Salavat-ı Şerife Getirmenin 13 Faydası

Peygamber Efendimize muhabbet duymak ve salavat-ı şerîfe getirmenin faziletleri nelerdir? Salavat-i şerife getirmenin fazileti hakkında ayet ve hadis-i şerifler.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimize salavat getirmenin 13 faydası.

1. Emr-i ilâhîye imtisâl ile Cenâb-ı Hakk’ın ve meleklerin salevâtına muvâfakat edilmiş olur.

2. Günahların affedilmesine vesîledir.

3. Kıyâmette Resûlullâh’a yakınlığa vesile olur.

4. Resûlullâh, salât okuyana mukâbelede bulunur.

5. Her salât getirenin ismi Peygamber Efendimize arz edilir.

6. Salât-ü selâm okuyan kimse, Allah ve Resûlü’nün muhabbetini diğer muhabbetlere tercih etmiş olduğu için, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmada seviye alır, kötü ahlâktan kurtulur, fazîlete erer.

7- Nebiyy-i Ekrem’in kendisine olan muhabbeti arttığı gibi, onun da Efendimize olan muhabbeti devam eder ve katlanarak artar.

8- Allah’ın Resûlullâh ile bize ihsân ettiği lutuflar, sayıya gelmeyecek kadar fazla olmasına rağmen, salât ve selâm ile Efendimizin üzerimizdeki hakkını çok az da olsa ödemeye çalışmış oluruz.

9. Allah Teâlâ’nın rahmetinin üzerimize inmesine vesîledir.

10. Unutulan sözün hatırlanmasına sebep olur.

11. Duâların kabulüne vesîle olur.

12. İlâhî itâba mâruz kalmaktan korunur.

13. Allah Teâlâ, Nebîsine salât eden kulunun işlerinde ona yeter ve onun hem dünya hem de âhiret kederlerini izâle eder.

ALLAH VE MELEKLERİ, PEYGAMBER’E SALÂT EDERLER

Bir yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, beşerî istîdat ve tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzah ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı gibi, Nûr-i Muhammedî’yi idrâk de lâyıkıyla mümkün değildir.

Bu hakîkati ifâde sadedinde âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey müminler siz de O’na salavât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Âyet-i kerîmedeki ilâhî ferman mûcibince, O Fahr-i Kâinât’a salât ü selâm getirmek mecbûrîdir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı bütün ümmetin yapmasını murâd ettiği ve emir buyurduğu âdabdandır. Cenâb-ı Hakk’ın sayısız melekleri ile birlikte kendisine “salât ve selâm”da bulunduğu O yüce Peygamber’in fazl ü kemâline yaklaşmak bir îman muktezâsıdır. Zîrâ Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

(Ey Resûlüm) de ki: Eğer Allâh’ı sevdiğinizi iddiâ ediyorsanız, bana tâbî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun.” (Âl-i İmrân, 31)

Muhakkak ki mü’min, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti karşısında, ilâhî ürperişlerini, edeb duygularını hissettiği, rûhunu nefsâniyete âit bütün çizgi ve görüntülerinden boşalttığı vakit, O’nun muhabbetinden ve örnek şahsiyetinden hisse alma yoluna girmiş olur.

O’nun mübârek şahsiyetinden hisse alarak O’nda fânîleşen ümmetin gönül erleri, Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine ne güzel örnekler sergilemişlerdir.

Muhabbetin kaynağına, Allah ve Resûlü’nde erişenler, kıyamete kadar ümmet-i Muhammed’in dostu olarak yaşarlar, fânî hayatlarından sonra da hep rahmet ve duâlarla yâd edilirler. Bu hâle erişen sayısız Resûlullâh âşıklarından ikisinin hâli şöyledir:

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dîn-i mübîni yaymak ve öğretmek maksadıyla etrafındaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Fakat gönderdiği bazı muallimlere ihânet edilmişti. Nitekim bunlardan biri de Recî Vakası’nda gerçekleşmiştir:

Adal ve Kare kabîleleri Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den İslâm’ı öğretecek muallimler istedi. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de on kişilik bir heyet gönderdi. Kâfile, Recî mevkiine varınca tuzağa düşürüldü, sekizi şehid edildi, ikisi de esir alınıp Mekkeli müşriklere teslim edildi.

Esir edilen sahâbîler, Zeyd ve Hubeyb -radıyallâhu anhümâ- idi. İkisi de zalim müşrikler tarafından şehid edildi. Şehid edilmeden önce Zeyd’e sordular.

“–Hayatının kurtulmasına mukâbil, senin yerinde Peygamberinin olmasını ister miydin?”

Zeyd -radıyallâhu anh-, bu suâli soran Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve:

“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamberimin burada olmasını istemek şöyle dursun, O’nun ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.

Ebû Süfyan bu muhabbet karşısında dondu kaldı:

“–Hayret doğrusu!” dedi. “–Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.”

Sonra Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın yanına gittiler. Ona, dîninden vazgeçerse kurtulacağını söylediler.

Hubeyb -radıyallâhu anh-:

“–Dünyayı verseniz bile dînimden dönmem!” dedi.

Zeyd -radıyallâhu anh-’a sorduklarını ona da sordular ve aynı cevabı aldılar.

Hubeyb’in ise şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı:

“Hazret-i Peygamber’e muhabbetle selâm göndermek!..”

Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Yanında bir tek Müslüman yoktu! Gözlerini mahzun bir şekilde semâya kaldırdı ve ilticâ hâlinde:

“–Allâhım! Burada selâmımı Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaştıracak kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” dedi.

O sırada ashâbıyla Medine’de oturmakta olan Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, “onun üzerine de selâm olsun” anlamında:

“Ve aleyhisselâm” buyurduğunu etrafındakiler duydular. Ashâb-ı kirâm hayretle:

“–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:

Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına.” buyurdu.

Nihâyet kâfirler her iki sahâbîyi de ağır işkenceler altında şehid ettiler. Şehid edilirken Hubeyb’in söylediği sözlerden biri çok mânidardır:

“Müslüman olarak öldükten sonra, şöyle veya böyle ölmek ne gam!..”[1]

İşte sahâbînin îmân, aşk ve cesâreti!.. Böyle bir işkence tablosu bizi dehşete düşürürken, Allah ve Resûlullâh âşıkları böyle bir manzara karşısında aslâ ürküntü duymuyorlardı. Bütün dertleri, Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teveccühüne mazhar olmaktı. Onların ihlâs ve muhabbetleriyle selâmları yerine ulaşıyordu; hem de selâm iletenlerin en yücesi Cenâb-ı Hak tarafından...

PEYGAMBER EFENEDİMİZE MUHABBET

Ashâbın Hazret-i Peygamber’e hasret ve muhabbetini sergileyen şu misâl de bizler için ne kadar ibretlidir:

Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh- Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:

“–Yâ Rasûlallâh! Sen bana nefsimden, malımdan, evlâdımdan ve ehlimden daha sevgilisin. Eğer, gelip de Sen’i görme gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.” dedi ve ağladı.

Bunun üzerine Resûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Niçin ağlıyorsun?” diye sorduklarında Ensârî:

“–Yâ Resûlallâh! Birgün Siz’in de bizim de öleceğinizi, Siz’in peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise eğer cennete girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (Siz’i göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevabını verdi.

Merhamet ummanı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap vermeyip sükût ettiler. Bu sırada şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kim Allâh’a ve Peygamberine itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)

Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh-, bahçesinde çalıştığı bir anda oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefat haberini verdi. Bu acı haberle sarsılan Ensârî şöyle duâ etti:

“–Allâh’ım! Gözümü al ki artık bundan böyle tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başka kimseyi görmeyeyim.”

Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî’nin duâsı kabul oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.[2]

İşte aşk ve muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattıdır. Sevenler, hiçbir zaman sevilenleri gönüllerinden ve dillerinden düşürmezler. Sevdiklerine canlarını ve mallarını bezletmek sûretiyle fedâkarlıklarının huzuru içinde yaşarlar ve ölürler. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Namazı kılın, zekâtı verin ve Peygamber’e de itaat edin; umulur ki, bu sâyede ilâhî merhamete nâil olursunuz.” (en-Nûr, 56)

“Seven, sevdiğinin her şeyini sevip ona meftûn olur.” düstûrunca, üsve-i hasene olan Habîb-i Kibriyâ’ya her bakımdan ittibâ şarttır. Öyle ki, bu husustaki aşk, muhabbet ve ittibâ, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur.

LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH

Kelime-i tevhîdde “Lâ ilâhe illâllâh”dan sonra “Muhammedün Resûlullâh” cümlesi gelir. Her kelime-i tevhîd ve her salevât-ı şerîfe, Hakk’a muhabbet ve yakınlığın sermayesini teşkil eder. Dünya ve ahiretin saâdet hayatı ve bütün mânevî fetihler, O’nun muhabbet sermayesiyle kazanılır. Cihan, ilâhî muhabbetin tezâhürüdür. O zuhûrun öz cevherini, “Muhammedî nûr” teşkil eder ve Zât-ı Ulûhiyyet’e varabilmenin yegâne yolu da O’na muhabbettir.

İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zarâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün güzellikler, O varlık nûruna olan muhabbetten kalblere akseden parıltılardır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, o mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

PEYGAMBER EFENDİMİZE SALAVAT GETİRMENİN FAZİLETLERİ

İlâhî feyz ve bereketin kalbe nakşolabilmesi için, bütün zaman ve mekânlarda, husûsiyle seher vakitlerinde Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le râbıtayı güçlendirmek ve O’nun rûhâniyetinden hisseler alabilmek için salevât-ı şerîfenin pek büyük bir ehemmiyeti vardır.

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatinde hayat bulan Hak dostları, salât ü selâm getirmek ve bu vesîleyle Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yaklaşmaktaki fazîletleri şöyle sıralamışlardır:

1. Emr-i ilâhîye imtisâl ile Cenâb-ı Hakk’ın ve meleklerin salevâtına muvâfakat edilmiş olur.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey müminler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56)

Allâh’ın, meleklerin ve ümmetin salât ü selâmları arasında mânâ cihetiyle farklılıklar olduğu muhakkaktır. “Allâh’ın salâtı”, nebîsine rahmet edip onu yüceltmesidir. “Meleklerin salâtı”, Hazret-i Peygamber için istiğfar ve duâdır. “Mü’minlerin salâtı” ise, Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında duâda bulunmalarıdır.

2. Günahların affedilmesine vesîledir.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kim bana bir defa salât getirirse, Allâh o kimseye on defâ salât eder, on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv, 55)

3. Kıyâmette Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakınlığa vesile olur.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları; bana en çok salât ve selâm getirenlerdir.” (Tirmizî, Vitr, 21)

4. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, salât okuyana mukâbelede bulunur.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Selâm veren kimsenin selâmına mukâbele etmem için Allah, rûhumu bana iâde eder.” (Ebû Dâvud, Menâsik, 96)

5. Her salât getirenin ismi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e arz edilir.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Yeryüzünde Allâh’ın seyyah melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana ulaştırır.” (Nesâî, Sehv, 46)

6. Salât ü selâm okuyan kimse, Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini diğer muhabbetlere tercih etmiş olduğu için, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmada seviye alır, kötü ahlâktan kurtulur, fazîlete erer.

7- Nebiyy-i Ekrem’in kendisine olan muhabbeti arttığı gibi, onun da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbeti devam eder ve katlanarak artar.

8- Allah Teâlâ’nın Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bize ihsân ettiği lutuflar, sayıya gelmeyecek kadar fazla olmasına rağmen, salât ve selâm ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerimizdeki hakkını çok az da olsa ödemeye çalışmış oluruz.

9. Allah Teâlâ’nın rahmetinin üzerimize inmesine vesîledir.

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Kim bana bir defa salât ü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.” (Müslim, Salât, 70)

10. Unutulan sözün hatırlanmasına sebep olur.

11. Duâların kabulüne vesîle olur:

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazdan sonra Allâh’a hamd etmeden ve salât ü selâm getirmeden duâ eden bir adam gördü. Bunun üzerine:

“Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle dedi:

“Biriniz duâ edeceği zaman önce Allah Teâlâya hamd ü senâ etsin, sonra bana salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin.” (Tirmizî, Deavât, 64)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Duâ eden bir kimse, Peygamber’e salât okumadığı müddetçe duâsı perdelidir. (Hedefine ulaşamaz.)” (Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, III, 165)

12. İlâhî itâba mâruz kalmaktan korunur:

Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Yanında ismim zikrolunduğu hâlde bana salavât getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün.” (Tirmizi, Deavât, 100)

13. Allah Teâlâ, Nebîsine salât eden kulunun işlerinde ona yeter ve onun hem dünya hem de âhiret kederlerini izâle eder.

Nitekim Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh- diyor ki:

“Hazret-i Peygamber’e:

«–Yâ Rasûlallâh! Ben Sana çok salavât-ı şerîfe getiriyorum. Acaba bunu ne kadar yapmam gerekir?» diye sordum.

«–Dilediğin kadar yap.» buyurdu.

«–Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?» diye sordum.

«Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla yaparsan senin için hayırlı olur.» buyurdu.

«–Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.» dedim.

«Dilediğin kadar yap. Ama daha fazla yaparsan senin için hayırlı olur.» buyurdu.

Ben yine:

«–Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?» diye sordum.

«İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için iyi olur.» buyurdu.

«–Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde Sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?» deyince:

«O takdirde Allah bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.» buyurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 23)

Salât ü selâm getirmek, Hazret-i Peygamber’in rûhâniyetiyle irtibat kurmayı ve O’nun nûrundan istifâde etmeyi temin eder. Bu salevâtların mükâfâtı ise, kulun Hazret-i Peygamber’e olan muhabbeti ve ihlâsı mukâbilindedir.

Ey Resûl, ey Nebî, sonsuz salât ve selâm Sana olsun!..

Dahîlek yâ Resûlallâh!..[3]

Dipnotlar:

[1] Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkıdî, Megâzî, s. 280-281. [2] Bkz. Kurtubî, el-Câmî li-Ahkâmi’l-Kur’ân, V, 271. [3] Dahîlek yâ Resûlallâh: Yâ Resûlallâh! Sen’in şefaat ve merhametine muhtacım!

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İmandan İhsana Tasavvuf, Erkam Yayınları

 

İslam ve İhsan

SALAVAT NEDİR, NASIL GETİRİLİR?

Salavat Nedir, Nasıl Getirilir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • allah resulullahtan razı olsun

    ALLAHIM PEYGAMBERİMİZ MUHAMMED SALLALLAHÜ ALEYHİ VESELLEME NE KADAR SALAT VE SELAMLAR YAPTIN VE YAPACAKLARIN KADAR YARATDIĞIN VE YARATACAĞIN MAHLUKATININ YAPTIĞI VE YAPACAĞI SALAT VE SELAMLAR KADAR SALAT VE SELAM OLSUN SALLALLAHÜ ALEYHİ VESELLEM AMİN AMİN AMİN

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.