
Evlat Yetiştirmede Söylem ve Eylem Uyumu Neden Şart?
Evlatlarımızı iyi okullarda okutmak, gezdirmek ve doyurmak yeterli mi? Asıl mesele, söylediğimiz gibi mi yaşıyoruz; yaşadıklarımızla mı örnek oluyoruz?
“Örneklik” ve “söylem”, insan yetiştirmede önemli olan iki temel unsurdur. Yaşadığımız zaman bu iki kavramı “rol-model” sıfatıyla özdeşleştirmektedir. Bir insan ya örnek oluşuyla övülüyordur ya da söylemlerinin etkili oluşuyla methediliyordur. Verdiği tavsiyeler ve nasihatler bir kimseyi söylemleriyle özdeşleşen hatırı sayılır bir kimse konumuna yükseltirken yaşadıklarıyla insanlara rehberlik eden, tecrübe intikalini sağlayan kimseler “kültürel hafızayı canlı tutan ve nakleden” yapı taşları olarak değer görür.
Yaşadığımız dünyada çocuklara sorulan “Büyüdüğünde ne olmak istersin?” sorusuyla onları “geliri yüksek meslek gruplarına” yönlendirmek yahut çocukların, “aylık kazancı yüksek olan mesleklere” teveccüh ediyor olması ebeveynleri ve hatta birçok kimseyi memnun edebilmektedir. “Gelecek vaad eden çocuk” muamelesi görebilmesi için “yurt dışında üniversite, yurt içinde yüksek puanlı bir okul, lisansüstüne merakı olması” gibi etkenler hayli rağbet gören durum arz edebiliyor. Bu durum, evlenecek gençlerin de “evliliğe uygun olup olmadığı” araştırması yapılırken dikkat çekiyor: “ne kadar maaş alan bir damat olacağı” veya “hangi yüksek gelirli aileye mensup olduğu” sendromu çocukları küçüklüğünden itibaren bir maksada yönlendiren mefhum, hatta bir tabu olarak karşımıza çıkıyor: “maddi kaygıların yeşerttiği materyalist bir dünya algısı...”
ÇOCUKLARA SÖYLEDİĞİN GİBİ Mİ YAŞIYORSUN?
Hâlbuki insan kimseye muhtaç olmayacak kadar, hayatını idame ettireceği bir geliri olmalı, ancak bunu yaparken maneviyat, ahlak ve ahiret kaygısını ihmal etmeyi beraberinde getiren bir “gelecek kaygısına, rızık endişesine, dünyada yer edinmek için her şeyin mubah olduğu bir anlayış ve savrulmaya” düşmemeli. Nitekim Müslüman, merkezinde ve ufkunda ahiret kaygısı taşıyan, bunu da dünyada iken murakabe-muhasebe hassasiyetiyle iç dünyasında yeşerten bir akıl ve kalp muvazenesine sahip olan kimsedir. Bunun ise, küçük yaşlarda elde edilmesi gereken bir bakış açısı olduğunu bilmelidir. Bu sebeple insan ya kendi yetiştirdiklerine “mürebbidir” ya da öğretim süreçlerine yardımcı olduklarının “örnekliğidir.” Bu da “söylem” ve “eylem” kıskacında bir süreci ihtiva etmektedir. İnsanın “söyledikleri” ile “işledikleri” şayet ayniyet arz ediyorsa, niyetinde de “insanlar tarafından değil, Allah Teâlâ tarafından görülmek” bulunuyorsa Kur'ân tarafından methedilmeye layık bir portre çiziyor demektir.
Mısır’ın önemli şahsiyetlerinden, kadı, mürebbi, âlim ve mütefekkir Ali Tantâvî’nin, yaşadığımız dünyanın ifsat edici etkenlerine karşı, yetiştirdiği kızlarına, henüz küçük yaşında babalık yaptığı yetim kardeşlerine ve torunlarına verdiği terbiyede bu hassasiyeti ve rikkati kalplerine yerleştirmeye ne kadar önem verdiği nakledilmektedir. Yaşadığımız çağın en büyük tehlikesi olarak şüpheli şeyler ve şehevi arzular olduğunu ifade eden ve kız-erkek vakti gelmiş gençleri evliliğe teşvik eden Ali Tantâvî’nin hiçbir zaman taviz vermediği birkaç terbiye metodu bulunmaktadır. Mesela muhkem bir imana sahip olmak, izzeti Allah Teâlâ'da aramak, hakkı söyleme konusunda cür'etkâr-cesaretli davranmak, nerede olursa olsun murakabe duygusunu elden bırakmamak ve ilme-irfana layıkıyla ehemmiyet göstermek çocuklara küçüklüğünden itibaren verilmesi ve sevimli gösterilmesi gereken önemli hasletlerdir.[1] Yine kız torunlarından biri doğru sözlü olmanın önemini anlatırken çocukları yalandan uzak tutmak için dedesinin, hayatında beyaz yalanlara ve tevil edilebilir sözlere dahi yer vermediğini ve buna karşı çocuklarını uyardığını ifade etmektedir.[2]
Yaşadığımız zamanda “görsellik” denildiğinde akla gelen ilk şey “ekranlar, videolar, filmler veya sosyal medyada gösterilen sahte kahramanlar” büyük bir yekûn tutmaktadır. Çünkü artık çocukların “gördüklerini ve izlediklerini” örnek aldığı, reddi gayr-i kâbil bir durumdur. Halbuki bir çocuk için en önemli ve hakîkî “görselliğin” “dedelerinden, babaannelerinden, anneannelerinden ve tüm aile büyüklerinden gördüğü davranışlar, dinlediği masallar, onlardan edindiği iyi huylar ve tecrübeler” olduğu kimse tarafından inkâr edilmez. Özellikle aile mefhumunun zarar gördüğü ve aile içinde büyük-küçük her bir ferdin kendi dünyasına çekildiği bir dünyada bu durum, köy-şehir fark etmeksizin tehlikeli ve endişe verici bir boyuta uzanmaktadır. Bu bağlamda Ali Tantâvî’nin torunları da dedelerini anlatırken “eline aldığı kitabı kendi köşesinde okuyan, seneler önce vefat eden annesi hatırına düştüğünde küçük bir çocuk gibi hasretinden göz yaşını tutamayan, torunları ile vakit geçirmekten imtina etmeyen, onlarla çocuk olan ancak yetişkinlerin fıkhî sorularına fetvâ vermek gerektiğinde ciddiyeti elden bırakmayan, kız çocuğu yetiştirmenin ateşten bir gömlek olduğu bu zamanda çocuklarının yüzünü yere eğecek ahlak ve davranışlardan uzak şekilde onları terbiye eden” kimse olarak tarif etmektedirler.
