Miras İle İlgili Ayet ve Hadisler

Miras nedir? Miras ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Feraiz ne demektir? Feraiz ilmi nedir? Mirasta kadın ve erkeğin hakkı nedir? İslam'da miras paylaşımı nasıl olur? Ayet ve hadislerle İslam'da mirasla ilgili bilmeniz gerekenler...

  • Miras Nedir?

Miras, vefat eden kimsenin geride bıraktığı mallarda hakkı olan şahıslar ile her birinin payını ve bu paylarla ilgili hesap şekillerini gösteren hükümler ve kaidelere denir. İslâm hukukunda bu ferâiz başlığı altında incelenmektedir. Ölünün geride bırakmış olduğu ve taksime konu olan maddî değere terike; mîrasta hak sahibi olana vâris; vefat edip mal bırakana mûris denir. Mîras, ferâiz manasına kullanıldığı gibi, terike, vâris olmak anlamlarına da kullanılmaktadır.

İSLAM'DA MİRAS İLE İLGİLİ AYETLER VE TEFSİRİ

  • Nisa Suresi 7. Ayet

"Ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda erkek mirasçıların bir payı olduğu gibi; ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda kadın mirasçıların da bir payı vardır. Bunlar, gerek az olsun gerek çok olsun, Allah tarafından takdir edilmiş ve mirasçıya verilmesi gereken paylardır."

Bu âyet-i kerîme mirasın taksimatıyla alakalı beş esas ihtiva eder:

› Hem erkeklerin hem de kadınların mirasta bir hakları vardır.

› Az olsun çok olsun miras bütün vârisler arasında paylaşılmalıdır. O kadar ki, eğer ölen kişi bir miktar kumaş bırakmış olsa bile gerekiyorsa mesela on parçaya ayrılmalıdır. Bununla birlikte eğer bir varis isterse diğerinin rızâsını alarak onların paylarını satın alır ve tüm mirasa sahip olabilir.

› Bu kaide taşınabilir ve taşınamaz, zirâî veya sınâî her tür mal için geçerlidir.

› Ölen kişi arkasında mal bıraktığı takdirde miras söz konusu olur.

› Yakın akrabalar hayatta iken uzak akrabalara miras düşmez.

Burada az veya çok miras malından hem erkeklerin, hem de kadınların pay sahibi olduğu bildirilmek suretiyle, İslâm öncesinde kadınlara mirastan pay vermemek şeklindeki âdet kaldırılmıştır. Rivayete göre Ensar’dan Evs b. Sâbit vefat ettiğinde geride hanımıyla üç kızını bırakmış, iki amcaoğlu cahiliye âdetine göre mirasının tamamını almış ve onlara hiçbir şey bırakmamışlardı. Kadın durumu Resûlullah’a arzetmiş, Efendimiz “Haydi evine git, bakalım Allah ne gösterecek?” buyurarak vahyi beklemiş ve mirasın yalnız erkeklere mahsus olmadığını bildiren bu âyet nâzil olmuştur. (bk. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 148)

Miras konusuna giriş mâhiyetindeki bu âyet-i kerîme, aynı zamanda aşağıda payları ayrıntılarıyla açıklanacak olan miras hisselerinin, titizlikle sahiplerine verilmesini ihtar etmektedir:

  • Nisa Suresi 8. Ayet

"Miras paylaştırılırken, mirasçı olmayan akrabalar, yetimler ve fakirler de orada hazır bulunuyorlarsa, onlara da bu mirastan bir şeyler verin ve gönüllerini alacak tatlı güzel sözler söyleyin."

Bu âyet, İslâm’ın yerleştirmeğe çalıştığı şefkat ve karşılıksız yardım gibi faziletlerin müşahhas bir misâlini ortaya koyar. Buna göre vefat edip de az veya çok bir mal bırakmış olan kimse, kanunî mirasçıları yanında mirastan payı bulunmayan uzak akraba, hizmetçi veya konu-komşusu varsa, bunlara da mirastan bir şeyler vermelidir. Âlimler umûmiyetle âyetteki tavsiyenin emir değil, mendupluk ifade ettiği görüşündedirler. Dolayısıyla böyle bir payın verilmesi zorunlu değildir. Fakat böyle davranmak, elbette kişiyi Allah’ın rızâsına götürecek faziletli bir iştir.

Burada yetimlerin haklarına riayet tekrar tekrar hatırlatılır:

  • Nisa Suresi 9 ve 10. Ayetler

"Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, aynı endişeyi diğer insanlar için de taşıyıp yetimlerin hakkına dokunmaktan öylece korkup ürpersinler. Ürpersinler de Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve gerek miras taksiminde, gerekse yetimlere, yoksullara muamelede sözün doğrusunu ve güzelini söylesinler."

"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir."

