
Sahâbe, Peygamber Efendimiz’e Olan Sevgisini Nasıl Gösterdi?
Canlarını siper eden sahâbîlerin, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan muhabbet ve sadâkatini anlatan ibretli tablolar…
Ashâb-ı kirâm, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbette öyle zirveleşti ki, bütün varlığını O’nun yolunda fedâ etmeyi canına minnet bildi.
SAHÂBE, PEYGAMBER EFENDİMİZ’E OLAN SEVGİSİNİ NASIL GÖSTERDİ?
Bunun en müşahhas misallerinden birkaçı, Uhud günü İslâm ordusunda meydana gelen kısa süreli çözülme esnâsında yaşanmıştı. Meydana gelen kargaşayı fırsat bilen bir grup bedbaht müşrik, sırf Allah Rasûlü’nü hedef alarak şiddetli bir saldırıya geçti.
Sahâbenin Rasûlullah’a Eşsiz Muhabbeti
Muhâcir ve Ensâr’dan bir kısım sahâbîler, Allah Rasûlü’nü korumak için etrâfını sardılar; bu uğurda gerekirse şehîd olmak üzere sözleştiler ve Efendimiz’e:
“–Yüzüm, yüzünün önünde siper; vücûdum, Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” diyerek akitte bulundular. Var güçleriyle son nefeslerine kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)
Ebû Talha -radıyallâhu anh- yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü îman heyecanı içinde harb ederken elinde iki-üç yay kırılmıştı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanından ok torbası ile geçen herkese:
“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” emrini veriyordu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun arkasından müşriklere bakmak için başını kaldırdıkça Ebû Talha -radıyallâhu anh-:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” diyordu. (Buhârî, Meğâzî, 18)
Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh- da, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında müşriklere durmadan ok yağdırıyor, Varlık Nûru Efendimiz de Sa’d’ın bu candan fedâkârlığı karşısında:
“−At yâ Sa’d! Babam ve anam sana fedâ olsun!” buyuruyordu.
Bu büyük iltifâta şâhid olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- gıpta içinde şöyle demiştir:
“Ben, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sa’d hâricinde hiç kimseye; «Babam ve anam sana fedâ olsun!» dediğini duymadım.” (Tirmizî, Edeb 61, Menâkıb 26; Ahmed, I, 92)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Uhud Gazvesi’nin sonunda, çok sevdiği sahâbîlerinden Sa’d bin Rebî’nin durumunu özellikle merak etmişti. Ashâbından birini harp meydanına gönderip onu aramasını emretti. Sahâbî, Hazret-i Sa’d’ı ne kadar aradıysa da bulamadı. Artık geri dönecekti ki son bir ümitle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gönderdi. O, senin sağ mı, yoksa şehîd mi olduğunu haber vermemi emretti!” diye seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh- kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü topladı ve:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Derhal Hazret-i Sa’d’ın yanına koşan sahâbî, onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlinde şu son sözlerini dinledi:
“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i düşmanlarından korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
Peygamberler Sultânı -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hayâtında iken yapılmış olan saldırılar, farklı şekil ve kisvelere bürünerek küfrün kirli eli ve zehir kusan diliyle günümüzde de zaman zaman görülmektedir. Vaktiyle sahâbe neslinin canları pahasına Allah Rasûlü’ne siper olmaları, bugün bizler için, Efendimiz’in kudsî mîrâsına sahip çıkma hususunda göstermemiz gereken hassâsiyeti ifâde etmektedir. Bu hassâsiyet, ümmet-i Muhammed olarak boynumuzun borcudur.
Unutmayalım ki peygamberler, dünyevî bir mîras bırakmazlar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den ümmetine kalan asıl mîras, O’nun şahsiyet, kimlik ve takvâsıdır. O’nun en büyük emâneti de, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu mîras ve emânete sahip çıkmak; O’nun ahlâkıyla ahlâklanarak takvâ hayâtı yaşamak ve O’nu her zaman ve mekânda O’na yakışan bir vakar ile temsil etmekle mümkündür. Bu hâlin bizler için bir takvâ imtihanı olduğunu unutmamak gerekir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûhunda, ümmetinin derdiyle âdeta bir mahşer kaynamıştır. O’nun, hayâtı boyunca insanlığın kurtuluşu için çırpınması, vefâtından sonra da kabrinde ilk Sûr üfleninceye kadar ümmeti için Rabbine yalvarması karşısında, O’na şükran hisleriyle dolmayacak bir vicdan düşünülemez.
O, ümmetine dâimâ muhabbet tevzî etti. Dertlilerin dert ortağı oldu. Mâtemlerin civârında, muhtaçların yanıbaşında bulundu. Böylece -Allâh’ın lûtfuyla- kendisini canından çok seven bir sahâbe toplumu yetiştirdi.
Bizlere O’nun bu nezih hâlinden gelen mesaj şudur: “Problemini çözdüğümüz insan ve muhabbet tevzî ettiğimiz toplum bizimdir.”
İşte böyle bir muhabbet ikliminde yetişen ashâbın Peygamber Efendimiz’e; “Anam-babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah” diyerek fedâ-yı cân etmeleri, onlar için en büyük lezzet hâline gelmişti. Bu hâlin sayısız misallerinden biri de, Recî Vak’ası’nda yaşanmıştır:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı öğretmek üzere civar kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kare kabîleleri de muallim istemiş ve on kişilik bir heyet yola çıkmıştı. Fakat kâfile Recî mevkiine varınca tuzağa düşürüldü, muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Hazret-i Zeyd ve Hazret-i Hubeyb -radıyallâhu anhumâ-, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildi. Şehîd edilmeden evvel Hazret-i Hubeyb’e:
“–Hayâtının kurtulmasına karşılık, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” denildi.
Hubeyb -radıyallâhu anh- suâli soran Ebû Süfyân’a acıyarak baktı ve:
“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, benim ölümden kurtulmama karşılık O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.
Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında âdeta donakalan Ebû Süfyan:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyada Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayâtını insaf nazarıyla tedkik ve tahlil eden birçok gayr-i müslim bile, duyduğu hayranlığı gizleyememiştir. Batılı yazar Thomas Carlyle, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”
Zira Efendimiz’i gerçek mânâda tanıyıp O’ndan lâyıkıyla istifâdenin yegâne şartı, O’na muhabbet ve hürmet göstermektir. Bu bakımdan ashâbın gönlünde de hiçbir sevgi, Allah ve Rasûlullah sevgisinin önüne geçmedi. Ne mal-mülk, ne çoluk-çocuk, ne de can sevgisi… Zira bunların hepsi dünyada kalacak, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi ise, ebedî saâdetin gönül sermâyesi olacaktır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR