
Namaz Kılarken Buna Çok Dikkat Edin!
Namaz kılarken en çok neye dikkat etmeliyiz? Hangi namaz bizleri cehenneme sürükler? Amellerimizin kabulü için neler yapmalı, neler yapmamalıyız?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Çocuk, âkil ve bâliğ olmadığından, çocukluk îcâbı, orucu annesine-babasına hoş görünmek için tutabilir. Lâkin yaşlı bir kimse ibadeti hâlâ Hak için değil de halk için yaparsa, çocuktan daha câhil ve anlayışsız demektir.
Halka sofuluk taslamak için kılınan namaz, Cehennem kapısının anahtarıdır. Tuttuğun yol Allah’tan başkasına gidiyorsa, yarın senin seccâdeni Cehennemʼe sererler.”
"İşlediğimiz Sâlih Amellerin Hak Katında Makbul Olmasını İstiyorsak..."
İşlediğimiz sâlih amellerin Hak katında makbul olmasını istiyorsak, kalbimizdeki niyete, nefsânî gayelerin gölgesini dahî düşürmemeye gayret etmeliyiz. Amellerimiz sebebiyle fânîlerin iltifatını umuyor ve bundan hoşnut oluyorsak, bu hâl, son derece muhtaç olacağımız âhiret azıklarımızı, nefs ve şeytan farelerine yem etmekten farksız bir gaflettir.
Meselâ eskiden hacca çok az insan gidebilirdi. Gidenlere “Hacı bey, Hacı hanım” diye hitâb edilir, toplumda mûteber insanlar olarak kabul edilirlerdi. Belki bu tavır, o zamanlar insanları bu ibadete teşvik maksadı taşıyordu. Fakat zaman içerisinde bu durum, kalben tekâmül etmemiş bazı kimseler tarafından, âdeta mânevî bir makam-mevkî meselesi gibi addedilerek, bir çeşit iftihar/övünme vesîlesi hâline getirildi. Bu ise son derece mahzurludur.
Zira bir müʼmin, yaptığı amelleri insanlara reklâm ederek şan, şöhret ve îtibar kazanmaya tenezzül ederse, o amellerin ecrini kendi eliyle imhâ etmiş olur.
Dolayısıyla bir hacıya veya bir hayır-hasenat sahibine, ibadet ve hayırlarından dolayı herhangi bir teveccüh ve iltifatta bulunulsa bile, onun bu iltifatı üzerine almaması gerekir. Bilâkis amellerinin karşılığının bu fânî iltifatlardan ibaret kalmasından korkarak, hemen istiğfarda bulunması îcâb eder.
Tüm Amellerimiz Allah'ın Kabulüne Muhtaçtır
Unutmayalım ki bütün ibadet, tâat ve hayır-hasenâtımız -tıpkı duâlarımız gibi- Allâhʼın kabûlüne muhtaçtır. Bir kul gerçek mânâda hacı olup olamadığını, olduysa bile son nefesine kadar hacı kalıp kalamadığını, yaptığı hayır-hasenâtın Allah katında makbul olup olmadığını; ancak mîzanda amelleri tartılırken öğrenecektir.
Diğer taraftan, bazı ibadetleri halkın nazarlarından bütünüyle gizlemek de imkânsızdır. Meselâ beş vakit namazı cemaatle kılmak, hac, umre, Allah yolundaki birçok faaliyetler, açıktan îfâ edilmek zorundadır. Riyâ olmasın diye bunları terk etmek, nefs ve şeytanın tuzağına düşmektir.
Üstelik bazı dînî gayretlerin görülüp duyulması, onların toplum nezdinde neşv ü nemâ bulmasına vesîledir. Bu şekilde insanları bir “hayır seferberliğine teşvik etme” faydası söz konusu olduğunda, yine -kalbi riyâ ve benzeri bâtınî haramlardan korumak şartıyla- o sâlih amelleri alenî olarak îfâ etmekte hiçbir mahzur yoktur.
Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:
“Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya, onların mükâfatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, üzüntü de çekmezler.” (el-Bakara, 274)
Muhterem babam Mûsâ Efendi de bana zekât ve hayrat defterini gösterir;
“‒Bak oğlum; şu sayfa zekâtım, şu sayfa da hayrâtımdır. Nefis dâimâ insanı aldatır. Az bir hayrı çok gibi gösterir. Bunun için muhakkak zekât ve hayrâtınızı ayrı ayrı yazın. Hayrâtınız da -bilhassa zor zamanlarda- zekâtınızın çok çok ötesine geçsin. Bu, büyük bir rahmet vesîlesidir. Zira sadaka, belâları önler!” nasihatinde bulunurdu. Böylece bizzat örnek olarak bizleri îkaz ederdi. Şüphesiz ki bu nevî tâlim ve telkinler de hayra teşvik mâhiyetindedir.
Tarih ve medeniyetimizdeki infak edebinin müstesnâ tezâhürlerinden biri olan “sadaka taşları”nda olduğu gibi, infâkı gizlice edâ etmek; hem verenin ihlâsının hem de alanın haysiyetinin korunması bakımından, son derece kıymetli ve makbul bir davranıştır. Fakat zaruret varsa -nefsin fısıltılarını susturup ihlâsı korumak kaydıyla- açıktan infâkı da ihmâl etmemek gerekir.
Bu durum, şuna benzer:
Meselâ normal şartlarda kibir, çok ağır bir günahtır, gönlün kanseridir. Lâkin kibirliye gösterilen kibir câizdir. Nitekim; “Kibirliye karşı kibir, sadakadır.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, IV, s. 366/5299)
Yine mü’minler, yeryüzünde mütevâzı yürümekle, hâl ve hareketlerinde gurur, kibir ve azamet sergilemekten sakınmakla mükelleftirler. Fakat bu hâl, normal şartlarda ve din kardeşlerine karşı geçerlidir. Allah ve Rasûlʼünün düşmanlarına karşı ise İslâm’ın izzet ve haysiyetini muhafaza etmek emredilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak müʼminlerin vasıflarını zikrederken şöyle buyurmuştur:
“…Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve vakurdurlar.…” (el-Mâide, 54)
“Muhammed, Allah’ın Rasûlüʼdür. Oʼnunla beraber olanlar, kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Fetih, 29)
Dolayısıyla Allah ve Rasûlullah düşmanlarına karşı İslâm’ı temsil mevkiinde bulunan bir müslümanın, vakur olması elzemdir. Hattâ bu maksatla sergilenen tekebbür/büyüklenmek bile makbuldür. Zira böyle durumlarda büyüklenmek; son derece haklı ve müsbet bir gayeye hizmet etmiş olur ki bu takdirde kibir yerine vakar adını alır.
Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, bunun ne güzel bir misâlidir:
Uhud’da çarpışmanın kızıştığı esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz eline bir kılıç alarak:
“–Bunu benden kim alır?” diye sordu. Sahâbîler:
“–Ben, ben!” diyerek onu almak için ellerini uzattılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu defa:
“–Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensâr’dan Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- ayağa kalkıp:
“–Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlâllah!” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128)
Ebû Dücâne kılıcı alınca:
“–Bunun hakkı nedir yâ Rasûlâllah!” diye sordu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanla vuruşmandır…” buyurdu.
Ebû Dücâne kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun bu yürüyüşünü görünce:
“–Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah Teâlâ ona bu gibi durumların hâricinde buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12)
Demek ki insanları hor ve hakir görmek, büyük günahlar olsa da; harp zamanı düşmanın gözünü korkutmak veya gayr-i müslimlere İslâmʼın izzet ve şerefini temsil etmek maksadıyla kuvvet ve azamet izhâr etmekte hiçbir mahzur yoktur. Hattâ bu tavrı sergilemek, ümmetin maslahatı için bir vazife hâline gelmektedir.
Bunun tarihî bir misalini, Kânûnî Sultan Süleymanʼın Fransa kralına gönderdiği mektubunda görüyoruz. Kânûnî mektubunda ona şöyle hitâb ediyordu:
“Ben ki Âzerbaycan’ın, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, Karaman’ın, Irak’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın, karaların ve denizlerin hâkânı Yavuz Sultan Selîm Han oğlu Sultan Süleyman Hân’ım. Sen ki Fransa eyâletinin vâlisi Françesko’sun!..”
Demek ki İslâm’da, yerine göre bazı hükümler bambaşka bir mânâ ve muhtevâ kazanabilmektedir. Nasıl ki tevâzuun gerekli olduğu bir yerde kibirlenmek son derece çirkin bir davranış ise, vakar vasfındaki bir tekebbürün câiz ve hattâ gerekli olduğu bir durumda tevâzu göstermek de aynı derecede çirkin bir zillet, acziyet ve meskenete dönüşmektedir.
Dolayısıyla hayatı âdeta numarasız gözlükler gibi hep mütevâzı, hep uysal, hep nahif olarak monoton/yeknesak bir tavırla yaşamak, İslâm nazarında ne makbul sayılan, ne de arzu edilen bir durumdur.
Müʼmin, îcâb ettiğinde celâlli, vakur, cesur, tâvizsiz ve çetin olmasını da bilmelidir. Bunun için bizler de İslâmî hüküm ve ölçülerin -tâbir câizse- mantığını idrâk edip onları yerli yerinde ve doğru bir şekilde hayatımıza tatbik etmeliyiz.]
Cenâb-ı Hak bizleri ihlâsa erdirip ihlâsını da koruduğu sâlih kullarının zümresine, lûtf u keremiyle ilhâk eylesin. İbadetlerimize, fânî ve nefsânî gayeler karıştırmaktan cümlemizi muhafaza buyursun. Niyetlerimizi dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin. Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2025 – Mayıs, Sayı: 471
YORUMLAR