Namazın Şartları Açıklamalı

Namazın şartları nelerdir, kaç tanedir? Maddeler halinde namazın şartları.

Namazın on iki farzından altısı, namaza başlamadan önce bulunması gereken farzlar olup şunlardır:

1. Hadesten temizlenme (tahâret),

2. Necasetten temizlenme,

3. Avret yerini örtmek (setr-i avret),

4. Kıbleye yönelmek (istikbal-i kıble),

5. Vakit,

6. Niyet. Bunlara “namazın şartları” denir.

NAMAZIN ŞARTLARI NELERDİR?

Maddeler halinde namazın şartları:

1. Hadesten Temizlenme (Tahâret):

Namaz abdesti olmayan, cünüp, âdetli veya loğusa bulunan kimselerin durumuna “hades hâli” denir. Bunlardan namaz abdesti gerekenin suyla abdest alması, gusül yapması gerekenin de suyla boy abdesti alması veya su bulunamaması ya da bulunup da kullanılamaması durumunda teyemmüm abdesti alması ile “hadesten temizlenme” meydana gelir. Abdestsizlik hâline “küçük hades”, cünüplük ve bu hükümde olanlara “büyük hades” denir. Bunlardan temizlenme maddî kirleri giderme, beden sağlığını koruma gibi yararlar yanında, kişiyi Yüce Rabb’ine ibadete hazırlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin… Su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” [1]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Sizden birinizin namazı, abdestsiz olduğunda abdest almadıkça kabul olunmaz.” [2]

Farz, vâcip, sünnet veya nâfile tam namaz veya tilâvet yahut şükür secdesi gibi eksik namaz için hadesten temizlenmiş olmak şarttır. Abdestsiz kılınacak bir namaz sahih olmaz.

Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulsa, namaz da bozulmuş olur. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Sizden biri, namazda yellendiği zaman, namazdan ayrılıp abdest alsın ve namazını iade etsin.” [3]

Özel durumlarında kadınlar namaz ve oruç gibi ibadetlerden muaftır. Kur’an-ı Kerim’de âdet görmenin kadın için bir eza ve rahatsızlık hali olduğu bildirilmekte ve erkeklerin bu durumdaki eşiyle cinsel ilişkide bulunması yasaklanmaktadır.[4] Hz. Peygamber bu durumdaki kadınların namaz kılamayacaklarını ve oruç tutamayacaklarını açıklamış ve daha sonra sadece tutamadıkları oruçları kaza edeceklerini bildirmiştir.[5] Bu hükümler üzerinde icma meydana gelmiş ve aykırı bir görüş öne sürülmemiştir. Burada kadınların namaz ve ouruç gibi ibadetlerden muaf tutulması bir “haktan mahrumluk” değil, “görevden muaf tutulma” dır. Kadınların lehine dinin tanıdığı bir kolaylıktır.

Hadesten temizlenme, namazın diğer şartları gibi sıhhat şartlarındandır.[6]

2. Necâsetten Temizlenme:

Namazdan önce beden, elbise veya namaz kılınacak yerin, kan, idrar, dışkı gibi dînen pis sayılan şeylerden temizlenmesi gerekir. Bu temizlik, namazın geçerli olması için ön şarttır. Elbisede veya namaz kılınan yerde, ayak, el ve dizler ile sağlam görüşe göre alnın konulacağı yerde dört gramdan (1 miskal) fazla insan dışkısı gibi katı veya avuç içinden daha geniş alana yayılan kan, insan sidiği veya şarap gibi sıvı bir şey bulunsa, namaz sahih olmaz. Eti yenen hayvanların veya atların sidiği veya dışkısı, diğerlerine göre daha temiz olması ve bunlardan sakınma güçlüğü yüzünden, bulaştığı alan, beden veya elbisenin dörtte birinden daha az ise namaza engel olmaz, affedilmiş sayılır. Bundan fazlası ise, temizlemeye güç yetince namazın sıhhatine engel olur.

Mekke’de İslâm’ın başlangıç günlerinde inen bir âyette, “(Ey habibim!) Giysilerini temiz tut.” [7] buyurulmuştur. İbn Sîrin, buradaki emrin elbisedeki pisliği su ile temizlemek olduğunu söylemiştir. Yine Mekke döneminde inen bir âyette, namaz sırasında güzel giysilerin giyilmesi istenir.[8] İbâdet yeri temizliği ise bütün İbrâhimî dinlerde ortak bir değer olup, Kâ’be-i Muazzama’da sembolleşir. “.. Biz, İbrahim ve İsmail’e; tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim’i (Kâ’be’yi) temiz tutun, diye emretmiştik.” [9] Kur’an’da günahlardan temizlenme için yapılan tevbe ile maddi kirlerden temizlenme birlikte zikredilmiş ve bunları yapanların Allah’ın sevgisini kazanacakları belirtilmiştir.[10] Yine temizlikleri ümmete örnek gösterilen Medine’li Kuba halkı da şöyle övülür: “Orada, temizlenmeyi seven kimseler vardır. Şüphesiz Allah çok temizlenenleri sever.” [11]

Hz. Peygamber Fâtıma binti Ebî Hubeyş (r. anhâ)’nın; özür kanının (istihâza) hükmünü sorması üzerine şu cevabı vermiştir: “Bu, kanama yapan bir damardır, âdet kanaması değildir. Âdet zamanın geldiğinde, namazı bırak. Âdetin kadar bir süre geçtikten sonra kanını yıka, guslet ve namaz kıl.” [12] Mescit’in içinde küçük abdest bozan bedevî için Rasûlullah (s.a.s); “Bu bedevînin kirlettiği yere kova ile su dökün.” [13] buyurmuştur.

Yukarıdaki âyet ve hadisler mü’minin her zaman olduğu gibi, özellikle ibadet yapacağı zaman beden, giysi ve ibadet yeri temizliğine önem vermesi gerektiğini bildirmektedir.

3. Avret Yerini Örtmek:

Avret, insan bedeninde başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Avret sayılan yerlerin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi gerekir.

Avret sözcüğü Kur’an-ı Kerîm’in iki yerinde, terim anlamına yakın bir şekilde geçmiş olmakla birlikte,[14] avret yerlerinin ölçü ve sınırı belirlenmemiştir. Kur’an’da geçen “sev’e” kelimesiyle de [15] en dar anlamında, erkek ve kadının cinsel organı kastedilmiştir. Kur’an’da, ilk iki insanın, Hz. Âdem’le Havva’nın cennette, ayıp yerlerini örtme çabası şöyle anlatılır: “Sonra ikisi de yasaklanan ağacın meyvesinden yediler. Arkasından ayıp yerleri görünüverdi. Üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar.”[16] Bu durum, ayıp yerlerini örtmenin akıl ve yaratılışın bir gereği olduğunu gösterir.

Kur’an-ı Kerîm’de erkeklerin gözlerini zinadan sakınması ve ırzlarını koruması istenir.[17] Kadınların ise yabancı erkeklerin yanında süs yerlerini açmaması ve baş örtülerini örtmeleri[18] yanında, dış elbiselerini giymeleri bildirilir.[19]

Mekke döneminde inen bir âyette mescit âdâbından şöyle söz edilir: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi giyerek gelin.”[20] İbn Abbâs (r.a)’a göre; bundan kastedilen namazda giyilen temiz elbiselerdir. Böylece mü’minler için, namaz ve Kâ’be-i Muazzama’yı tavaf gibi ibadetlerde, avret sayılan yerlerin örtülmesi farîzası başlamış oldu.[21] Veda haccından bir yıl önce (9 H. 631 M.), Hz. Ebû Bekr’in organizesi altında yapılan ilk hac ibadeti sırasında, Hz. Peygamber’in talimatıyla, bu arada inen Tevbe sûresinin ilk âyetlerini tebliğ eden Hz. Ali, “Bu yıldan sonra hiçbir puta tapanın hac yapamayacağını ve hiçbir çıplak kişinin de Kâ’be’yi tavaf edemeyeceğini” ilân etmişti.[22]

Cinsel organların dışında nerelerin avret olduğu konusu, büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Allah Teâlâ ergenlik çağına gelmiş kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.” [23] “Ey Esmâ! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu uzuvlarından başkasının görünmesi helâl değildir. Hz. Peygamber bu sözleri söylerken elleri ile yüzüne işaret etmişti.” [24]

Bir kimse karanlık bir evde bile olsa, temiz giysisi bulunduğu halde çıplak olarak namaz kılsa, bu namaz sahih olmaz.[25]

Erkeklerin avret yeri; göbekleri altından diz kapaklarına kadar olan kısımdır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Erkeğin avret yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır.” [26] “Bir kimse, erkeğin göbek altı ile diz kapağının üstünde kalan yerine bakmasın.” [27] Bu konuda biraz daha ihtiyatlı davranan Hanefîler, diz kapaklarını da uyluk kapmasına alarak avret saymışlardır.

Kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dahil bütün bedenleri avret yeri sayılır. Yüzleriyle elleri ise namazda ve bir fitne korkusu bulunmadıkça namaz dışında avret değildir. Ayakları konusunda görüş ayrılığı vardır. Sağlam görülen görüşe göre, ayakları avret değildir, fakat kolları ile kulakları ve salıverilmiş saçları avrettir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kadınlar, kendiliğinden görünen dışında, süs yerlerini açmasınlar.” [28] Hz. Peygamber, yukarıda zikrettiğimiz Esma (r.anhâ) hadisinde kendiliğinden görünen yerleri, “eller ve yüz” olarak tefsir etmiştir.[29] Diğer yandan, Hz. Âişe’den nakledilen, kadının namaz kılarken başını örtmesi gerektiğini bildiren hadis de, saçların örtme kapsamına girdiğini gösterir.[30]

Buna göre kadının baş veya uyluk gibi bir uzvunun dörtte biri, bir rükün eda edecek kadar açık kalsa, Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namazı geçersiz olur. Ebû Yûsuf’a göre ise, baş veya başka bir uzvunun yarıdan fazlası açık olmadıkça namazı geçerlidir. İlk görüşteki müctehitler dörtte birini tamamı hükmünde görürken, Ebû Yûsuf yarıdan fazlayı tam hükmünde saymıştır.

Mâlikîlere göre erkek ve kadının avret yerleri “ağır avret (galîz avret)” ve “hafif avret” olmak üzere ikiye ayırılır. Erkek için galîz avret cinsel organla makattır. Bu kısmın kesinlikle örtülmesi gerekir. Göbekle diz kapağı arasında kalan diğer kısımlar ise hafif avret sayılır. Örtülmesi gerekli olmakla birlikte birincisi kadar ağır değildir. Delil Enes İbn Mâlik’ten nakledilen şu hadistir: “Hz. Peygamber Hayber günü izarını (alt peştamal) uyluğunun üzerinden kaldırdı, öyle ki ben onun uyluğunun beyazlığını görür gibiyim.” [31] Kadının göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret olup, bunun dışında kalan yerleri galîz avrettir. Bu ayırımın namaza yansıyan sonucu şudur: Hafif avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan kimse, genel dini farzı ihlâl etmiş olmasının günahını yüklenir, fakat kıldığı namaz bâtıl olmaz. Bu görüş sahiplerine göre, kadının namazda başını örtmesi sünnet hükmünde olup, başını örtmeden namaz kılsa, bu namaz sahih olmakla birlikte vakti çıkmadan iâdesi tavsiye edilir. Vakti çıkınca ise iâdesi gerekmez.[32]

Hanefîler’in de içinde bulunduğu çoğunluğa göre ise, ön ve arka ile diz kapakları arasında kalan uyluklar da avret yeri kapsamına girer. Çünkü uyluğun avret yeri olduğunu bildiren başka hadisler vardır. Burada ihtiyatlı davranmak gerekir.[33]

Bir uzvun avret sayılması, tercih edilen görüşe göre, başkalarına göredir. Sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir şekilde bulunması yeterlidir. Bu yüzden, bir kimse namaz kılarken geniş bulunan yakasından kendi avret yerini görecek olsa, bununla namazı bozulmaz. Fakat başkası görecek olursa bozulur.

Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi fiili ile açılsa, bir rükün eda edecek kadar bir süre beklemeğe gerek olmaksızın derhal namaz bozulur. Kadının başörtüsünü namazda iken kendisinin çıkarması gibi. Bu durumda başörtüsünü yeniden örtse de namazı geçerlilik kazanmaz.

Avret sayılan uzuvların birer bölümü açılsa, açılan yerlerin toplamı, en küçük bir avret uzvunun en az dörtte birine eşit olsa ve açıklık süresi bir rüknü eda edecek kadar devam etse namazın sıhhatine engel olur.

Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Bu yüzden derinin rengini belli edecek şekilde bulunan, dolayısıyla derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli olan elbise ile namaz sahih olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmemektedir. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa -bu, çirkin görülmekle birlikte- namaz sahih olur. Çünkü bundan kaçınmakta güçlük vardır.

Şâfiîlere göre, vücut hatlarını belli eden böyle bir dar elbiseyle namaz kılmak kadınlar için mekruhtur, erkeklerin de böyle bir giysiyi terketmesi daha uygundur.

Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse oturarak ve ayaklarını kıble tarafına uzatarak îmâ ile namazını kılar, faziletli olan budur. Çünkü bu durumda fazlaca kapalı bulunur. Avret yerinin bir bölümünü örtecek bir şey bulunursa, önce galîz avret sayılan ön ve arka taraflar örtülür, sonra erkeklerde uyluklar, daha sonra dizler örtülür. Kadınlarda ise, uyluklardan sonra karın, arka ve daha sonra dizler ve sırasıyla diğer uzuvlar örtülür.[34]

4. Kıbleye Yönelmek:

Kıbleye doğru yönelerek kılmak namazın farzlarındandır. Hz. Peygamber ve sahâbiler namazlarını Medine döneminin ilk bir buçuk yılına kadar, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya doğru kılmışlardı. Bedir Gazvesi’nden iki ay kadar önce inen, “Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de olduğunuz yerde, yüzünüzü onun tarafına çevirin.” [35] âyetiyle, kıble Kâ’be’ye çevrildi. Rivâyete göre, yeni kıbleye doğru ilk kılınan namaz ikindi namazıdır. Bir sahabî Hz. Peygamber’le bu namazı kıldıktan sonra, Benî Seleme Mescidi’ne gitmiş, cemaat namaz kılarken kıble değişikliğini bildirmiş, namazı bozmadan safları Mekke tarafına çeviren topluluk, geri kalan rekâtları yeni kıbleye doğru kılmıştı. Bu yüzden sözü edilen mescit, “Mescidü’l-Kıbleteyn (İki kıbleli mescit)” adını almıştır.[36]

Kâ’be, Mekke’deki bilinen binadan ibâret değildir. Belki bu binanın yerini ifade eder. Nitekim bu kutsal yerin göklere kadar üst tarafı ve toprağın derinliklerine kadar alt tarafı kıble yönüdür. Bu yüzden Kâ’be-i Muazzama’nın yanında veya içinde bulunanlar, bunun her hangi bir tarafına yönelerek namazlarını kılarlar. Cemaat Kâ’be’nin çevresinde halka olur ve imamın önüne geçmemek şartıyla birlikte namaz kılarlar.

Kıbleden başka tarafa doğru bilerek kılınacak farz, nâfile veya cenaze namazı ile tilâvet secdesi geçerli olmaz. Namazda özürsüz olarak kasten kıbleden başka tarafa yönelmek küfrü gerektirir.

İslâm bilginleri Kâ’be’yi gören herkesin, bizzat ona yönelmesinin farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Hatta Hanbelîler’e göre, Mekkelilerin, arada bir duvar engeli bulunsa bile, Kâ’be’nin kendisine yönelmesi şarttır.

Kâ’be-i Muazzama’dan uzakta bulunanların tam Kâ’be’ye yönelerek namaz kılmaları farz değildir, belki Kâ’be tarafına yönelmeleri farz olup, bu yeterlidir.[37] Çünkü Kâ’be yönünün tam olarak bilinememesi durumunda, araştırma yapılır ve yoğunlaşmış kanaate göre yönelerek namaz kılınır. Ashâb-ı kiramdan Âmir İbn Rabîa (r.a) şöyle der: “Karanlık bir gecede Rasûlullah (s.a.s) ile beraberdik. Kıblenin hangi yönde olduğunu tespit edemedik. Her birimiz kendi çevresinde bir yöne doğru namazımızı kıldık. Sabah olunca durumu Hz. Peygambere haber verdik. Bunun üzerine; “Doğu da batı da Allah’ındır. Onun için nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü (rızası) oradadır” âyeti indi.[38] Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Doğu ile batı arası kıbledir” [39]

İmam Şâfiî’ye göre, Mekke’de bulunmayan kimseye, kıbleyi Kâ’be’nin kendisine isabet ettirmek gerekir. Çünkü âyette; “Nerede bulunursanız, yüzünüzü Kâ’be’nin yönüne doğru çevirin.” [40] buyurulur. Bu âyet, Kâ’be’nin kendisine yönelmeyi gerekli kılmaktadır.[41]  Ancak Şâfiîlerde de, kıblenin tesbit edilememesi durumunda, iyi bir araştırmanın sonucuna göre amel edileceği esası benimsenmiştir.

Kıble’nin hangi tarafta bulunduğunu bilmeyen kimse; eski veya yeni bir mihrabı esas almak, bilen güvenilir bir kişiye sormak, pusula ve benzeri âletler, kutup yıldızı, güneş, ay, rüzgârın esme yönü gibi kanıtlar yardımıyla kıbleyi belirlemeye çalışır ve yoğunlaşmış kanaatine göre, yönelerek namazını kılar. Kıble hakkında bilgisi olan kimseyi bulan kişi, onun verdiği habere uyar. Çünkü başkasının verdiği haber, ictihat etmekten daha kuvvetlidir. Namazdan sonra yanlış tarafa yöneldiğini anlasa, artık yeniden kılması gerekmez. Ancak namaz içinde iken uyarılırsa, uyarılan yöne dönmesi gerekir.