Âyetlerde kalbe ve duygulara hitap eden bir ifade kullanılır. Bu işlerde söz sahibi kişiler, velîler ve vâsîler, kendilerini vefat eden kişinin, yetimlerini de kendi evlatları yerine koyup öyle düşünmeli, buna göre hareket etmelidirler. Kendi çocuklarına kıyasla yetim haklarına dikkat ve riayet göstermelidirler. Şayet böyle yapmayacak ve onların mallarını haksız olarak yiyecek olurlarsa, şunu bilsinler ki yedikleri ancak ateştir. Karınlarını ateşle doldurmaktadırlar. Âhiret gününde bu hareketlerinin karşılığını alevli bir ateşte ceza görmek suretiyle çekeceklerdir.

Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Miraca çıktığı gecede gördüklerini anlatırken şöyle buyurmuştur:

“Baktım, dudakları deve dudaklarına benzeyen bir topluluğun yanındayım. Başlarında bulunan biri bunların dudaklarını tutuyor, ağızlarına ateşten bir taş parçası koyuyor, ağızlarından koyulan bu taş aşağılarından çıkıyor. Bunların öyle bir bağırışı, öyle bir inleyişi var ki, çok acı! «Ey Cebrâil, bunlar kim oluyor?» di­ye sordum bana: «Bunlar yetimlerin mallarını zulüm ile yiyenlerdir» dedi.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19)

Mirasın kime ne kadar verleceğini belirlemek üzere şöyle buyruluyor:

  • Nisa Suresi 11 ve 12. Ayetler

"Çocuklarınızın mirastan payları konusunda Allah size şu emirleri veriyor: Erkek çocuğun payı, kız çocuğun payının iki katıdır. Eğer çocukların hepsi kız ve ikiden fazlaysa, mirasın üçte ikisi onlarındır. Eğer kız çocuk tekse mirasın yarısını alır. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan ana-babasından her birine altıda bir pay düşer. Eğer çocuğu yoksa, tek vârisi de ana-babasıysa, o takdirde mirasın üçte biri annenindir. Ölenin kardeşleri varsa, o zaman annenin payı altıda birdir. Bütün bu taksimler, ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra yapılacaktır. Ana babanız ve çocuklarınızdan hangisinin faydaları itibariyle size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından belirlenmiş ve mutlaka sahiplerine verilmesi gereken paylardır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır."

"Hanımlarınızın çocukları yoksa, bıraktıkları mirâsın yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Fakat bu taksim, vasiyetlerinin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonra yapılacaktır. Sizin çocuklarınız yoksa, bıraktığınız mirasın dörtte biri dul eşlerinizindir. Çocuklarınız varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Fakat bu taksim, vasiyetinizin yerine getirilmesinden ve borçlarınızın ödenmesinden sonra yapılacaktır. Eğer mirâs bırakan erkek veya kadının ana babası ve çocukları yok da, sadece bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, bu durumda onların her birine altıda bir pay düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortak olurlar. Ama bütün bunlar da, ölenin vasiyetinin yerine getirilmesinden ve borçlarının ödenmesinden sonradır. Ancak vasiyetin yerine getirilip borcun ödenmesinde mirasçılar zarara uğratılmamalıdır. Bunlar, Allah’ın size olan emridir. Allah her şeyi hakkiyle bilendir, cezalandırmada acele etmeyendir."

İslâm’a göre mirasın nasıl taksim edileceği bu âyetlerle sûrenin sonunda yer alan 176. âyette beyân edilir. Âyetlerin izah ettiği kısımlar dışında kalan hususlar ise Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetiyle açıklığa kavuşturulur.

İslâm öncesi câhiliye Arapları mirası kendilerine göre taksim ederlerdi. Mesela akrabalık bağı dışında “hılf” denilen karşılıklı ahitleşmeyi ve evlat edinmeyi de miras için esas kabul etmişlerdi. Bunlardan “karşılıklı ahitleşme”, iki kişinin birbirini vâris tanıması esasına dayanıyordu. İkisinden hangisi önce ölürse öteki onun malına varis olurdu. Birisi bir başkasının oğlunu evlat edinirse, bundan böyle nesebi evlat edinene nispet edilir ve o kişinin vârisi olurdu. Yine câhiliye döneminde miras yalnız at üzerinde savaşabilen yetişkin erkeklere kalabilirdi. Kadınlara ve küçük çocuklara mirastan pay verilmezdi. Bu âyetlerle birlikte İslâmın miras hususundaki esasları açık ve detaylı bir biçimde belirlenmiş oldu.

İslâm hukukuna göre mirastan belirli paylara sahip olan yakın akrabalara “ashâbü’l-ferâiz” denir. Tek başlarına olunca mirasın tamamını, ferâiz ashâbıyla beraber olunca ise mirasın geri kalanını alan akrabaya ise “asabe” denir. Mesela ölenin oğlu tek başına olunca mirasın tamamını, ölenin karısıyla beraber bulunduğu takdirde de sekizde bir hisseden geri kalan sekizde yedi hisseyi alır.

