Müslüman Şerre Kilit, Hayra Anahtar Olmalıdır

Orta Asya ve Anadolu’nun mânevi mîmarı Bahâeddin Nakşibend hazretlerinin hayatı, görüşleri, tesiri ve aynı zamanda Nakşibendilik hakkındaki görüşlerinin ele alındığı Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve Nakşibendîlik Sempozyumu, 2-3-4 Aralık tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirildi.

Haber: Abdullah Güner

1318-1389 yılları arasında yaşayan Şâh-ı Nakşibend hazretleri, 12. asırda Abdülhâlik Gucdüvânî tarafından kurulan Hâcegân tasavvuf yolunun unutulmaya yüz tutan prensiplerini yeniden ihyâ ederek bir irfan okulu binâ etmiş bir Hak dostudur. Kendisinden sonra Nakşibendiyye adıyla anılan bu maneviyat yolu Hindistan’dan Balkanlar’a, Yemen’den Kafkaslar’a kadar İslâm dünyasında geniş bir coğrafyada yayıldığı gibi Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Anadolu’yu aydınlatan bir irfan ocağı olmuş. Bahâeddin Nakşibend’in yaptığı belki de en önemli iş, tasavvuf ile dînin zâhirî ilimleri, bir diğer ifâdeyle sûfîler ile ulemâyı, tekke ile medreseyi birbirinden ayrı, hatta rakip olarak gören anlayışı reddetmiş ve din âlimlerine büyük bir saygı göstermiş olmasıdır.

Tasavvuf  yolunun temel kaynaklara müracaatla ve bilimsel bir üslupla incelenerek halka ve dünyaya tanıtılması gayesiyle Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı tarafından tertip edilen Nakşibendilik Sempozyumu, bugün cemaat-tarikat-hizmet gibi kavramların içinin boşaltıldığı ve halkla irtibatının koparılmaya çalışıldığı bir zamanda yapılması açısından önemli bir programdı.

VATANA HİZMETİ GANİMET BİLDİLER 

40’a yakın ülkeden birçok katılımcının teşrif ettiği Nakşibendilik Sempozyumu’nun ilk gününde (2 Aralık) açılış konuşmaları gerçekleştirildi. İlkini, Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı yönetim kurulu başkanı Ahmed Hamdi Topbaş’ın yaptığı konuşmada, vakıf olarak dünden bugüne şiarlarının yoksulluk ve cahillik ile mücadele olduğunu dile getiren Topbaş, gelecek yıllarda da Allah dostlarının hayatlarının anlatılacağı benzer sempozyumlar düzenleyeceklerini müjdeledi. İslam dünyasının ve Anadolu irfanının mayası olan büyük mutasavvıfları anmaktan maksatlarının tasavvuf konusunda hak ile bâtılı tefrik etmek olduğunu belirten Ahmet H. Topbaş, günümüzde cemaat-tarikat-hizmet kavramlarının kirletildiğini; bir silsileye bağlı bulunmayan, kökü ve geleneği olmayan, içinde bid’at ve hurafelerin savrulduğu cemaat ve grupların yaptığı yanlışlıkları bütün tasavvuf erbabına mal etmenin de ayrı bir hezeyan olduğunu ifade etti.

İkinci konuşmacı olan Prof. Dr. Süleyman Uludağ, 15 Temmuz darbe teşebbüsüne karşı tasavvuf erbabının da o gece ya şehit ya da gazi olduğunu, maneviyat yoluna bağlı olanların milletin ve seçilmiş hükümetin yanında olduğunu belirterek tasavvuf ekollerinin temel merkezinin Kur’ân ve sünnet çerçevesinde bir hayat sürmek, vatana hizmeti ganimet bilmek olduğunu vurguladı. Uludağ, geleneği ve silsilesi olmayan ‘din hırsızı âlimler’e karşı uyarılarda bulunarak, tasavvufla alakalı üretilen bilgi kirliliğine karşı sempozyumun güzel bir cevap olacağını söyledi.

TASAVVUF, DİNİ VE HAYATI AŞK VE COŞKUYLA YAŞAMANIN ADIDIR

Nakşibendilik Sempozyumu’nda Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz ise tasavvufu tarif ederek başladığı konuşmasında sözde din rehberlerini eleştirerek şunları ifade etti: “İrfan mektebi olarak bilinen tasavvufun asıl hedefi cihad-ı ekber ile cihad-ı asgar arasında bir denge kurmaktır. Cihad-ı ekber (büyük cihad), insanoğlunu maneviyattan uzaklaştıran nefsin zaaf ve arzularına karşı deruni bir mücadelenin adıdır. Cihad-ı asgar (küçük cihad) ise ümmet şuuru içinde bir İslam toplumu inşa etmek üzere insanla İslam arasındaki engelleri kaldırmak, her türlü zorbalığa, baskıya ve bu yolda güç, bilgi ve servet sahiplerine karşı durma eylemidir. 

Tasavvuf, mülkün, iktidarın, güç ve bilginin mutlak sahibinin Allah olduğu gerçeğini hayata hâkim kılmaktır. Bunu hayata hâkim kılabilmek için benliğimizi bu istikâmette eğitme çabası içinde olmaktır. Tasavvuf, dini ve hayatı aşk ve coşkuyla yaşamanın adıdır.”

