
Cennetin Kapısındaki Anahtar
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şükürdeki derinliği, hiçlik şuuruyla yaptığı kulluk ve ümmetine bıraktığı manevî miras...
İnsan, bütün mahlûkat gibi, henüz ismi bile anılmayan, hiçbir şey değil iken, Allâh’ın lûtf u keremiyle “Kün! / Ol!” emr-i ilâhîsine mazhar olmuş ve böylece “hiçlik”ten, yani “yokluk”tan “varlık” âlemine çıkarılmıştır.
Yine insan, “var” olabilmek için hiçbir bedel ödememiş, yani meccânen, sırf lûtf-i ilâhî ile var edilmiştir.
Üstelik “ahsen-i takvîm / en güzel bir kıvam” ile yaratılıp müstesnâ istîdatlarla donatılarak “eşref-i mahlûkât” yani sayısız “varlıkların en şereflisi” kılınmıştır. Dolayısıyla insanın Hâlık’ına karşı sonsuz bir şükür borcu vardır.
Bu hususta en mühim ve çetin mesele de, “îman” nîmetinin bedelini ödeyebilmektir. Zira bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâ etmek, abesle iştigaldir. Cennet ve onun daha da ötesinde Cemâlullâh’a mazhariyet de; sadâkatin, dostluğun ve hiçlik hâlinde yaşamanın mukâbili olarak, merhameti sonsuz olan Allâh’ın müstesnâ bir lûtuf ve ikrâmıdır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞÜKÜR VE TEVAZU DOLU KULLUK HAYATI
Peygamberler bile Cenâb-ı Hakk’a şükür borcunu lâyıkıyla ödeyebilmek hususunda acziyetlerini îtiraf hâlinde bir kulluk hayâtı yaşamışlardır.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılmış; elbisesini, sakal-ı şeriflerini ve secde ettikleri yeri, mübârek gözyaşlarıyla yıkamışlardır. Kendisine:
“–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” denilince de:
“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)
O ki, kâinâtın yaratılış sâikı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...
O ki, Allâh’ın Habîbi, en sevgili kulu, kulluğun zirvesi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-…
O bile, ne kadar ibadet ederse etsin, Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla şükredemeyeceğinin idrâki içinde bulunuyor, âlemleri kuşatan merhamet ummânı yüreği, Hakk’ın huzûrunda hiçlik duygusuyla titriyordu. Bu sebeple, yaptığı amellerini dâimâ yetersiz ve hattâ “hiç” hükmünde görüyor, tâat ve niyazlarını artırdıkça artırıyordu.
İçinde bulunduğu kulluk hâlinin, Rabbinin şân-ı ulûhiyetine mukâbil, ne kadar noksan ve kifâyetsiz olduğunu gördükçe de, her fırsatta tevbe ve istiğfâr ediyordu. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallâhi ben günde yetmiş defâdan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47)
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)
Tabiî ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu tevbe ve istiğfarları, çoğu zaman bir hatâ ve kusurdan dolayı değil, bir taraftan şükür borcunu ödeyememe endişesi, diğer taraftan da Hak Teâlâ’nın rızâsına nâil olabilmek, O’na daha da yaklaşabilmek arzusundandı. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ mânevî bir terakkî içinde bulunduğundan, bir sonraki hâl ve makâmına göre daha aşağı seviyede bulunan bir önceki hâl ve makâmına istiğfâr etmekteydi.
Bu gönül ufku içinde Rabbine yakarışın ulvî manzaralarından birini Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle nakleder:
“Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimâli geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim, ayaklarına dokundu. O zaman Allah Rasûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle münâcâtta bulunuyordu:
«Allâh’ım! Gazabından rızâna, cezâlandırmandan affına sığınırım! Allâh’ım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!»” (Müslim, Salât, 222; Tirmizî, Deavât, 75/3493)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR