Sahabe Döneminde Yapılan İşkenceler

Müşrikler, Müslüman olanlara işkence etmeye başladılar. Mekke döneminde sahabeye yapılan işkenceler...

Ebû Tâlib’e yaptıkları tekliflerden bir netîce elde edemeyen ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den de herhangi bir tâviz koparamayan müşrikler, çâreyi, yıldırma hareketlerine başvurmakta buldular. İlk zamanlar, kabîlesi ve âilesi kalabalık olanlara dokuna­madılar. Çünkü müslümanlar üzerindeki bu zâlimâne tavır, henüz umûmî bir hâlde değildi.

Bu sırada müşriklerin işkencelerine mâruz kalanlar, daha ziyâde, kimsesiz fakirlerle, köle ve câriyelerdi. Onlara yapılmadık işkence kalmamıştı âdeta...

Hazret-i Habbâb -radıyallâhu anh-, kor ateşler üzerine yatırılmış, ateş, vücûdundan eriyen yağlarla sönene kadar göğsüne bastırı­lıp bekletilmişti.

Habbâb -radıyallâhu anh-, demirci idi; bâzı müşriklerden de alacağı vardı. Alacaklarını istediği zaman kendisine:

–Önce Muhammed’i inkâr et, sonra alacağını veririz!” diyorlardı.

O da, fânî dünyâ menfaatini bir kenara bırakarak:

–Ben O’nu aslâ inkâr etmem! Ben O’nunla berâberim!..” diyor, ebedî saâdeti tercîh ediyordu.

Çektiği bu çilelerden birini kendisi şöyle anlatır:

“Birgün alacağımı istemek üzere Âs bin Vâil’e gitmiştim:

«−Muhammed’i inkâr etmediğin müddetçe paranı vermeyeceğim.» dedi.

Ben de:

«−Sen ölünceye, hattâ yeniden dirilinceye kadar Muhammed’i aslâ inkâr etmeyeceğim.» dedim.

«−Yâni ben şimdi öleceğim, sonra tekrar diriltileceğim öyle mi?» dedi.

Ben:

«–Evet.» cevâbını verdim.

Âs bin Vâil:

«−O hâlde yeniden diriltildiğimde mallarım olur, o zaman ben de sana borcumu öderim.» dedi.

Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu:

«Âyetlerimizi inkâr edeni ve “Bana elbette mal ve evlât verilecektir.” diyeni gördün mü? O (kâfir), gaybı mı bildi? Yoksa Rahmân (olan Allâh) katından bir söz mü aldı? Hayır, aslâ öyle değil! Biz onun söylediklerini yazacağız ve azâbını artırdıkça artıracağız! Bahsettiği (malı ve evlâdı)nı alacağız da o Biz’e tek olarak gelecektir!» (Meryem, 77-80)” (Buhârî, Tefsîr, 19/3; Müslim, Münâfikîn, 35-36; Tirmizî, Tefsîr, 19/3162)

Habbâb -radıyallâhu anh-’ın sâhibesi Ümmü Enmâr da ona işkence etmekte diğerlerinden geri kalmaz, ateşte kızdırdığı demirle Hazret-i Habbâb’ın başını dağlardı. Habbâb -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e gidip Ümmü Enmâr’ı şikâyet etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

Allâh’ım! Habbâb’a yardım et! diyerek duâ edince Ümmü Enmâr başından bir derde yakalandı ve köpekler gibi ulumaya başladı. Kendisine başını dağlatmasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine Habbâb -radıyallâhu anh- demiri alır, ateşte kızdırır ve onunla Ümmü Enmâr’ın başını dağlardı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 115.)

Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh- da en acımasız işkencelere mâruz kalanlardan biriydi. Sâhibi Ümeyye bin Halef, Bilâl’e akla hayâle gel­medik işkenceler yapardı. Onu kızgın kumlara yatırır, üzerine koca koca taşlar koyar, bâzen de Mekke sokaklarında sürüklerdi. Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ı bir gün bir gece susuz bıraktıktan sonra, kendisine demirden bir gömlek giydirir, şiddetli sıcağın altında kızgın kumlar üzerinde tutar, vücûdunun yağı eriyinceye kadar bekletirdi.

Müşrikler Bilâl -radıyallâhu anh-’a her türlü işkenceyi yapmalarına rağmen istedikleri şeyi söyletemezler, o dâimâ:

–Ehad, Ehad, Ehad (Allâh bir, Allâh bir, Allâh bir)!” derdi. (Ahmed, I, 404; İbn-i Sa’d, III, 233; Belâzurî, I, 186.)

Müslümanlara revâ görülenler sâdece eziyetten ibâret değildi. Ammâr -radıyallâhu anh-’ın babası Hazret-i Yâsir, müşriklerin söyletmek istedikleri şeyleri söylemedi ve onların ağır işkenceleri altında şehîd oldu.

Annesi Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ- da, vahşî işkencelere mâruz kaldıktan sonra bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir de­veye bağlanarak canavarca parçalandı, fecî bir şekilde şehîd edildi.

Böylece Yâsir âilesi -radıyallâhu anhüm- İslâm’ın ilk şehîdleri oldular. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 648; Zemahşerî, III, 164.)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün, işkence edildikleri sırada bu mübârek âileye rastlamış:

−Sabrediniz ey Yâsir âilesi! Sevininiz ey Yâsir âilesi! Hiç şüphesiz sizin makâmınız cennettir! buyurmuştu. (Hâkim, III, 432, 438)

Hazret-i Ammâr -radıyallâhu anh- da, nice işkence ve ezâlara dûçâr olmuştu.

Kureyş müşrikleri, birgün Hazret-i Ammâr’ı yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak:

−Muhammed’e hakâret edip, Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler ve bunu zorla söylettiler.

Allâh Rasûlü’ne:

−Yâ Rasûlallâh! Ammâr kâfir olmuş!” diye haber verildi.

Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:

−Hayır! Ammâr, tepeden tırnağa kadar îmanla doludur! Îman onun etine ve kanına kadar işlemiştir! buyurdu.

O esnâda Ammâr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Mübârek sahâbî ağlıyordu...

Âlemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken:

−Sana ne oldu? diye sordu.

Ammâr -radıyallâhu anh-:

−Yâ Rasûlallâh! Beni Sana hakâret ettirmedikçe, putların da Sen’in dîninden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

−Sen bunları söylerken kalbin nasıldı? diye sordu.

Ammâr:

−Kalbim Allâh’a ve Rasûlüne îmânın ferahlığı içinde, dînime bağlılığım da demirden daha sağlam idi!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da:

−Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver! buyuruyordu.

Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim îmânından sonra küfre kalbini açarsa, mutlakâ onların üzerine Allâh’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (en-Nahl, 106) (İbn-i Sa’d, III, 249; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 67; Heysemî, IX, 295; Vahidî, s. 288-289)

Bu hâdise, îmâna mugâyir bir ifâdenin, ancak ölüm tehlikesi söz konusu olduğunda söylenebileceğine, bunun dışında ise câiz olmadığına şer’î bir delildir.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.