Etrafındakileri Allah’a kulluk yerine kendisine kölelik ve meddahlığa çağıran, kendisini kâinatın imamı ve başkalarından üstün görenlerin, mürşid ve rehberlikle hatta İslam irfanıyla uzaktan yakından alakası olamayacağının altını çizen Prof. Dr. Hasan K. Yılmaz, malum FETÖ yapılanmasının taşıdığı hastalıklı yapının tedavi edilmesi gerektiğini, tedavisi mümkün olmayan hastalıklı organa da gerekli cerrahi müdahalenin yapılarak, hastalıklı organın kesilip atılmasının icap ettiğini söyledi. Bu anlamda Diyanet’in hâzık hekim edasıyla hastalıklı uzva gerekli müdahaleyi yapmakta olduğunu ama diğer organlara zarar vermemesi, bulaşmaması için de tedbirler aldığını belirtti.

EL KÂRDA GÖNÜL YÂR'DA 

Sempozyumun devam eden ikinci gününde Prof. Dr. Necdet Tosun, Bahâeddin Naşibend’in hayatı ve görüşlerini konu alan birinci oturumda Hoca Bahâeddin Nakşibend’den sonra Hacegan yolunun Nakşibendiyye olarak devam edişini izah etti. Nakşiliğin esaslarının Kur’ân ve sünnet temelleri üzerine inşa edildiğini belirten Necdet Tosun, Bahâeddin Nakşibend hazretlerinin fiillerinde şeffaflığından ve netliğinden söz etti. Gerektiğinde ulemeya “Eğer fiillerimizde sünnete ve Kur’ân’a aykırı bir şey varsa söyleyin hemen düzeltelim” demiştir.

Hoca Bahâeddin Nakşibend hazretleri, bir defasında hacca gitmiş, orada bir genç görmüş Mina pazarında. Eliyle ticaret yapıyordu; alıyordu, satıyordu, kazanıyordu fakat baktım gönlünde para-pul, dünya sevgisi yok. Maşallah “el kârda gönül Yâr’da” demiş. İşte bu söz sonraki asırlarda da Nakşibendiliğin temel prensiplerinden birisi olmuştur. Buna “halvet der encümen” diyorlar, “halk içindeyken Hak ile beraber olmak”. Yani bedenen toplumun içinde topluma faydalı olacağız, çalışıp kazanacağız ama bunu yaparken kalbimiz Allah ile beraber olacak, kalbimizde dünya sevgisi olmayacak anlamında ifade ediliyor.

“Mevlânâ Hâlid ve Hâlidîlik” başlıklı 6. oturumda söz alan Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, sunduğu tebliğde hem Üstad Necip Fazıl hem de onun kendine üstad kabul ettiği Hâlidîliğin önemli temsilcilerinden Seyyid Abdullah Arvasi hazretlerinden bahsetti.

Sempozyumun üçüncü ve son gününde yapılan değerlendirme ve kapanış oturumunda Prof. Dr. İrfan Gündüz, “hayatın içinde derviş olmak” vurgusu ile asıl olması gerekenin kişilerin güncel toplum içerisinde yaşarken, kendini soyutlamadan yaşanan bir dervişlik olduğunu vurguladı. Yani Bahâeddin Nakşibend hazretlerinin hayatından anlatıldığı üzere  “el karda gönül Yâr’da” bilinci ile hayat bulan bir dervişlik üzerinde duruldu. Alnının teri ile rızkına temin ederken dahi Allah’tan kopmamak ve çalışmayı ibadet bilerek, çalışır haldeyken kalbin sahibinde olması, O’nu zikretmesi.

Sempozyumun diğer oturumlarında Nakşiliğin Orta Asya’da, Balkanlar’da ve Hindistan’daki etkileri, bu yoldakilerin yapmış olduğu hizmetler; manevi eğitimde ve içtimai olarak ne gibi tesirleri olduğu üzerineydi.

“MÜSLÜMAN ŞERRE KİLİT, HAYRA ANAHTAR OLMALIDIR”

Sempozyumla ilgili son değerlendirmeyi şu şekilde yapabiliriz: Sempozyumun en güzel ve en önemli konuşmasını bana göre Prof. Dr. Mustafa Kara yaptı ki o konuşmaya bilahare değineceğiz. Bunun yanında Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz’ın “Müslüman şerre kilit, hayra anahtar olmalıdır” cümlesi sempozyumun özeti olarak çıkartılabilecek cümlelerden biriydi. Bahâeddin Nakşibend hazretlerinin hayatındaki bütün fiiller buna örnek niteliğindeydi. Yani ne kadar bilirsen bil, ne kadar okursan oku bunlar ile amel etmedikten, “Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker” (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak) görevini yerine getirmedikten sonra pek de bir ehemmiyeti yok. Müslüman bir insan bildiği kadar yaşamalı ve örnek olmalı. Çünkü anlatılan bütün arifler, evliyalar, mürşitler ilimleri ile amel eden ve şahsiyetleri ile kendileri gibi nice talebeler yetiştiren insanlar olmuşlar. Yani önce almış, yaşamış ve sonra onu aktarmış. Böylece nice kuşaklar yüzyıllar öncesinde günümüze kadar gelmiş ve hâlâ hizmetini devam ettiriyor. Çağlara damgasını vuran bu şahsiyetlerin ortak noktası ise samimiyet, hizmet ve tevazu olmuş. Bugün bu kavramlarla ilgili bir sınavdan geçtiğimiz de hepimizce aşikâr.

Not: Uluslararası Bahâeddin Nakşibend ve Nakşibendîlik Sempozyumu tüm programını bu linkten izleyebilirsiniz.

Kaynak: Dünyabizim

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.