Peygamber Efendimizin Cesareti

Cesaret ve kahramanlık timsâli Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimizin (s.a.v) cesareti ile ilgili ne diyor?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha büyük bir kahraman tasavvur etmek mümkün değildir. Zira hayatında dünyevî bir korku ve telâşa kapıldığı hiç görülmemişti. Fevkalâde hâller karşısında sabır ve sebat gösterir, korku ve telâşa düşüp uygunsuz hareket etmezdi.

Cesaret ve kahramanlık timsâli Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur:

“Biz, en zor ve korkulu zamanlarda O’nun arkasına sığınırdık...” (Müslim, Cihâd, 79)

(Osman Nuri Topbaş, Âlemlere Rahmet: Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Erkam Yayınları)

PEYGAMBERİMİZİN ŞECAATİ

Şecâat ve necdet hasletlerinin her ikisi de Resûlullah’ta en üst derecede mevcut idi. Abdullâh bin Ömer (r.a.); “Resûlullah Efendimiz’den daha sehâvetli, daha necdetli, daha şecâatli bir kimse görmedim!” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373) Nitekim İslâm’ı tebliğe başladığı zaman kendisine gösterilen sert tepkiler karşısında yılmadan, bıkmadan aynı canlılık ve heyecan ile hakîkatleri söylemeye devâm etmesi, hiç kimsenin göze alamayacağı derecede şecaat gerektiren bir tavırdı. Allah Resûlü bu yolda ölümü dahi göze almış, her şeyini o uğurda fedâ ederek yoluna devâm etmişti.

Cenâb-ı Hak Medîne’ye hicret etmesini emrettiğinde bunu duyan Kureyş müşrikleri Efendimiz’in evini kuşatmış, içeriden çıkar çıkmaz canına kıymak için kılıçlarını sıyırmışlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise hiç korku duymadan kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsîn Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak aralarından çıkıp gitmişti. (İbn-i Sa’d, I, 227-228)

Medîne’ye hicretten bir müddet sonra müşriklerle savaşmaya izin verildiğinde, onun şecâatini dost düşman herkes daha yakından görmüş ve takdir etmiştir. Bu meyanda Hz. Ali (r.a.) der ki; “Biz Bedir’de Allah Resûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın duranımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (İbn-i Hanbel, I, 86)

Onun şecaat misallerinden bir diğeri de Uhud’da yaşandı. Müşriklerden bir adam deve üzerinde meydana çıktı ve çarpışmak için er istedi. Müşrik, herkesin kendisinden çekindiğini ve geri durduğunu görünce, dileğini üç kere tekrarladı. Bunun üzerine Zübeyr bin Avvâm (r.a.) ona doğru yürüdü. Devenin üzerine sıçrayıp adamın boğazına sarıldı ve boğuşmaya başladılar. Peygamberimiz:

“– Aşağı doğru, yere düşür onu!” buyurdu. Müşrik yere düştü. Zübeyr (r.a.) de üzerine çöküp onu halletti. Bunun akabinde Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“– Eğer Zübeyr çıkmasaydı, herkes geri durduğu için onun karşısına ben çıkacaktım!” buyurdu. (Halebî, II, 235)

MÜŞRİĞİN KÜSTAHLIĞI

Yine Uhud’da Kureyş müşriklerinden Übey bin Halef, “Muhammed (s.a.v.) nerededir? diye soruyor, “Ey Muhammed (s.a.v.)! Sen kurtulursan ben kurtulmayayım!” şeklinde bağırarak Peygamberimiz’e doğru geliyordu. Ashâb-ı kirâm onu karşılayıp durdurmak istediler; ancak Efendimiz; “Bırakınız gelsin!” buyurdu. Ashâb dayanamayarak önünü kesmek istedikçe Efendimiz; “Geri durunuz!” buyuruyordu. Efendimiz’in o andaki celâdeti karşısında Übey bin Halef dönüp kaçmaya başladı. Resûl-i Ekrem; “Ey yalancı! Nereye kaçıyorsun?!” diyerek seslendi ve onu boynundan yaralayıp atından yere yuvarladı. (İbn-i Sa’d, II, 46)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, savaşın en şiddetli olduğu ve insanların kaçıştığı zamanlarda askerlerine cesâret verirdi. Muhammed bin Mesleme (r.a.) şöyle der; Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm ki Müslümanlar Uhud’da bozuldukları zaman dağa doğru kaçıyorlardı. Resûlullah da arkalarından:

“– Ey filan! Bana doğru gel. Ey filan, bana doğru gel. Ben Resûlullahım!” diye sesleniyordu. (Vâkıdî, I, 237)

Bu hakîkatî beyân etmek üzere Cenâb-ı Hak Kitâb-ı Kerîmi’nde şöyle buyurmaktadır:

“O zaman siz, harb sâhasından hızla kaçıyor ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Resûl-i zî-şânım ise (büyük bir cesâret ve şecâatle olduğu yerde durarak) arkanızdan sizi çağırıyordu…” (Âl-i İmrân 3/153)

Savaş neticelenmiş iki taraf da yaklaşık aynı zâyiâta uğrayarak yerlerine çekilmişlerdi. Ebû Süfyan’la yanında bulunanlar Uhud’dan ayrılacakları sırada Hz. Ömer’e; “Gelecek yıl Bedir’de sizinle buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!” dediler. Hz. Ömer durup Peygamber Efendimiz’in buna ne söyleyeceğini bekledi. Kahramanlar Kahramânı Efendimiz Hz. Ömer’e:

“– Olur! Orası inşallâh bizimle sizin buluşma ve vuruşma yerimiz olsun, de!” buyurdu. Tâyin edilen vakit geldiğinde Kureyş ajanları ve münâfıklar, Müslümanların karşısına çıkmaktan korktukları için onları bu savaştan caydırmak üzere ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Bu çalışmaların tesiri Müslümanların üzerinde hissedilmeye başlayınca Resûlullah, şecâat ve korkusuzluğunu ortaya koyan şu kararlı cümleyi söyledi:

“– Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” Bundan sonra, Yüce Allah Müslümanlara yardım etti ve kalplerine sebat verdi. (İbn-i Sa’d, II, 59)

Sevgili Peygamberimiz’in kahramanlığını gösterdiği zamanlardan biri de Huneyn günüdür. O gün herkes düşmandan kaçarken Efendimiz sürekli olarak atını düşman saflarına doğru sürmüş ve kendisini engellemek isteyen ashâbını da dikkate almayarak ilerlemiştir. (Müslim, Cihâd,76)

Yukarıda gördüğümüz misâllerden de anlaşıldığı gibi, Allah Resûlü hayâtı boyunca korku nedir bilmemiş ve devamlı olarak ashabına cesaret aşılamıştır. Enes bin Mâlik (r.a.) bu hususta der ki:

“Resûlullah halkın en güzeli, en cömerdi ve en cesâretlisi idi. Medîne’de bir feryat, korkulu bir hâl vukû bulduğunda, Peygamberimiz hemen Ebû Talha’nın Mendub isimli atını emâneten alıp üzerine atlar, feryâdın geldiği yere yetişirdi. Hiçbir feryâd ve imdâd sesi duyulmazdı ki Mendub’un oraya bir su gibi revân olduğunu görmeyelim. Yine bir gece Medîneliler bir feryât işitip korkmuşlar ve sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi. Resûlullah ise onlardan önce sesin geldiği yere yetişmiş ve durumu inceleyip dönerken halkla karşılaşmıştı. Kendisi Ebû Talha’nın atının üzerinde, kılıcı da boynunda asılı olduğu halde ashabına:

«– Korkmayınız! Korkmayınız!» buyuruyor, Mendub için de: «Onu azgın sel gibi serî bulduk!» diyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 373; Buhârî, Edeb, 39)

İmam Bûsırî, Resûlullah’ın kahramanlığını, ümmetine olan yardımını ve düşmanlarına saldığı korkuyu şöyle terennüm eder:

Göremezsin nusrete ermemiş tek dostunu

Kezâ hezîmetten kurtulan tek düşmanını!..

Kaynak: Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CESARET VE KAHRAMANLIKLARI

Peygamber Efendimiz’in Cesaret ve Kahramanlıkları

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR?

Hz. Muhammed (s.a.v.) Kimdir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.