Sahte Aydınlar ve Tarihi Gerçekler

Bazı akademisyenlerin Türk milletine yönelik küçümseyici ifadeleri gündemdeyken, Batılı seyyahların ve tarihçilerin asırlar önce kayda geçirdiği şahitlikler, bu toprakların yüksek ahlâkını ve faziletini yeniden hatırlatıyor.

Son zamanlarda akademik unvanlara sahip bazı kişilerin, Türk milletini küçümseyen, hakarete varan ifadelerle kamuoyunda yer bulması, yalnızca bir düşünce özgürlüğü meselesi değil; aynı zamanda bir zihniyet sorununa işaret ediyor. Bu bakış kendi halkına yabancılaşmış bir bakışın ürünüdür. Bu tür ifadeler, içinde yaşadığı toplumu tanımayan, onun tarihinden, kültüründen ve ahlâkî mirasından kopmuş bir entelektüel tipolojinin tezahürüdür. Cemil Meriç’in “müstağrip” dediği bu zümre, Batı’ya hayranlığını derinlikli bir bilgiye değil; kendi milletine duyduğu güvensizliğe ve yetersiz tanımaya dayandırır.

SAHTE AYDINLAR VE TARİHİ GERÇEKLER

Maalesef bir-iki asrı aşan bir geçmişi bulunan bu cilalı aydın zümresi toplumsal gelişmeye katkı sunmak yerine toplumu aşağılamayı marifet bilir. Genç dimağlara akıttıkları zehir ile nesillerin kendileri gibi köksüz ve Batı’ya râm olmasına hizmet ederler.

Bunun sebebi onların tarih bilgisinden mahrum olmaları değil milletimizin asırlar boyunca taşıdığı yüksek ahlâkî değer ve faziletlerin menbaı olan Allah ve Rasûlü’ne olan düşmanlıklarıdır.

Tarihin sayfalarında sadece savaşlar, zaferler ve yenilgiler değil; bir milletin taşıdığı ahlâkî değerler, insanlığa sunduğu örneklik ve vicdan terazisindeki yeri de yazılıdır. Türk milleti, asırlar boyunca yalnızca devlet kurmakla değil, adaletle hükmetmekle, mazluma el uzatmakla ve düşmanına bile insanlıkla muamele etmekle tanınmıştır. Bugün o değerleri hatırlamak, nostaljik bir övgü değil; kaybettiğimizi yeniden inşa etme arzusudur. Çünkü fazilet, yalnızca geçmişin bir hatırası değil; geleceği inşa eden en sağlam temeldir.

Ne var ki zamanla bu faziletler ya unutulmuş ya da değersizleştirilmiştir. Oysa tarih, kendini üstün görme hastalığına yakalananların değil; köklerinden güç alanların, insanlık karşısındaki duruşunu koruyabilenlerin yolunu açar. Bu nedenle bugün geçmişi hatırlamak bir övünme çabası değil, hafızamızı tazeleme ve istikameti yeniden tayin etme sorumluluğudur.

Türk milletinin (yani bütün bir İslam toplumunun; çünkü Avrupalılara göre Türkler demek Müslümanlar demektir.) taşıdığı yüksek ahlaki nitelikleri yalnızca kendi kaynaklarımızdan değil, asırlar boyunca bu topraklara yolu düşmüş Batılı pek çok seyyahın, diplomatların ve tarihçilerin şahitliklerinden de öğreniyoruz. Onların kaleminden dökülen satırlar, çoğu zaman şaşkınlıkla karışık bir hayranlık içerir. Şaşkındırlar çünkü kendi ülkelerindeki Türkler hakkındaki bilgilerin nasıl yalan ve iftiradan ibaret olduğunu görürler. Hayrandırlar çünkü milletimizin yaşadığı ahlâkın seviyesine onların hayalleri bile ulaşmamıştır.

Onların şahitlikleri, milletimizin, yalnızca güçlü bir devletin değil, aynı zamanda derin bir vicdanın da sahibi olduğunu gösterir. Bu şahitlikler, geçmişimizin yalnızca silah gücüne değil; ahlâk, merhamet ve adalet gibi evrensel değerlere yaslandığını ortaya koyar. İşte bu nedenle, Türk milletine dair hüküm verirken kuru ideolojilerin değil; tarihî gözlemlerin ve belgelerin sesine kulak vermek gerekir.

Tarihçi İsmail Hâmi Danişmend, Batılı kaynaklarda rast geldiği bu şahitlikleri toplayarak 240 sayfalık “Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı” isimli bir eser vücuda getirmiştir. Eserden bazı parçaları istifadenize sunuyoruz:

Fransız seyyahı Du Loir, seyahat intibâlarını 28 Teşrinisâni 1639 tarihinden 13 Haziran 1641 tarihine kadar memleketine gönderdiği on mektupla ifade etmiş ve bunlar 1654 tarihinde “Les Voyages du Sieur Du Loir” ismiyle Paris’te bir seyahatnâme hâlinde neşredilmiştir. Bu eserin 188. sayfasında şu izahatlara tesadüf edilir:

“... Bu memlekette hemen hiçbir cinayet vakası duyulmaz; eğer bir iki fevkalâde vaka zuhur edecek olursa, onlar da ya ânî bir feveran neticesinden veyahut yol kesen haydutların şekavetlerinden ibarettir.”

