Şeyh Şamil’in Hayatı

Şeyh Şamil kimdir? Abdullah Sert Hocaefendi, Hace Musa Topbaş Efendi’nin İslam Kahramanları 3 eserinden Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in hayatını ve kahramanlıklarını anlatıyor.

ŞEYH ŞAMİL KİMDİR?

Şeyh Şail ünlü İslâm bahadırlarından olup, tarihe şerefli ün bırakanlardandır. Onun hayatına ait ciltler dolusu eser yazılsa gene kâfî gelmez. Biz burada ancak bir kaç sahife muhtasar bilgi vereceğiz.

Meşhur Kafkas kahramanı, âlim ve Allah dostlarından idi.

Rusların Kafkasya’da ortadan kaldırmak istediği İslâmiyet’i, tekrar ihyâ etmek, yaymak için uğraşan Kafkas, Rus mücadelesinin en unutulmaz sîmâsı ve düzenli Rus ordularını dize getiren büyük mücahid 1212 (Mîladî 1797) senesinde Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası Muhammed, ona Ali ismini verdi. Küçük yaşda ağır hastalığa yakalanan Ali’ye âdetlerine göre, Şâmil ismini de verdiler ve o isimle çağırmaya başladılar.

Küçük yaşından itibaren ilim tahsil edip, âlim olması için zamanın ulemâsından okutdular. Şâmil otuz yaşına kadar tefsir, hadis, fıkıh gibi zahirî ilimleri, edebiyat, tarih ve fen bilgilerini öğrenerek, büyük bir âlim, gönül sahibi bir velî oldu.

Rusların Kafkasya’daki Müslüman Türkleri esaret altına almak, kalblerindeki îmanı söküp atmak ve İslâmiyet’i yok etmek için maddî ve manevî bütün güçleri ile uğraştığını görünce gönlündeki imanın tezahürü olarak cihad aşkıyla ortaya atıldı. Kafkasya’da yaşayan Türkler, onu başlarına imam, rehber, yani başkan seçdiler.

İmam Şamil daha önce Ruslar’ın esaretini kabul etmiş kabileleri de saflarına katarak, düzenli küçük bir ordu kurdu. Bu küçücük ordu ile tam yirmi beş sene, İslâmiyet’i yok etmek, Müslümanları kahretmek isteyen, Ruslara kan kusdurdu. Nice generallerini harb meydanlarında öldürüb, nicelerini de çarlarına karşı küçük düşürdü. Onları aciz bırakdı. Eşsiz bir mücadele ile hayatını geçiren Şeyh Şâmil 1287 (M. 1876) senesinde Medine-i Münevvere’de vefat etdi.

“Şemsü’s-Şümûs” isimli kitabda bildirildiğine göre, Şeyh Şâmil arkadaşları ile ilim öğrenmek üzere Bağdat’a gidip, Mevlâna Hâlid Hazretleri’nden ders aldı. Ondan tefsir, hadis, fıkıh, edebiyat, tarih gibi zahirî ilimleri öğrenerek büyük âlim, ayrıca tasavvuf ilmini öğrenerek, şeyhinin eşsiz teveccühleri ile de büyük bir velî oldu.

Mevlâna Hâlid-i Bağdadî hazretleri, bu kıymetli talebesine halifelik de vererek Allahü Teâlâ’ya kavuşmak arzusuyla yanan âşıkların kalblerine bir kıvılcım sunması için memleketi olan Kafkasya’ya gönderdi.

Şeyh Şâmil otuz yaşlarına geldiği zaman iki metreyi aşkın boyu, geniş omuzu, levend endamı, ilmî kudreti, sarsılmaz imanı, keskin bakışları ile muhteşem bir şahsiyet idi. On yedi sene önce Mansûr ile başlatılan hürriyet mücadelesinde yerini aldı. Mansûr’dan sonra Gazi Muhammed Kafkaslıların başına geçerek imam oldu. Yani başkan oldu. O da gönül sahibi bir veli idi.

Şeyh Şâmil’in çocukluk arkadaşı olan Gazi Muhammed Ruslarla yapdığı Gimri muharebesinde şehit olmadan önce:

“Kardeşim Şâmil bu savaşta şehit olsam gerekry Benden sonra Hamzat başkan olacak, onun kısa süren idaresinden sonra sen başa geçecek, senelerce Kafkasya’ya hüküm edeceksin. Nâmın cihanı tutacak. Çar ordularını perişan edeceksin. Bu savaştan sonra Gimri’den gitsen bile yine kurtarıp mezarımı düşman çizmeleri altında bırakmazsın inşaallah” demişti.

Çarpışmanın şiddetlendiği bir an Gazi Muhammed şehid düştü. Bu hale çok üzülen Şeyh Şâmil, sol eline aldığı enli kılıcı ile düşmanın ortasına girdi. Kılıç tutan eli makine gibi işliyor her vuruşda bir kafiri saf dışı ediyordu. Kalabalık dehşet içinde gerilerken O “Allah Allah” nidalarıyla hücum üzerine hücum tazeliyordu. Bir ara bir süngünün, Şeyh Şâmil’in mübarek göğsüne saplanıp arkasından çıkdığı görüldü. Şeyh Şâmil süngüyü eliyle çekib atarken, önüne çıkan düşmanları yaralı haliyle öldüre öldüre karanlıklara karıştı. Şeyh Şâmil’in yaralandığını gören Gimri Camii müezzini, Mehmed Ali onu takip ederek, savaş alanı dışındaki bir mağaraya sakladı. Şeyh Şâmil pek çok yerinden yaralanmış, kaburga kemiklerinin bazıları ve köprücük kemiği de kırılmışdı. Asıl yara göğsünde ve sırtında olub, kan her tarafını kıpkırmızı etmişdi.

Tedavi edilen Şeyh Şâmil, yirmi beş gün baygın yattı. Kendine geldiğinde, annesini baş ucunda görünce, güçlükle:

Anacığım! Namazımın vakti geçti mi, diye sordu. Namazlarını îmâ ile kılarak, aylarca yatakta yatan Şeyh Şâmil’in Cenâb-ı Hakk’ın izniyle yaraları kapandı, kırılan kemikleri birbirine kaynadı, sıhhate kavuşdu.

1248 (M.1832) senesi şehit düşen Gazi Muhammed’in yerine Hamzat Bey başkanlığa seçildi. Üç sene kadar faaliyet gösteren Hamzat Bey 1251 (M.1835) senesinde Hunzah camiinde bir Cuma günü şehid edildi.

Onun şehâdetinden sonra imamlık yani liderlik vazifesi Şeyh Şâmil’e teklif edildi. İri yapılı, hududsuz cesareti ile bilgisi, sevk, idare ve silah kullanmadaki maharetiyle şöhreti vatan sınırlarını aşan Şeyh Şâmil ise, tevazu göstererek, daha ehliyetli birinin seçilmesini istedi. Hatta namzetler dahi gösterdi. Gohlak’da toplanan âlimler ve milletin ileri gelen temsilcileri, her türlü yetkiye selahiyetli olarak, Şeyh Şâmil’e başkanlığı kabul etdirdiler.

Otuz dokuz yaşındaki Şeyh Şâmil bu büyük yetkiye dayanarak meşhur iki silahına sarıldı. Bunlar hitabet kudreti ve sol eliyle kullandığı kılıcı idi.

Kafkasya’da ayrı ayrı hanlıklar halinde olan Müslümanları bir bayrak altında toplamak, hatta Rusların esaretini kabul eden Müslümanların kendi saflarına katılması için, köy köy kasaba kasaba dolaşmaya başladı. Dağları, yaylaları ve baş döndürücü uçurumları bir hamlede aşarak hedefine ulaşıyor, kabileleri bir araya toplayarak, onlara, düşman esaretinin kötülüğünü, Rus çizmesi ve dipçikleri altında bulunmanın felaketini, İslâmiyeti ortadan kaldırmayı, Müslümanın namusunu kirletmeyi, hasta, kadın, çocuk demeden kılıçdan geçirmeyi, kendilerine şeref sayan bu hainlerin, alçaklığını anlatıyordu.

Ayrıca, onları dize getirmenin, ancak düzenli bir ordu ile mümkün olacağını, teşkilatlanılırsa çar orduları ile baş edilebilecek durumda olduklarını, dışarıdan hiçbir yardım gelmeyeceğini, bu sebeble iş başa düştüğünü her gitdiği yerde izah ediyordu.