Namaz içinde kıble tarafına dönülünce, Kâ’be’ye niyet edilmesi meselâ; “Döndüm kıbleye veya Kâ’be’ye” denilmesi sağlam görüşe göre gerekli değildir. Başka bir görüşe göre, Kâ’be’ye niyet gerekir.

Bir kimse hastalık sebebiyle kıbleye dönemediği ve kendisini döndürecek kimse bulamadığı veya hasta olmadığı halde düşman veya yırtıcı hayvan korkusu yüzünden kıble tarafına dönemediği takdirde, gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar. Çünkü yükümlülükler gücün yetmesiyle sınırlıdır.

Bir kimse kıble yönünde şüphe etse, yanında kıble yönünü bilen birisi olduğu halde, ona sormaksızın kendi araştırmasına göre bir tarafa yönelerek namazını kılsa, kıble yönüne isabet etmişse namazı sahih olur. Kıble yönüne isabet etmemişse sahih olmaz. Gözleri görmeyen kimse hakkında da hüküm böyledir.

Kıble yönünde şüphe eden kimse, araştırma yapmaksızın namaza başlasa, namaz içinde kıbleye isabet etmiş olduğunu anlasa bile namazını iade eder. Çünkü tam kanaat üzere kılacağı geri kalan rekâtleri, şüpheli olarak kıldığı rekâtler üzerine bina edilemez. Ancak namazını bitirdikten sonra anlarsa iade gerekmez. Çünkü hepsi bir halde kılınmış olur. İmam Ebû Yusuf’a göre her iki durumda da iade gerekmez.

Kıble yönünde şüphe edip, araştıran kimse, kanaatinin aksi olan bir yöne dönerek namazını kılsa sahih olmaz. Bu durumda kıbleye isabet etmiş olsa bile namazı iade etmesi gerekir. Ebû Yusuf’a göre, isabet etmişse artık iade gerekmez.

Bir kimse, mescitte namaz kılarken, abdestinin bozulduğunu sanarak kıbleden ayrılsa, daha sonra abdestinin bozulmadığını anlasa, Ebû Hanîfe’ye göre namazı bozulmuş olmaz. Ancak mescitten çıkmış olursa, özürsüz olarak yer değişikliği nedeniyle namazı bozulmuş olur.

Kıblenin yönü konusunda farklı görüşte olan kimseler, namazlarını tek başına kılarlar. Çünkü cemaatle kıldıkları takdirde, imamla aksi kanaatte bulunanın namazı sahih olmaz.

Binek üzerinde namaz kılmak:

Yolcunun, binek üzerinde müekked sünnet ve diğer nâfile namazları kılması mümkün ve caizdir. Ancak sabah namazının sünneti bunun dışındadır. Âmir İbn Rebîa (r.a)’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a.s)’ın bineği üzerinde nâfile namaz kılıp başı ile ima ettiğini, hangi yöne yönelirse o tarafa doğru namaz kıldığını gördüm. Fakat Hz. Peygamber farz olan namazlarda bunu yapmazdı.” [42] Hastalık veya binek üzerinde olma sebebiyle kıbleye dönemeyen kimselerin kıblesi bineğin gitmekte olduğu yöndür. Böyle bir kimse ima ile namazını kılar.

Buna göre, özür bulununca binek üzerinde her türlü namaz kılınabilir. Normal durumlarda ise yalnız nâfile namaz kılınabilir. Farz veya vâcip namazların binekten inerek kılınması veya bineği durdurup üzerinde, kıbleye doğru kılınması gerekir. Asıl olan budur.

Ancak, yerin çamurlu veya karlı oluşu, yol arkadaşlarını kaybetme korkusu, binilen aracın namaz vaktinde ara vermeyeceğinin belli olması gibi özürler yüzünden, farz namazını hayvan, otomobil, otobüs, tren, uçak gibi bir aracın içinde kılmak zorunda kalan abdestli kişi, bu namazı oturduğu yerden, gücü yeten tarafa yönelerek ima ile kılar.

Nâfile namazlar şehir dışında, bir özür bulunmasa da her türlü binek üzerinde istenilen yöne doğru kılınabilir. Ebû Yusuf’a göre nâfile namaz şehir içinde de kerahetsiz olarak binek üzerinde ima ile kılınabilir. İmam Muhammed’e göre ise, şehir içinde bu şekilde istenilen yöne doğru kılınmasında kerâhet vardır. Şehir dışı, yolcunun namazını iki rekât kılmaya başlayacağı yerden itibaren başlar.

Hanefîlerde iki namazın birlikte kılınması (cem’i), hac sırasında, Arafat’la Müzdelife dışında kabul edilmediği için, yağmur, çamur veya yolculuk durumlarında iki namazı birlikte kılmak söz konusu edilmemiştir. Diğer mezheplerde ise, yukarıda belirtilen özürler bulununca, namazı binek üzerinde kılmayıp, öğle ile ikindiyi veya akşamla yatsıyı, birbirinin vakti içinde, uygun gelen yer ve zamanda birleştirerek kılınması caiz görülmüştür. (bk. yukarıda “İki namazı birleştirerek kılma” konusu.)

Gemi içinde namaz kılan kimse, gücü yeterse kıbleye doğru yönelir, geminin yönü değişirse namaz kılan da yönünü kıbleye çevirir. Ancak başlangıçta araştırma ile kıble belirlendikten sonra, namazda geminin hareketlerini izleme imkânı olmazsa, namazını ilk durduğu kıble yönüne doğru tamamlar.

Günümüzde hayvanların yerini motorlu araçlar almıştır. Hayvanla ilgili hükümler her türlü binit araçlarında yolculuk yapmakta olanlar için de geçerlidir.[43]

Sonuç olarak müslümanların bütün namazlarda, yeryüzünün en eski ve en kutsal mabedi olan Kâ’be-i Muazzama’ya yönelmeleri, aralarındaki birliğin, nizam ve intizamın, ortak ibadet neşesinin ifadesidir.

5. Vakit:

Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitir namazı, terâvih ve bayram namazları için vakit de şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı namazlarıdır. Cuma namazı da öğle namazı yerine geçer. Bu namazların muayyen olan vakitlerini bilmek ve bu vakit içinde bu namazları kılmak gerekir. Vaktinden önce kılınacak farz namaz sahih olmadığı gibi, vaktinden sonraya bırakılan namaz da kazaya kalmış olur. Cuma, bayram namazları, cenaze namazı ve sünnet namazlar kaza edilemez.

Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde “salât, tesbih, hamd ve secde etmek” gibi “parça zikredip bütünü kastetme” yoluyla namaz vakitlerine işaret edilir. Günlük ibadet vakitleri âyetlerde şöyle ifadesini bulur: Şüphesiz namaz, mü’minlere, vakitli olarak farz kılınmıştır.” [44] “Güneşin tepe noktasından batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah namazını da (unutma). Çünkü sabah namazı tanıklı bir namazdır.” [45] “Öyleyse, akaşama girerken de, sabaha ererken de tesbih Allah’ındır. Göklerde ve yerde, günün sonunda da, öğleye erdiğinizde de hamd, O’na aittir.” [46] “..Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabb’ini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölüm saatlerinde ve gündüzün uçlarında da tesbih et ki hoşnutluğa eresin.” [47] “Gündüzün iki ucunda ve geceye yakın saatlerde namazı kıl.” [48] “Rabb’inin adını sabah akşam hatırla. Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzun O’nu tesbih eyle.” [49] “Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabb’ini hamd ile tesbih et ve geceleyin de onu tesbih et” [50] “Gecenin bir bölümünde, sana has bir nâfile namaz olarak teheccüd namazı kıl.” [51]

Hz. Peygamber’in farz namazların hangi vakitlerde eda edileceğine ait çeşitli hadis ve uygulamaları vardır. Yaygın kabule göre, namazın farz kılındığı Mirac gecesinin ertesi günü Cebrail (a.s), Hz. Muhammed’e gelerek, bizzat imamlık yapmış ve namaz vakitlerinin başlangıç ve bitiş zamanlarını göstermiştir. İbn Abbas (r.a)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Cibril (a.s) bana iki kere Beytullah’ın yanında imamlık yaptı. Öğle namazını güneş tepe noktasından batıya yönelince kıldırdı. İkindi namazını cisimlerin gölgesi bir misli olunca kıldırdı. Akşam namazını oruçlunun iftar edeceği zamanda kıldırdı. Yatsı namazını batı ufkundaki kızıllık kaybolunca, sabah namazını da oruç tutacak kimseye yeme ve içme yasağının başladığı sırada kıldırdı. Ertesi gün olunca; öğle namazını cisimlerin gölgesi bir misli olunca, ikindi namazını ise cisimlerin gölgesi iki misli olunca kıldırdı. Akşam namazını yine oruçlunun iftar edeceği zamanda kıldırdı. Yatsı namazını gecenin üçte birine doğru kıldırdı. Sabah namazını ortalık aydınlanınca (isfar) kıldırdı. Sonra bana dönerek şöyle dedi: Ey Muhammed! Bu, senden önceki peygamberlerin vaktidir. Namaz vakitlerinin başlangıç ve sonu, bu iki vakit arasında kalan zaman parçasıdır.” [52]

Buhârî, bu hadisin vakitler konusunda en sağlam hadis olduğunu söylemiştir.[53] Hadis-i şerif, akşam namazları dışındaki namazların iki vakti olduğuna delâlet etmektedir.

Öğle namazının vaktinin başlangıcı güneşin batıya meyletmesiyle başladığına göre, zeval süresinin belirlenmesi gerekir. İslâm’da gün; şer’î ve örfî diye ikiye ayrılır. “Şer’î gün”; ikinci fecirden güneşin batmasına kadar olan süredir. “Örfî gün” ise; güneşin doğuşu ile batışı arasındaki süredir.

Zeval vaktinin ne kadar süreyi kapsadığı konusunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, bu konuda örfî gün geçerli olup, tam zeval vaktine “istivâ vakti” denir. Bu, güneşin, herkesin tam başı üstünde olduğu veya o hizaya geldiği andır. İşte kerâhet zamanı da yalnız bu andan ibaret bulunmuş olur.

İkinci görüşe göre, bu konuda “şer’î gün” geçerlidir. Şer’î günde, “istivâ” vakti zeval vaktinden biraz önce belirli hale gelir. Bu durumda, kerahet vakti de, bu istivâ vaktinden önce, zeval vaktine kadar olan süreden ibarettir. Meselâ; Ocak ayının ilk günü, ikinci fecirle, güneşin batması arasındaki şer’î günün süresi 11 saat 10 dakika olmuş olur. Buradaki örfî gün de 9 saat 25 dakikadır. Bu durumda şer’î günün yarısı, yani istiva zamanı fecirden 5 saat 35 dakika sonra olup, güneşin doğmasından 3 saat 50 dakika sonraya rastlamış olur. Bu yüzden şer’î günün yarısı, zeval vaktinden 52 dakika önce olmuş olur. İşte bu 52 dakikalık süre bir kerâhet zamanıdır. Harzem fakihlerinin görüşü bu şekildedir. (Mekruh vakitler konusuna bk.)

Öğle vaktinin sonu güneş tam tepe noktada iken cisimlerin yere düşen gölge uzunluğu (fey-i zeval) dışında, her şeyin gölgesi, kendisinin bir misline ulaştığı ana kadar devam eder. Öğlenin bu vaktine “asr-ı evvel” denir. Bu, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğun görüşüdür. Ebû Hanîfe’ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna “asr-ı sânî” denir.

Fakihlerin çoğunluğunun delili, Cebrail (a.s.)’ın Hz. Peygamber’e namaz vakitlerini öğretirken, ikinci gün öğle namazını, her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman kıldırmasıdır.[54] Ebû Hanîfe’nin delili ise, Hz. Peygamber’in şu hadisidir: “Öğle namazını hava serinlediği zamana geciktiriniz.” [55] Buna “ibrâd (serine bırakma)” denir. Arabistan gibi sıcak iklimlerde, öğleden sonra havanın serinlemesi (ibrâd), ancak cisimlerin gölgesi iki misli olduğu zaman gerçekleşir.[56]

Yukarıda belirtilen iki görüşe göre, öğle namazı vakti çıkınca ikindi vakti girmiş olur. Hz. Âişe’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s); “Namazlara devam edin, orta namaza da devam edin”  âyetini[57] okudu ve “Orta namaz, ikindi namazıdır” buyurdu.[58] Yine hadiste şöyle buyurulur: “Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekâta yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiş olur.” [59] Çoğunluğa göre, ikindi namazını güneşin sararma (ısfırar) vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Hadiste münâfığn namazından şöyle söz edilir: “Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekât kılar ve Allah’ı çok az anar” [60]

Akşam namazının vakti, güneşin batmasıyla başlar ve batı ufkundaki kızıllığın (şafak) kaybolması ile sona erer. Ebû Hanîfe’ye göre, şafak, güneş battıktan sonra batı ufkundaki kızıllıktan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in de içinde bulunduğu çoğunluğa ve Ebû Hanîfe’den başka bir rivâyete göre ise şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil, Abdullah İbn Ömer’in; “Şafak, ufuktaki kırmızılıktır” [61] sözüdür. Hanefîlerde, fetvâya esas olan görüş, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşüdür. Buna göre, yatsının vakti, batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasıyla başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder.

Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.

Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır.

Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimsenin, uyumadan önce kılması, uyanacağından emin olan kimsenin ise, gecenin sonuna kadar geciktirmesi daha faziletlidir. (Geniş bilgi için, “Namaz Vakitleri - İki Namazı Birlikte Kılma ve Kutuplarda namaz kılma” konularına bak.)

6. Namazlara Ait Niyetler:

Niyet; azmetmek, kesin olarak istemek, kastetmek demektir. Namaz konusunda niyet, Allah için namaz kılmayı istemek ve hangi namazın kılınacağını bilmektir.

Namazda niyetin farz olduğu konusunda İslâm âlimlerinin görüş birliği vardır. Ancak çoğunluk bunu sıhhat şartı sayarken, Şâfiîler ve bazı Mâlikîler rükün sayarlar. Niyetin amacı; namaz çeşidini belirlemek, ibadeti âdetten ayırmak ve ibadette ihlâsı gerçekleştirmektir. Bu da ibadeti yalnız Allah’a özgü kılmakla olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Oysa onlar, dini yalnız Allah’a özgü kılarak, O’na kulluk etmekle emrolundular.” [62] Sayısı tevâtüre ulaşan râvîlerce nakledilen hadiste “niyet-amel ilşikisi” şöyle belirlenir: Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiği şey vardır.” [63] Hadis şu olayla ilgili olarak söylenmiştir: Mekke’de bütün mal varlığını bırakarak Medine’ye hicret eden muhacirlerin büyük ecirlere nail olacakları bildirilirken, içlerinden birisi, evlenmek istediği kadının da hicret etmesi üzerine, sırf onunla evlenebilmek için göç etmişti. Onun hicretten elde ettiği, bu kadınla evlenmekten ibaret olmuştu. Çünkü hicret niyeti bu idi. Hz. Peygamber bu hadisi onunla ilgili olarak söylemiştir.[64]

Niyet hâlis olmalı, yapılacak bir ibadet şuurlu bir halde yapılmalıdır. Amelde yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızası gözetilmeli, gaflet içinde bulunmamalıdır.

Niyet kalbe aittir. Bununla birlikte, niyetin kalb ile yapılıp, dil ile söylenmesi daha uygundur. Meselâ; bir kimse, başlayacağı bir namaza kalb ile niyet edip, dil ile birşey söylemese, o namazı yine caiz olur. Ancak, kalb ile niyet etmekle birlikte; “Şu vaktin farz veya sünnet namazını kılmaya niyet ettim” demesi daha iyidir. Bu şekilde niyet, tercih edilen görüşe göre müstehaptır. Çünkü burada, dil kalbe yardımcı olur.

Niyetin iftitah tekbirine yakın olması menduptur. Fakat tekbirden sonra yapılacak bir niyet ile namaz sahih olmaz. Tercih edilen görüş budur. Başka bir görüşe göre ise, tekbirden sonra Sübhaneke’den veya Eûzü’den önce yapılacak bir niyet ile de namaz caiz olur.

Farz namazlarda veya vitir, tilâvet secdesi, adak namazı ve bayram namazları gibi vâcip bir namazda, bunların belirlenmesi gerekir. Nitekim namazları kaza ederken de hem vaktin hem de, ilk veya son kazaya kalan şeklinde günün belirlenmesi gereklidir. Meselâ; “Bugünkü sabah namazının farzına veya cum’a namazına veya vitir yahut bayram namazına” diye niyet edilir. Genel anlamda “Farz namaza” diye niyet etmek yeterli değildir. Çünkü bununla namaz belirlenmiş olmaz. Fakat vakit içinde “bu vaktin farzını kılmaya” diye niyet edilmesi yeterli olur. Ancak cum’a bundan müstesnadır. Onu vaktin farzı niyetiyle kılmak yeterli olmaz. Çünkü asıl vakit, cum’anın değil, öğle namazınındır.

Nâfile namazlarda; “Niyet ettim, şu vaktin ilk sünnetini” veya “son sünnetini kılmaya” denilir. Bununla birlikte, nâfilelerde namaz kılmaya” diye mutlak niyet de yeterlidir. O namazın müekked veya gayri müekked sünnet olduğunu yahut rekâtlerini tayin etmek gerekmez. Yalnız teravih namazı için, “teravih namazına” veya “vaktin sünnetine” diye niyet edilmesi daha ihtiyatlı bir tutumdur.