Baltacı’nın Prut Seferi esnasında bir müddet Osmanlı ordugâhında da bulunmuş olan meşhur seyyah A. de la Motraye’ın Voyages en Europe, Asie et Afrique ismindeki iki ciltlik seyahatnâmesinde şu mühim kayda tesadüf edilir:

“Hırsızlara gelince, bunlar İstanbul’da son derece nâdirdir: Ben Türkiye’de takriben on dört sene kaldığım hâlde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası kazıktır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı haydudun kazıklandığını işittim: Onlar da hep Rum cinsindendi. Türkiye’de yankesicinin ne olduğu malûm değildir: Onun için ceplerin el çabukluğundan korkusu yoktur.”

Brayer isminde bir Fransız doktoru, İstanbul’da yıllarca kalıp çok esaslı tetkiklerde bulunduktan sonra Neuf Années à Constantinople isminde iki ciltlik bir eser neşretmiştir. 1836 tarihinde Paris’te neşredilen bu kıymetli eserin birinci cildinin 196–197. sayfalarında da şu mühim izahatlara tesadüf edilir:

“Kur’ân daima kardeşçe geçinilmesini tavsiye etmekle, az yemeğe itina düsturunu koymakla, şarap ve sair müskirat gibi insanı baştan çıkaran içkileri ve her türlü hava oyunlarını men’etmekle, kadınların evlerinde oturmalarını ve sokağa örtülü çıkmalarını emretmekle, cemiyet hayatı için meş’um olan bu temayülleri mümkün olduğu kadar imhâ etmiştir. İşte bundan dolayı İstanbul’un en hareketli sokaklarıyla en kalabalık mahalleleri gündüz az gürültülü olur ve güneş battıktan biraz sonra da derin bir ıssızlık içinde kalır.

Tophâne’nin büyük meydanıyla emsali yerlerde, hangi tabakadan olursa olsun bir Müslüman Türk’ün diğer bir Müslüman Türk’e hiddetle baktığı nâdir görülür; fakat küfrettiği, yakasına yapıştığı ve dayak attığı hiç görülmez.

İhtiyarlığın, eski kahramanlık çağlarında hâiz olduğu nüfuz ve tesiri Müslüman Türkler arasında hâlâ berdevam olduğu için, ak sakallı bir ihtiyar, öyle bir galeyanı birkaç ata sözü ve bir iki âyet irâdesiyle derhal teskin edip rezalete nihayet verebilir. Düello ve intiharın ne olduğu meçhuldür. Avrupa’nın bazı payitahtlarında çok büyük polis kuvvetleri bulunduğu hâlde, cinayetleri önleyip canileri yakalamaya kâfi gelmemesine mukabil, İstanbul’da polisin hemen hiçbir işi yok gibidir.”

İstanbul’da birkaç sene tetkikatta bulunduktan sonra, 1855 tarihinde La Turquie Actuelle ismindeki kıymetli eserini Paris’te neşretmiş olan müverrih A. Ubicini, çok bitaraf bir zihniyet mahsulü olan kitabında, o devrin taşraya da şâmil olan mutlak emniyetini şöyle anlatır:

“Bu muazzam payitahtta, dükkâncı herkesçe malûm namaz saatlerinde dükkânını açık bırakıp gittiği ve geceleri evlerin kapıları alelade bir mandalla kapatıldığı hâlde, senede yalnız dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahâlisi sırf Hristiyanlardan mürekkep olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinayet vakaları duyulmayan gün geçmez.”

On sekizinci asırda İsveç’in İstanbul sefirliğinde bulunmuş ve Osmanlı müesseseleriyle teşkilâtı hakkında kıymetini hâlâ muhafaza eden yedi ciltlik büyük eseriyle şöhret bulmuş olan Mouradgea d’Ohsson, "Tableau général de l’Empire ottoman" ismindeki meşhur eserinde şöyle anlatır:

“Osmanlı Türkleri, diğer faziletleri kadar namuskârlık, dürüstlük ve doğruluk gibi Kur’an’ın en kuvvetli ahkâmına dayanan meziyetleri itibariyle de şâyân-ı takdirdirler. İçtimaî nizamın Osmanlılar arasında kurmuş olduğu münasebetlerin hepsine temiz yüreklilikte hüsn-ü niyet hâkim olduğu anlaşılmaktadır. Vatandaşları birbirlerine karşı taahhüt altında bulundurmak ve bunların ahkâmını icra ettirebilmek için başka memleketlerde olduğu gibi her zaman tahrirî vesikalara ihtiyaç yoktur.

Osmanlı Türklerinin meth-ü senâya lâyık meziyetlerinden biri de, verdikleri söze umumiyetle sâdık olmaları; hemcinslerini aldatmaktan, emniyeti sû-i istimâl ile insanların sade dilliğinden istifade etmeye kalkışmaktan yahut safdilliklerini istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır.

Kendi milletdaşlarına karşı bütün muamelelerine hâkim olan bu his, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün yabancılara karşı da riayet edilir. Bu noktada Müslüman ile gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Zira her türlü gayrimeşru kazanç, İslâmiyet bakımından merdud sayılır ve meşru surette kazanılmamış bir servetin ne bu dünyada ne de öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kat’î surette iman ederler.”

Kaynak: Ahmet Fenercioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 473

İslam ve İhsan

OSMANLI ÖRF VE ADETLERİ

Osmanlı Örf ve Adetleri

OSMANLI TOPLUMUNUN SOSYAL VE KÜLTÜREL YAPISI NASILDI?

Osmanlı Toplumunun Sosyal ve Kültürel Yapısı Nasıldı?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.