Tesirli hitabetiyle halkı cezbediyor, Müslüman olarak yaşamak aşkıyla yanan bu insanların kalblerine birer kıvılcım saçıyordu. Bu uğurda şehit olmanın mükafatının cennet olduğunu bildiriyor, dinin emirlerine uymanın, yasaklarından kaçınmanın, ancak hürriyet ile mümkün olabileceğini herkesin kalbine nakşediyordu.

Şeyh Şâmil bu şekilde gecelerini gündüzlerine katarak istirahatleri terk ederek, kısa zamanda kısmen de olsa nizamlı bir ordu ve mülkî teşkilatı tesise muvaffak oldu. Tecrübeli ve değerli naibleri (yardımcıları, vekilleri) ordunun ve mülkî idarenin başına geçirdi. Yararlık gösterenlere altın ve gümüşden yapılmış ve nişanlara:

“Sonunu düşünen hiçbir zaman cesur olamaz, kuvvet ve yardım ancak Allah Teâlâ’dandır.”

“Cesur ve yüksek ruhlu olana” şeklinde cümleler yazdırıyordu. Şeyh Şâmil’in seçdiği bu naibler, memleketin olduğu kadar, askerî birliklerin de sevk ve idaresinde üstad idiler.

Güney Kafkasya ve Gürcistan işgal edilmiş olduğundan, Kafkas Türkleri mahsur vaziyetde, kendi yağları ile kavrulmak zorunda idiler. Şeyh Şâmil sadece bir ilim adamı değli, malî, mülkî, askerî teşkilat ve savaş ekonomisi alanlarındaki büyük başarılarını, dünyaya parmak ısırtan yiğidlik sevk ve idare kabiliyetini üzerinde taşıyordu. Onun kudretli elinde, devlet, adalet ve ahlâk temelleri üzerinde bir makina intizamı ile çalışmaya başladı.

Şeyh Şâmil akıncı birlikleriyle sık sık baskınlar yaparak adeta onları yıldırdı.

Çar Nikola, hîle ile Şeyh Şâmil’i elde etmek için bir çok va’dlerde bulundu. Ve generallerinden Klug von Kluge mektubu verdi. General Şeyh Şâmil’in huzurunda Çar’ın sonsuz ve pek parlak teklifleri olan mektubu okudu. Bunun üzerine Şeyh Şâmil hızla kalkarak “namazım geçiyor” diye heybetle geri çekildi, namazını kıldıktan sonra gelen Şeyh Şâmil, sapsarı kesilen generale kesin cevabını şöyle bildirdi:

“Kahraman teb’amın kalblerinde kök salan bu eşsiz zafer inancını kökünden kazımadıkça bu mübarek vatan topraklarını en son kaya parçasına kadar karış karış müdafaa etmekden bizi men edemezsiniz. Dinim ve vatanım uğrunda bütün çocuklarımı ve ailemi kılıçtan geçirseniz, zürriyetimi kurutsanız, en son teb’amı öldürseniz, tek başıma son nefesimi verinceye kadar, sizinle savaş ederim. Nikola’yı tanıyr mıyorum.”

Hiçbir söz söylemeye cesaret edemeyen general ayrıldı ve durumu Çar’a bildirdi.

Çar hazır bir yol açılmış iken, ikinci bir teşebbüs olmak üzere Kafkas orduları baş kumandanı general Feze’yi İmam Şamil’e tekrar gönderdi. Onun da aldığı tarihi cevap şudur:

“Ben, Kafkas Müslümanlarının hürriyete kavuşmaları için silaha sarılan gazilerin en aşağısı Şâmil, Allah Teâlâ’nın himayesini Çar’ın efendiliğine feda etmemeye yemin eden, özü sözü doğru bir Müslümanım.

Daha önce Çar Nikola’yı tanımadığımı, emirlerinin bu dağlarda geçersiz olduğunu general Klugenary v’a anlayacağı şekilde tekrar tekrar söylemişdim.

Bu sözleri sanki taşa söylemişim gibi, Çar hâlâ görüşmek için beni Tiflis’e davet ediyor. Bu davete icabet etmeyeceğimi, bu mektubumla son defa size bildiriyorum. Bu yüzden fani vücudumun parça parça kıyılacağını ve sırtımı verdiğim şu vatan topraklarınyr da taş üzerine taş bırakılmayacağını bilsem, bu kesin kararımı hiç bir zaman değiştirmeyeceğim.

Cevabım bundan ibarettir. Nikola’ya ve onun kölelerine böylece malum ola.”

Çar Nikola, gönderdiği elçilere, layık oldukları cevabı veren ve kendine hiç kıymet vermeyen Şeyh Şâmil’i ortadan kaldırmak üzere bir ordu kurup general Grabe ismindeki komutanın emrine verdi.

Çarpışma başladı, Şeyh Şâmil’in iki süvari birliği ayrı kollara ayrılarak, yıldırım gibi kanatlanıb, yürüyüş halinde yakaladığı düşman üzerine atıldı, Ruslar otuz bin, Müslümanlar ise on bin kadardı. Bir anda “Allah Allah” sesleri ile at kişnemeleri ortalığı çınlatmaya başladı.

Önce tüfek ateşiyle başlayan muharebe, bir müddet sonra göğüs göğüse kılıçla çarpışma haline dönüşdü. Şeyh Şâmil sol eline aldığı kılıcını makine gibi işletiyor, her kılıç çalışda bir baş düşürüyordu. Bir taraftan da darda kalan askerlerin yardımına koşuyordu. “Koman yiğitlerim, vurun aslan yürekli gazilerim” dedikçe yiğit süvarilerin, her biri birer aslan kesiliyor, Rus askerlerini darmadağın ediyordu. General Grabe, otuz binden ziyade askerinin kötü vaziyetini görünce, üstün ihtiyat kuvvetlerini devreye sokdu. Ve etraftaki kalelerden acele imdat istedi.

Şeyh Şâmil bu baskının neticesini almak için geceleri bile çarpışmaya devam ediyordu. Bu sırada Şeyh Şâmil düşmana ağır zayiat vererek geri çekildi. Fakat iki bin yiğidini kaybetmiş olduğu halde, Ahulgah’a vardı.

Mücadele yıllarca devam etdi. Bundan sonraki günlerde Şeyh Şâmil Kafkasya’ya musallat olan Rus ordularına sık sık baskınlar yaptı, akınlar düzenledi. Onları memleketlerinden çıkarmak için geceli-gündüzlü çalışdı. Fırsat buldukça birinci Nikola’yı can evinden vuruyor, hiç beklemediği yerlere saldırıyordu. Hiçbir devletden yardım görmeden tam yirmi beş sene Ruslarla mücadele ederek vatanını müdafaa etdi.

Yeni Rus çarı ikinci Aleksandr, başa geçdikten sonra, Şeyh Şâmil meselesini halledib Kafkasya’yı başdan başa fethetmek için, Prens Baryatinski kumandasında beş ordu hazırlatdı. Onun emrinde elli bine yakın seçme asker ve elli civarında ağır top mevcud idi. Bu muazzam kuvvete karşı Şeyh Şâmil de beşbine yakın süvarisiyle Ruslarla çarpışmaya başladı.

Ve Şeyh Şâmil Gunip dağına çekildi. Bu dağda beşyüz kadar fedaisi ile bir buçuk ay süreyle koskoca bir ordu ile savaştı. Ellerinde atacak barutları, yiyecek bir şey kalmadı. Etrafındaki yiğit askerlerin dört yüzü daha şehid oldu. Yiyecek yerine karınlarına taş bağlayarak düşmanla mücadeleye devam ediyorlardı. Başkomutan Baryatinski, Şeyh Şâmil’i canlı olarak ele geçirmek istiyordu. Bu sebeple Şeyh Şâmil’e beyaz bayraklı elçiler göndererek teslim olmasını teklif etdi.

