Osmanlı'sız Yüzyıllık Yalnızlık

Neredesin ey Osmanlı? Neredesin ey koskoca İslam çınarı? Gölgen bile yeterdi...

Dünya, Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu ve Balkanlar’da sağladığı sulh ve sükûna ne kadar muhtaç olduğunu bugün acı acı kavramaktadır. Avrupa ve Amerika’nın Nato’su vesâiresiyle o boşluk bir türlü doldurulamamaktadır. Şu gerçek de, bunun bir nişânesi değil midir:

ABD DIŞİŞLERİ BAKANINDAN ACI İTİRAF

1992 yılında Bosna-Hersek mevzuunda yapılan bir toplantıya Türkiye de dâvet edilmişti. Miloseviç, Karadziç de oradaydı. Yugoslavya’da yedi yıl büyükelçilik yapmış bulunan ABD Dışişleri Bakanı, uzayıp giden gergin hava dolayısıyla bunalmış olacak ki, bir ara Türkiye Dışişleri Bakanı’na dönerek şöyle demekten kendini alamadı:

“–Siz bu felâket yerlerde 500 yıl nasıl kalabildiniz?”

Ancak düşünmüyordu ki, Osmanlı’dan sonra yaşanan dramın yegâne mes’ûlleri zebûn-küş Avrupa ile kendileriydi.

Zira o emperyalist güçler, Osmanlı’nın parçaları üzerinde yeni devletçiklere şekil verirken, bunların hiçbirinin ciddî bir güç oluşturmasına imkân vermemek için dâimî bir ihtilâf unsuru olacak mevzular çıkarmışlardır. Öyle ki, ortaya attıkları ihtilâfları, bu topraklar kendi ellerinden çıktıktan sonra dahî tahrik edegelmişlerdir.

Nitekim ahâlîsi büyük çoğunlukla Sünnî olan Suriye’de yüzde beş alevînin devam eden iktidârı, bu emperyalist zihniyetin desteği dikkate alınmadan aslâ îzâh edilemez.

Aynı şekilde küçücük Lübnan’ın ayrı bir devlet hâline getirilmesi de Ortadoğu’da karargâh olarak kullanacakları, çoğunluğu Hıristiyan bir devlete duydukları ihtiyacın neticesidir. Bahreyn’i terk ederken onu İran, Irak ve Kuveyt arasında bir çıbanbaşı gibi yirmi beş bin kişilik nüfusuyla bir devlet hâline getirmelerinin de başka bir îzâhı yoktur.

Ancak bunlar ve benzeri faâliyetler, Osmanlı’nın sağlamış olduğu sulh ve sükûnu temelden yıkmış, neticede Bosna Hersek’ten Arap Yarımadası’na kadar, hattâ Kırım, Kafkasya ve Azerbaycan gibi Osmanlı’nın daha önce kaybettiği topraklarda bile, zaman zaman ortaya çeşitli fâcialar çıkarmıştır. Bunlar, hem burada yaşayan halk ve hem de dünyada sulh ve sükûnu temin etmek gibi bir iddiâ peşinde koşup gerçekte menfaat avcılığı yapan süper güçlere de aslında âdeta şifâsız bir baş ağrısı olmuştur. Lâkin bunun en büyük bedelini, malları, canları ve âile saâdetleriyle bu coğrafya üzerinde yayılmış irili ufaklı çeşitli milletler ödemektedir. Hattâ denilebilir ki, Türkiye’nin bile Türk-Kürd çatışmasıyla ödemekte olduğu bedelin sebebi de aynıdır.

OSMANLI'NIN YIKILMASINA ÜZÜLDÜM

Dünyayı tesiri altına alan bu çalkantıların iç yüzünü ve aslî sebeplerini görebilen Yunan yazar Michel de Greece’in insaf ve îtiraf yüklü şu sözleri, gerçeğin ta kendisidir:

“Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından çok üzüntü duyuyorum. Çünkü Osmanlı, dünya dengesini ayakta tutan bir güç olmuştu ve sevilsin veya sevilmesin, Osmanlı’nın çöküşünden itibâren Balkanlar ve Ortadoğu’daki çalkantılar durmak bilmedi...”

ŞARK MESELESİ NEDİR?

Bilhassa Osmanlı’nın Balkanlar’da sağladığı sulh, sükûn ve otoritenin ortadan kalkmasının fecî neticeleri, kısa zamanda zuhûr etmeye başlamıştır. Çünkü bu topraklarda Hıristiyan kadar çeşitli Müslüman kavimler de yaşamaktaydı. Ruslar ve onların gölgesinde mel’anet icrâ eden Sırplar ve Bulgarlar, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden beri safha safha her fırsatta eski velînîmetlerine, onları imhâ plânında, yapmadık zulüm bırakmadılar. Avrupa devletleri ise, bu hareketin adına siyâsî edebiyatta “Şark Mes'elesi” diyorlardı. Bunun mânâsı, Avrupa kıt’ası topraklarında Türk ve Müslüman unsurunu tamamen yok etmekti. Bunu gerçekleştirmek için fiilî bir harp hâlinde bulunulsun veya bulunulmasın Hıristiyanlar, İslâm olan her unsuru katlederek, mallarını yağmalayarak ve hicrete mecbur bırakarak Avrupa’dan çıkarmak gâyesini gütmüşlerdir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.