisselâm” yani “onun üzerine de selâm olsun” buyurdu. Bunu işiten ashâb hayretle:
“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu.
Daha sonra müşrikler, Zeyd -radıyallâhu anh-’ın yanına gittiler; dîninden vazgeçerse kurtulacağını söylediler. Hazret-i Zeyd’in cevâbı da kat’î idi:
“–Dünyayı verseniz bile dînimden aslâ dönmem!”
Mekkeli müşrikler, her iki sahâbîyi de ağır işkenceler altında şehîd ettiler. Hazret-i Hubeyb’in şehîd edilirken söylediği şu söz çok mânidardır:
“Müslüman olarak öldükten sonra, şöyle veya böyle ölmek ne gam!..” (Bkz. Buhârî, Cihâd, 170; Meğâzî, 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)
Yine Allah ve Rasûlullah muhabbeti sebebiyledir ki, genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine ermek için âdeta yarışa girmişlerdi. O’nun bir arzusunu yerine getirebilme uğruna her türlü fedakârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardı. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumaları, onların Allah ve Rasûl’üne duydukları engin muhabbetin bâriz bir tezâhürüdür.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları
YORUMLAR