Bu sebeple üzerinden seneler de geçse hayırla yâd edilen bir insan, çocuklarına, öğrencilerine ve kendilerinden sorumlu olduğu kimselere sadece “dokunan” değil, onları ilmek ilmek Kur'ânî ahlak üzere “dokuyan”, bir gergef gibi onlara İslâmî hassasiyetleri işleyen kimselerdir.
Mesela müfredatın verdiği ile yetinip ay sonunda maaşını alan bir öğretmen vazifesini yasal ve hukûkî olarak yerine getirse de onları, yalnız kaldıklarında ve kimsenin görmediği bir ortamda harama, günaha ve hataya düşmekten koruyacak farkındalık ve hassasiyet vermiyorsa İslâmî ve ahlâkî olarak mesuliyetini yerine getirmemiş demektir.
Evine ekmek getiren, diğer çocuklardan ve ailelerden geri kalmasın diye tatillere, gezilere götüren ve hevesi kalmasın diye gönlünü yapabilmek için sınırsız harcamalar yapan bir baba, nafaka sorumluluğunu yerine getiriyor olsa da hayırlı bir ahlak vermediği müddetçe babalık vazifesini kâmil manada yerine getirmiş olmuyor demektir. Nitekim hayırlı annelik ve babalık asgarî manada, geçimini sağlamak ve onları büyütmek ise “kemal noktası, Peygamberî bir ahlak vermekle” şeklindedir. Bir anne-baba, vefatından sonra sadaka-yı cariye olacak, ardından hayır dua edecek ve yüzlerini ahirette ağartacak şekilde bir evlat yetiştirmiyorsa, ebeveynlik vazifesini kâmil manada yapmadan, sadece dünyasını âbât eden ancak ahiretini berbat eden evlatlar yetiştirmiş olmaktadır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurduğu “Bir babanın bırakacağı en hayırlı miras, güzel ahlaktır.” mealindeki hadisi,[3] güzel ahlakla yetiştirilen evlatların hayırlı birer miras olduğu, en hayırlı ebeveynlerin de güzel bir ahlakla evlat yetiştiren ebeveynler olduğu anlamını da ifade etmektedir. Hz. İbrâhim aleyhisselam’ın yaptığı “Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği o gün, beni rezil etme" şeklindeki duada geçen “selim-temiz kalp” ifadesiyle alakalı olarak Aliyyü'l-Kârî, “hayırlı evlat yetiştirme derdinde olmanın ve bunun hayalini kurarak çoluk-çocuk sahibi olmanın” da selîm-temiz bir kalp anlamına geldiğini, hayırlı, iffetli, terbiyeli ve ahlâk-ı hamide sahibi nesil hassasiyeti olanların da “selîm-temiz bir kalbe” sahip olduğunu ifade etmektedir.[4]
Çocukların, “söylemler” yerine “eylemlere” baktığı bugünlerde onlara hayırlı-güzel ahlak bırakmak, “hayırlı ve güzel ahlaka sahip olmakla” mümkün olur. Bu sebeple çocuk yetiştirmek, insanın kendini yetiştirmesi, kendini yontması ve hayatına İslam zaviyesinde bir yön verip yol bulmasıyla temin edilebilir.
Dipnotlar:
[1] Âbide el-Müeyyed, Hâkezâ Rabbânâ Ceddî Alî et-Tantâvî (Cidde: Dâru’l-Minâre, 2007), 13, 17.
[2] Âbide el-Müeyyed, Hâkezâ Rabbânâ Ceddî, 42.
[3] Tirmizî, Birr 33.
[4] Ali b. Sultân Muhammed el-Herevî Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh Şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye, 2001), 9/188.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 473
YORUMLAR