Şeyh Şâmil’in çocukları ve askerleri bu ümidsiz mücadelede Şeyh Şâmil’in şehid olacağını sonunda Kafkas Türklerinin başsız kalacağını düşündüler. Şimdi bir anlaşma ile teslim olurlarsa ileride Allah Teâlâ’nın yaratacağı yeni imkânlara göre hareket edebileceklerini Şeyh Şâmil’e bildirdiler. Şeyh Şâmil dînî vatanı için canını seve seve vermeye hazırdı. Fakat Müslümanlara yardım etmek sağ kalmakla mümkündü. Bu sebeble gelen elçilerle anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre:

Türklerin dinlerine karışılmayacak, onlardan asker alınmayacak, vergi toplanmayacak,Türkler iç işlerinde serbest bir devlet olup, idarecilerini kendiyr leri seçecekler, Şeyh Şâmil aile efradı ve mevcud kırk kadar askerî ile, silahları dahi ellerinden alınmadan Türkiye’ye gidebileceklerdi.

1276 (M.1859) senesinde yapılan bu anlaşmadan sonra silahlar sustu. Başta başkomutan Baryatinski, diğer generaller ve bütün Rus askerleri yirmi beş senedir bir avuç fedaisi ile koskoca Rus ordusunu perişan eden, akla havsalaya sığmayan menkıbeler sahibi olan kahraman Şeyh Şâmil’i bir an önce yakından görmek istiyorlardı. Şeyh Şâmil kendine hayranlıkla bakan Rus askerlerinin aralarından geçerek, Başkomutan Baryatinski’nin çadırına gitti.

Baryatinski anlaşma şartlarının geçersiz olduğuna, kendisinin ve aile efradının Çar ikinci Aleksandr’ın esiri olup, misafir muamelesi yapılacağını bildirdi. Sözlerinden dönen bu alçak Ruslara karşı yapılacak bir şey yokdu.

Altmış dört yaşında bulunan Şeyh Şâmil, oğulları Gazi Muhammed, Muhammed Şefi ve aile efradıyla askerlerini Çar Aleksandr’ın bulunduğu Moskova’ya gönderdiler. Rus Çar’ı Şeyh Şâmil’e çok hürmet gösterdi. Ve Kaluga şehrinde emrine büyük bir konak ve hizmetçiler verdi.

Şeyh Şâmil Kaluga’da kaldığı on sene zarfında kendini kitaplara verdi. Ancak bu şekilde tesellî bulabiliyordu. Artık oldukça yaşlanmış, esaret hayatı onu iyice çökertmişti. Bir defasında ziyaretine gelen Rus Çar’ına hacca gitmek istediğini bildirdi. Rus çarı bunu kabul etti. Fakat oğullarının rehin olarak kalması gerektiğini bildirdi. Bunu kabul eden Şeyh Şâmil 1287 (M. 1870) senesinde İstanbul’a hareket etdi. Bu haberi işiten İstanbullular heyecanla imam’ın gelmesini beklediler.

Sultan Abdülaziz Han sarayında hazırlıklar yaparak senelerdir Rus’a kan kusduran Şeyh Şâmil Hazretlerini beklemeye başladı. İstanbul’a geldiği gün yer yerinden oynamış, halk sahile dökülmüşdü. Rus vapuru Dolmabahçe önünde demirlediğinde, Sultan Abdülaziz’in saltanat kayıkları İmam Şamil’i ve aile efradını saraya getirdiler. Abdülaziz Han onu sarayın kapısında karşılayıp büyük bir hürmetle;

“Babam kabrinden kalksaydı, ancak bu kadar sevinebilirdim” diyerek çok iltifatlarda bulundu.

Sarayda hal hatır, sohbetleri arasında Sultan Abdülaziz her türlü emrine âmâde olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şeyh Şâmil:

“Padişahım, hayatımın şu son günlerini aşkıyla yandığım Sevgili Peygamberimizin huzur-ı şeriflerinde geçirmek istiyorum. Bunun teminini zât-ı âlinizden istirham ediyorum” dedi. Bu arzuyu büyük bir itina ile yerine getirmek için Rus sefirini saraya çağırttı. Durumu anlatıp Çar’a bildirmesini emretti.

Rus Çar’ı İkinci Aleksandr, kabul edip Şeyh Şâmil’in Rusya’ya geri dönmemesini bildirdi. Buna ziyade memnun olan Şeyh Şâmil Hazretleri, İstanbul’da kısa bir müddet daha kaldı. Sultan Abdülaziz’in ve İstanbulluların gösterdiği yakın alakaya, misafirperverliğe hayran oldu. Bu kadar ilgiye rağmen bir an önce Hicaz’a gitmek istediğini padişaha bildirdi. Abdülaziz Han da onun için en mükemmel vapurunu hazırlatıp teşyî eyledi.

Vapurun her uğradığı yerde halk Şeyh Şâmil’i karşılıyor, onun duasını almak yarışına giriyorlardı. Mısır’a geldiklerinde Hidiv İsmail Paşa onu şanına layık bir şekilde karşıladı. O sırada İsmail Paşa’nın yanında Cezayir’i Fransız istilâsından kurtarmak için çok gayret gösteren büyük âlim, mücahid, gazi Abdülkadir efendi de misafir olarak bulunuyordu. İki kahraman âlimin sohbetleriyle şereflenen İsmail Paşa onları Kahire’de bir ay kadar misafir etmek bahtiyarlığına kavuşabildi. İskenderiye’ye kadar giderek Cidde’ye uğurladı. O sırada Mekke Emiri olan Şerif Abdullah da Şeyh Şamil hazretlerini çok seviyordu. Onu büyük bir itibarla karşıladı. Hicaz’da onun büyük bir âlim ve kahraman olduğunu işiden herkes onu görmeye can atıyor, ilgi ve hürmet gösteriyordu.

Şeyh Şamil büyük bir itina ile bütün şartlarına azamî titizliği göstererek haccını yapdıkdan sonra, onun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraşdığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, iki Cihanın Efendisi -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzur-ı âlîlerine gitmek için, nurlu Medine yollarına düşdü. Her an aşkı ile yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen saniye daha da şiddetleniyordu. Medine-i Münevvere görünmeye başladığında oldukça heyecanlanan Şeyh Şâmil hazretleri toprağa kapanarak hocası Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin şu şiirini terennüm ediyordu:

Server-i âlem sana âşık olub da yanarım Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.

Kâbe-kavseyn tahtının sultanı Sen, ben hiçim Misafirinim demeyi saygısızlık sayarım

Her şey cihanda, senin şerefine yaratıldı. Rahmetin bana da yağsa o an olur baharım İyilik kaynağısın, dermanlar deryasısın.

Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan aşkının çokluğundan ve ona kavuşmanın heyecanından, gözlerinden sel gibi göz yaşı akıtan Şeyh Şâmil Hazretleri, sürünerek Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzur-ı şeriflerine geldi. Başda Medine Muhafızı Hafız Paşa, seyyidler, dünyanın dört bucağından gelmiş olan hacılar, onu heyecanla takib ediyorlardı. Kabr-i Saadetlerinin kıble tarafına geçib, mübarek ayak uçlarından, Rasûlullaha gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile:

“Essalatü ves-selâmü aleyke ya Rasûlallah! Essalâtü ves-selâmü aleyke ya Habîballah!

Essalatü ves-selâmü aleyke ya Seyyid-el -Evvelin vel ahirin” diyerek selam verince, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mukabelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şahit olduğu bu hadiseden sonra Şeyh Şâmil Hazretleri uzun müddet dua edip gözyaşını dökerek hasretini giderdi. Gönlündeki fırtınaları giderdi.

Şeyh Şâmil, Medine-i Münevvere’ye geldiğinde hastalandı. Kısa süren bu hastalığında, aile efradı, beraberinde gelip kendisine hizmet edenlerle ve ziyaretine gelenlerle vedalaştı. Sultan Abdülaziz’e Rus Çarında rehin bırakdığı çocuklarının kurtarılmasını Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’de vazife verilmesini bildiren bir mektup yazdırdı. Sonra başında okunan Kur’an-ı Kerim tilavetleri arasında 1287 (M.1871) senesi Zilhicce ayının yirmi beşinci gününde kelime-i şehadet getirerek vefat edip, sevdiklerine kavuştu. Cennetü’l-Bâki Kabristanı’na defn edildi. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi’nden kısaltılmıştır, c. 18, s. 225-246)

Kaynak: Sâdık Dânâ, İslam Kahramanları 3, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ŞEYH ŞAMİL KİMDİR?

Şeyh Şamil Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.