Yahudiler Müslümanları Neden Sevmez?

Yahudiler, Müslümanlardan neden nefret eder? Müslümanlar ile Yahudilerin ilişkileri neden bozuldu? İşte Müslümanların Yahudilerle yaptığı savaş...

Medîne civârında oldukça kalabalık bir topluluk olan Yahûdîler, vaktiyle Araplara bir Peygamber gönderileceğini söyler dururlardı. O’nun kendi içlerinden çıkacağını zannettikleri için bu haberi harâretle etrâfa yaymaktan çekinmezlerdi. Ancak Âhir Zaman Peygamber’i Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi içle­rinden değil de Araplar arasından çıkması üzerine büyük bir kıskançlığa kapıldılar. Birden ağız değiştirerek O’nun Peygamberliğini inkâr ettiler. Allâh Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur:

وَاِذْ اَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِى اِسْرَائِيلَ لاَ تَعْبُدُونَ اِلاَّ اللهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا وَذِى الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَاَقِيمُوا الصَّلوَةَ وَاتُوا الزَّكَوةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ اِلاَّ قَلِيلاً مِنْكُمْ وَاَنْتُمْ مُعْرِضُونَ

“Vaktiyle Biz, İsrâîloğulları’ndan yalnızca Allâh’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabâya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve: «İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın ve zekâtı verin!» diye de emretmiştik. Sonunda pek azınız müstesnâ yüz çevirerek dönüp gittiniz.” (el-Bakara, 83)

بِئْسَمَا اشْتَرَوا بِهِ اَنْفُسَهُمْ اَنْ يَكْفُرُوا بِمَا اَنْزَلَ اللهُ بَغْيًا اَنْ يُنَزِّلَ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ فَبَاؤُا بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُهِينٌ

“Allâh’ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsân etmesini kıskandıkları için Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân’ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (el-Bakara, 90)

DÜNYA HAYATINA DÜŞKÜN MİLLET

Yahûdîlerin böyle davranmalarının bir sebebi de, dünyâ hayâtına olan düşkünlükleri idi. Bu yönleri de âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَوةٍ وَمِنَ الَّذِينَ اَشْرَكُوا يَوَدُّ اَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ اَلْفَ سَنَةٍ

(Ey Rasûlüm!) Yemin olsun ki, Sen onları dünyâ hayâtına karşı insanların en düş­künü olarak bulursun. Hattâ müşriklerden bile daha fazla ki onların her biri bin sene yaşamak ister!..” (el-Bakara, 96)

YAHUDİLERİ ŞIMARTAN DURUM

Ayrıca ticâret piyasasını ellerinde bulundurduklarından, maddî güç ve kuvvetleri sebebiyle de iyice şımaran Yahûdîler, kendilerini üstün bir kavim olarak görüyor:

نَحْنُ اَبْنَاءُ اللهِ وَاَحِبَّاؤُهُ

“…Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz…” (el-Mâide, 18) diyorlardı.

Yaptıkları kötülükler üzerine kendilerine azâb-ı ilâhî hatırlatılınca da şöyle cevap ve­riyorlardı:

لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلاَّ اَيَّامًا مَعْدُودَةً

“…Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır!..” (el-Bakara, 80)

Ancak Cenâb-ı Hak, bunun böyle olmayacağını şu âyet-i kerîme ile bildirdi:

بَلىَ مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَاَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَاُولئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

“Hayır! Kim ki bir kötülük eder de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte o kimseler cehennemliktir; onlar orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (el-Bakara, 81)

Medîne Yahûdîleri, her ne kadar Resûlullâh’la -sallâllâhu aleyhi ve sellem- antlaşma yapmış olsalar da, bile bile O’na düşman kesiliyorlardı. Kabîleler arasındaki anlaşmazlıkları körükleyip fitne ve fesatla uğraştılar. Onların bu hâllerini Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne ve mü’minlere şöyle bildirdi:

يَااَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّوا مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ مِنْ اَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِى صُدُورُهُمْ اَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ اْلآيَاتِ اِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ هَااَنْتُمْ اُولاَءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلاَ يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ وَاِذَا لَقُوكُمْ قَالُوا اَمَنَّا وَاِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ اْلاَنَامِلَ مِنَ الغَيْظِ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ اِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَاِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَا وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا اِنَّ اللهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ

“Ey îmân edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin! Çünkü onlar, size fenâlık etmekten aslâ geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşman­lıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.

İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri hâlde siz onları seversiniz (yâni onların müslüman olmasını istersiniz). Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise si­zinle karşılaştıklarında, «İnandık!» derler; kendi başlarına kaldıklarında da size olan kinle­rinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: «Kininizden (kahrolup) ölün!» Şüphesiz Allâh, kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.

Size bir iyilik dokunursa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musîbet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hîlesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allâh, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 118-120)

YAHUDİLERİ RAHATSIZ EDEN ZAFER

Âyet-i kerîmelerde bildirildiği üzere Müslümanlara karşı gizli bir kin, hased ve buğz ile dolu olan Yahûdîler, Müslümanlar Bedir Harbi’ni kazanınca hakîka­ten çok rahatsız oldular. Hattâ Benî Kaynukâ Yahûdîleri, bu husustaki rahatsızlıklarını daha da ileri götürerek Müslümanlarla harbe karar verdiler. Yaptıkları vatandaşlık antlaşmasına riâyet etmediler.

En yakın dostları münâfıkların reisi olan Abdullâh bin Übey ile birlikte Yahûdî çarşısı, Müslümanlar aleyhine tasarlanan hîlelerin fesat kazanı hâline gelmişti. Müslümanlar için hiç de iyi şeyler düşünmüyorlardı. Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtına kastetmeyi dahî planlıyorlardı.

YAHUDİLERİN ÇİRKEFLİĞİ

Şirretlikte iyice ileri giden Yahûdîler, bir gün kendi çarşılarındaki bir kuyumcudan alışveriş yapan Müslüman bir kadına sataştılar. Ahlâksızca hakâretlerde bulundular. Kadının feryâdı üzerine, oradan geçen ve hâdiseye şâhid olan bir Müslüman da derhâl kadını himâye için kuyumcu Yahûdînin üzerine yürüdü. Derken kavgaya tutuştular. Müslüman gâlip gelerek Yahûdîyi öldürdü. Oraya toplanan Yahûdîler de Müslümanı şehîd ettiler. Ortalık iyice karışmıştı. Yapılan vatandaşlık antlaşması tamâmen ihlâl edilmişti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Yahûdîleri topladı:

“–Ey Yahûdî topluluğu! Allâh’tan korkunuz! O’nun, Kureyş’e olduğu gibi sizin başınıza da bir ukûbet ve musîbet indirmesinden sakının da Müslüman olun! Çünkü siz benim gönderilen bir Peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu kitâbınızda ve Allâh’ın size verdiği ahdinde görüyorsunuz.” buyurdu.

YAHUDİLERİN KÜSTAH CEVABI

Böylece onlara hem yaptıkları yanlışın bedelini ödeyeceklerini bildirdi, hem de sulhu bozmak istemediklerini ifâde buyurdu. Ardından da muâhedenin yenilenmesini teklîf etti. Ancak Yahûdîlerin cevâbı küstahça oldu:

“–Ey Muhammed! Sen bizi savaşın ne olduğundan haberi olmayan Kureyşliler mi zannettin? Biz onlardan daha yaman savaşçıyız. Bizimle harb etmeye kalkıştığın zaman muhârebe nasıl olurmuş anlarsın!” dediler.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu âyeti inzâl buyurdu:

قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلَى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ فِى فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا

“O inkârcı kâfirlere de ki: «Siz mutlakâ yenilgiye uğrayacak ve toplanıp cehenneme doldurulacaksınız. Orası ne fenâ bir döşektir.» (Bedir’de) karşı karşıya gelen şu iki grubun hâlinde sizin için büyük bir ibret vardır...” (Âl-i İmrân, 12-13)[1]

YAHUDİLERLE SAVAŞ EMRİ

Yahûdî kavmi vaktiyle Hazret-i Mûsâ’ya -aleyhisselâm-:

فَاذْهَبْ اَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلاَ اِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ

“…Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz burada oturacağız!” (el-Mâide, 24) diyerek ilâhî kazanca medâr olacak bir cihâdı reddetmiş­lerken, şimdi tam aksine, kendi aleyhlerine olan bir harbi âdeta iştiyakla ve câhilâne bir cesâretle istiyor­lardı.

Böylece daha muâhedeyi bozdukları anda Müslümanlara harp açmış sayılan Yahûdî­ler, bu hareketleriyle de garazkârâne niyetlerini iyice açığa vurmuş oldular. Bu durum karşısında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’yi san­caktar yaparak Kaynukâ Yahûdîleri’nin üzerine yürüdü. Onlar kalelerine kapandılar. Münâfıklarla birlikte Müs­lümanlar aleyhine birçok hîle plânladıkları hâlde, ne kaleden dışarı çıkabildiler ne de bir ok atabildiler. Zîrâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir yandan onları sıkı bir mu­hâsara altına alırken, diğer yandan da münâfıkların muhtemel isyanlarına karşı gerekli bütün tedbirleri almıştı.

Kalelerine çekilmelerini, baş münâfık Abdullâh bin Übey söylemiş ve kendilerinin de onlarla birlikte olacağını bildirmişti. Ancak münâfıkların elebaşı, korkusundan bu sözünde duramadı ve onları yalnız bıraktı.

Muhâsara on beş gün sürdü. Nihâyet hiçbir varlık gösteremeyen Yahûdîlerin kalple­rine müthiş bir korku düştü. Bekledikleri yardım da gelmeyince aman dilemekten başka çâreleri kalmadı. Rasûlullâh’ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vereceği cezâya boyun büktü­ler.

Kaynukâlılar önceden Hazrec kabîlesi ile anlaşmalı olduklarından, münâfıkların reisi Hazrecli Abdullâh bin Übey, onların affını talep etti. Zîrâ örf ve âdete göre öl­dürülmeleri gerekiyordu.

Ancak vâkî olan af talebindeki ısrarlar üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onları öldürmedi. Cezâ olarak Sûriye taraflarına sürgün etti. Vâdi’l-Kurâ’ya varınca orada bir ay oturdular. Vâdi’l-Kurâ Yahûdîleri, onların yaya olanlarına binek, kendilerine de yiyecek verdiler. Daha sonra yollarına devâm eden Kaynukâlılar’ın vardıkları yerde de hayatları pek az sürdü.[2]


[1] Bkz. Ebû Dâvûd, Harac, 21-22/3001.

[2] İbn-i Hişâm, II, 426-429; Vâkıdî, I, 176-180; İbn-i Sa’d, II, 28-30.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 2, Erkam Yayınları

 

 

İslam ve İhsan

MÜSLÜMANLAR İLE YAHUDİLER BÜYÜK BİR SAVAŞ YAPMADAN KIYAMET KOPMAZ

Müslümanlar ile Yahudiler büyük bir savaş yapmadan kıyamet kopmaz

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.