Bir kimse, cemaatle namaz kılmakta olan bir topluluğa yetişse, bu namazın farz namaz mı yoksa teravih namazı mı olduğunu bilmese, farza niyet eder. Eğer bu cemaat, farz kılmakta iseler namaz sahih olur. Eğer teravih kılmakta iseler, onun kılacağı namaz nâfile olur. Yatsı namazından önce kılınmış olacağı için teravihten sayılmaz.[65]

Niyet tekbirden önce yapılmalı, niyetle tekbir arasına, namazla bağdaşmayan yeme, içme ve konuşma gibi davranışlar girmemelidir. Ancak niyetle tekbir arasına abdest almak, mescitte yürümek gibi namazla ilgili bir iş veya ara girerse, bunun zararı bulunmaz. Buna göre, namaza niyet eden kimse, bundan sonra abdest alsa veya mescide yürüse ve mescitte tekbir alıp imama uysa, fakat yeniden niyetlenmese, bunlar namazla bağdaşır nitelikte olduğu için önceki niyeti yeterli olur. Namaz sırasında abdesti bozulan kimsenin, abdest alarak yetiştiği yerden namaza devam etmesi de böyledir.

Şâfiîler’e göre, niyetin namazla ilgili işlere yakın olması ve iftitah tekbirinden önce yapılması şarttır.

Edâ niyetiyle kaza ve kaza niyetiyle eda caizdir. Meselâ; bir kimse daha öğle namazının vaktinin çıkmadığını sanarak, öğle namazını edaya niyet edip de daha sonra vaktin çıktığını anlasa, o namaz kaza mahiyetinde olarak caiz olur.

Bir kimse, bir vakit içinde iki farz namaza niyet etse, içinde bulunulan vaktin namazı sahih olur.

Namaza başlarken yapılan niyetin namazın sonuna kadar hatırda tutulması gerekmez. Buna göre, bir kimse bir vaktin farz namazına niyet ederek namaza başlasa, daha sonra nâfile kılıyormuş gibi bir zan ile namazını tamamlasa, namazın başında niyetlendiği farz namazı kılmış sayılır.

Nâfile namaz kılmaya niyet eden kimse, tekbir aldıktan sonra, farza niyet ederek yeniden tekbir alsa, farza başlamış olur. Aksi de böyledir. Meselâ; farza niyet ederek başlayan kimse, bir rekât kıldıktan sonra, başka bir farz veya nâfileye niyet ederek yeniden tekbir alsa, önceki namazını bozmuş, sonraki niyetine göre namaza başlamış olur.

Namaz kılan kişi yalnız başına kılıyorsa, farz veya vâcip türünü tayin eder. Eğer nâfile kılacaksa, “namaz kılmaya niyet ettim” demesi yeterli olur. Bu kimse namaz içinde iken imama uymaya niyet ederek diliyle yeniden tekbir alsa, önceki namazını bozmuş, imama uymuş olur.

İmama uyan kimsenin, kılacağı namazı belirlemeksizin, mutlak olarak; “imama uydum” diye niyet etmesi, tercih edilen görüşe göre yeterli değildir. “İmam ile birlikte namaz kılmaya niyet ettim” demesi de yeterli olmaz. “Öğle namazının farzını kılmaya, uydum hazır olan imama” şeklinde namazı da belirlemesi gerekir.

Bir kimse, imamın tekbirinden önce, hatta imam, Allah veya tekbir sözlerini bitirmeden namaza başlarsa, imama uymuş olmaz. Fakat ikinci defa tekbir alırsa, bununla imama uymuş olur.

Cemaatin imama uyma niyeti, imamın “Allahu ekber” diye namaza başlamasından sonra olmalıdır ki, bir namaz kılana uyulmuş olsun ve ondan önce tekbir alma ihtimali kalmasın. Bu, Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in görüşüdür.

Ebû Hanife’ye göre, cemaatin tekbirleri imamın tekbirine yakın olmalıdır. Çünkü bunda, ibadete hemen başlama fazileti vardır. Bu duruma göre, niyetin önce olması gerekir. Bununla birlikte imam daha Fâtiha Sûresini bitirmeden tekbir alıp imama uyan kimse, iftitah tekbirinin sevabına kavuşmuş olur.

Cemaatin, kendisine uyduğu imamı tanıması şart değildir. Ancak isim zikrederek belirlediği imama uyduktan sonra, imamın başka birisi olduğu anlaşılsa, bu uyma geçerli olmaz. Çünkü bu, kayıtlanmış niyettir.

Bir imamın erkek cemaate imam olmak için niyet etmesi şart değildir. Fakat imam olan kimsenin kadınlara imamlık etmeye niyet etmesi gerekir. Aksi halde, kadınların böyle bir imama uymaları geçerli olmaz. Günümüzde kadın cemaat bulunup bulunmadığını kontrol etmek güç olduğu için, imam olan kişinin “bana uyanlara imam oldum” gibi kadınları da içine alan genel bir niyet yapması daha uygundur.[66]

Dipnotlar:

[1] Mâide, 5/6. [2] Buhârî, Vüdû’, 2; Müslim, Tahâre, 2; Tirmizî, Tahâre, 1; Dârimî, Vüdû’, 21; A. İbn Hanbel II, 39. [3] Ebû Dâvud, Tahâre, 81, Salât, 187; Tirmizî, Radâ, 12. [4] bk. Bakara, 2/222. [5] Buhârî, Vudû’, 63, Hayz, 24; Müslim, Hayz, 62,63; Ebû Dâvud, Tahâre, 107; Tirmîzî, Tahâre, 93, 95, 96. [6] bk. Kâsânî, age, I, 114 vd; İbnü’l-Hümâm, age, I, 179 vd; Şürünbülâlî, age, 33, 39, 53; İbn Âbidîn, age, I, 372 vd. [7] Müddessir, 74/4. [8] A’râf, 7/31. [9] Bakara, 2/125. [10] Bakara, 2/222. [11] Tevbe, 9/108. [12] Buhârî, Vüdû’, 63, Hayz, 24; Müslim, Hayz, 62, 63; Ebû Dâvud, Tahâre, 107. [13] Buhârî, Vüdû’, 58, Edeb, 35, 80; Müslim, Tahâre, 98, 100; Ebû Dâvud, Tahâre, 136; Tirmizî, Tahâre, 112. [14] Nûr, 24/31, 58. [15] bk. A’râf, 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ, 20/121; Mâide, 5/31. [16] Tâhâ, 20/121. [17] Nûr, 24/38. [18] Nûr, 24/31. [19] Ahzâb, 33/59. [20] A’râf, 7/31 [21] Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, thk. M. Sâdık Kamhâvî, Kahire, ty., IV, 205 vd.; Elmalılı, Tefsir, 2. Baskı, İstanbul 1960, III, 2151, 2152. [22] Buhârî, Salât, 10. [23] İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; A. İbn Hanbel, IV, 151, 218, 259. [24] Ebû Dâvud, Libas, 31 [25] İbn Abidin age, I, 375 [26] A. İbn Hanbel, II, 187. [27] Ebû Dâvud, Salât, 26, H. No: 496; bk. Zeylâî, Nasb, I, 297. [28] Nûr, 24/31 [29] Ebû Dâvûd, Libas, 31 [30] İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; A. İbn Hanbel, Müsned, IV, 151, 218, 259. [31] Buhârî, Salât, 12; Şevkânî, Neyl, 63, 64. [32] Komisyon, İlmihal, Neşr. T.D.V., I, 230, 231. [33] bk. Buhârî, Salât, 12; Ebû Dâvud, Hammâm, 1; Tirmizî, Edeb, 40; A. İbn Hanbel, III, 478, 479, V, 290. [34] bk. İbn Âbidîn, I, 375 vd; Zeylâî, Tebyînü’l-Hakâik, Emîriyye tab’ı, I, 95; İbn Kudâme, Muğnî, I, 599; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, I, 111; Zühaylî, age, I, 579 vd; Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, s. 109, 110 [35] Bakara, 2/144 [36] bk.Buhârî, İmân, 30; Tefsîru sûre, 2/ 12, 15-19; Müslim, Mesâcid, 13; Nesâî, Salât, 24, Kıble, 3; Dârimî, Salât, 30; A. İbn Hanbel, I, 250, IV, 304; Tirmizî, Tefsîru sûre, 2/ 10;Kurtubî, age, II, 107-109; İbn  Kesîr, age, I, 134-136. [37] bk. İbn Abidîn, age, I, 397 vd.; Meydânî, Lübâb, I, 67; Şürünbülâlî, a.g.e. s.34, Zeylâî, Tebyînü’l-Hakaîk, I. 100. vd.; İbn Kudâme, Muğnî, I, 431 vd. [38] Bakara, 2/115; Zeylâî, Nasbu’r-Râye, I, 304; Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, I, 36 [39] Tirmizî, Salât, 139; Nesâî, Sıyâm, 43; İbn Mâce, İkâme, 56 [40] Bakara, 2/150. [41] Zühaylî, age, I, 598 [42] Şevkânî, age, III, 144 [43] bk. İbn Âbidîn, age, I, 397-406; Meydânî, Lübâb, I, 67; Şürünbülâlî, age, s. 34; İbn Kudâme, age, I, 431-452; Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli, İstanbul 1985, s. 111-113; Şevkânî, age, III, 144 [44] Nisâ, 4/103. [45] İsrâ, 17/78. [46] Rum, 30/17, 18. [47] Tâhâ, 20/130. [48] Hûd, 11/114. [49] İnsan, 76/25, 26. [50] Kâf, 50/39. [51] İsrâ, 17/79. [52] Ebû Dâvud, Salât, 2, H.No: 393; Tirmizî, Salât, H. No: 149; A. İbn Hanbel, Müsned, I, 382, III, 330, 331, 352. Tirmizî, bu hadis için “hasen sahih” demiştir. Namaz vakitleri konusunda geniş bilgi için bk. Tehânevî, İ’lâü’s-Sünen, 1. Baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1418/1997, II, 3-67. [53] Buhârî, Mevâkît, 1. [54] Ebû Dâvud, Salât, 2; Tirmizî, Mevâkît, 1; Nesâî, Mevâkît, 6, 10, 15; İbn Hanbel, I, 383, II, 330; Mâlik, Muvatta’, Salât, 9. [55] Buhârî, Mevâkît, 9, 10. Ezan, 18; Bed’ül-Halk, 10; Müslim, Mesâcid, 180, 181, 184, 186; Ebû Dâvud, Salât, 4 [56] Mevsîli, İhtiyar, I, 38, 39, Zühaylî, age, I, 508 [57] Bakara, 2/238 [58] Ebû Dâvud, Salât, 5; İbn Hanbel, V, 8; İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, (thk. M. Alî Sâbûnî) Beyrut, 1981, I, 218 [59] Mâlik, Muvatta’, Vukût, 5; Ebû Dâvud, Salât, 5; İbn Mâce, Salât, 2; İbn Hanbel, II, 236, 254, 260, 282. [60] Mâlik, Muvatta’, Kur’an, 46. [61] San’âni, Sübülü’s-Selâm, I, 106 [62] Beyyine, 98/5 [63] Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155 [64] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, Îmân, 41, Nikâh, 5, Talâk, 11, Menâkıbu’l- Ensâr, 45, Itk, 6, Eymân, 23, Hıyel, 1; Müslim, İmâre, 155; Ebû Dâvud, Talâk, 11; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 16; Nesâî, Tahâre, 59, Talâk, 24, Eymân, 19; İbn Mâce, Zühd, 26. [65] Kâsânî, Bedâyî’, I, 127 vd; İbn Âbidîn, age, I, 406 vd; Zeylâî, Tebyinü’l-Hakâik, I, 199 vd; İbnü’l-Hümâm, age, I, 185; Bilmen age, s. 118 vd. [66] Zühaylî, age, I, 611; Bilmen, age, s. 120, 121.

Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

NAMAZ NEDİR?

Namaz Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.