Bu âyetlerde ölenin oğlu, kızı, anası, babası, hanımı ve kardeşinin miras payları açıkça ifade edilir. Buna göre ölenin çocuklarından erkeğe kadının iki katı kadar pay verilecektir Allah Teâlâ’nın tanzîm buyurduğu aile ve toplum yapısı açısından âdil olan budur. İslâm’da aslolan, erkek ve kadının bir aile hayatı içerisinde yaşamasıdır. Aile içinde de mâlî mesuliyet, ev halkının nafakasının temini erkeğin omuzlarına yüklenmiştir. Erkek hem kendinin, hem de eşi ve çocuklarının nafakasını karşılamak zorundadır. Buna mukâbil, kadın yalnız kendinden mesuldür ve kendisine kalan miras hissesi üzerinde tek başına tasarrufa yetkilidir.

Ölenin bir kızı varsa mirasın yarısını, ikiden fazla kızı varsa üçte ikisini alacaklardır. Âyet iki kızı bulunması durumunu açıkça zikretmemektedir. Müçtehitler, çeşitli delillere dayanarak, iki kızın payının da ikiden fazlası gibi üçte iki olacağını kabul etmişlerdir.

“Ana babanız ve çocuklarınızdan hangisinin faydaları itibariyle size daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz” (Nisâ 4/11) beyânıyla, miras paylarının âyetlerde emredildiği şekilde yerine getirilmesi lüzumu hatırlatılır. Vârislerden bir kısmını diğerine tercih edecek ve bir kısmını mahrum bırakıp zarara uğratacak tarzda vasiyetler yapılmaması tembih edilir. Çünkü mirasta asıl olan şahsî hissiyât ve tasarruflar değil, akrabalık bağı ve yakınlık derecesidir.

Bu âyetlerde birkaç kere tekrarlanan “ölenin yaptığı vasiyet yerine getirildikten ve varsa borcu ödendikten sonra” (Nisâ 4/11) ifadesi, mirasta öncelikle bu iki meselenin halledilmesi gerektiğini gösterir. Buna göre önce ölünün borçları ödenir, sonra vasiyeti yerine getirilir, daha sonra da kalan miras paylaştırılır. Kişinin malvarlığı üzerinde yapabileceği vasiyetin miktarı hadislerde üçte birle sınırlandırılmış, vârislere vasiyet yoluyla mal bırakmak da yasaklanmıştır.

Gelen âyetlerde Allah Teâlâ’nın beyân buyurduğu bu miras hükümlerine uymamız gerektiği kuvvetli ifadelerle belirtilir. Bunlara aykırı uygulamalardan uzak durmamız istenir:

  • Nisa Suresi 13 ve 14. Ayetler

"İşte bunlar Allah’ın belirlediği sınırlardır. Kim Allah’a ve Pey­gam­beri’ne itaat ederse Allah onu, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur."

"Kim de Allah’a ve Peygamberi’ne isyân eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu, içinde devamlı kalacağı bir ateşe sokar. Onun için zelîl ve perişan eden bir azap vardır."

İslâm, mirasta payları dağıtırken âdil denge esasına riâyet ettiği gibi, vârisleri tâyin ederken de yakınlık derecesi ile beraber faydayı göz önüne almış, hem dünya hem de âhiret hayatında ölüye faydası dokunan ve dokunacak olan akrabayı mirastan mahrum etmemiştir. Bu sebepledir ki gerek miras hükümleriyle, gerekse Kur’ân ve Sünnette ifadesini bulan her türlü hükümle ilgili olarak Allah ve Rasûlü’ne itaat edenler cennetle müjdelenirken, herhangi bir biçimde bu hükümlerin ortaya koyduğu sınırları aşanlar, cehennem ateşiyle ikaz ve tehdit edilir.

Mirasla ilgili düzenlemelerden sonra sıra, İslâm aile yapısı açıısndan çok büyük önem arzeden kadın-erkek ilişkilerini düzenlemeye ve bununla ilgili yapılacak ıslah çalışmalarına gelmektedir:

  • Nisâ Suresi 33. Ayet

"Ana baba ile yakın akrabanın ölümden sonra bırakacakları her terike için vârisler belirledik. Yemin ederek kendileriyle sözleşme yaptığınız kimselerin paylarını da verin. Muhakkak Allah her şeye hakkıyla şâhittir."

  اَلْمَوَال۪ي (mevâlî), “mevlâ” kelimesinin çoğuludur. Ölen akrabalarının bıraktıkları terikeden pay alan “mirasçılar” demektir. Dolayısıyla “mevâlî” kelimesi, farz ve asabe sahipleri ile diğer mirasçıların hepsini şümûlüne alır. Allah Teâlâ, ölen ana baba, akrabaların bıraktıkları terikeye kimlerin ne şekilde vâris olacağını beyân buyurmuştur. Her hak sahibine hakkı ne ise o verilecektir. (bk. Nisâ 4/11-14, 176)

“Yemin ederek sözleşme yaptığınız kimseler”den (Nisâ 4/33) maksat kendileriyle dostluk ve kardeşlik sözleşmesi yapılmış olanlardır. Hanefi mezhebine göre, herhangi bir kişi müslüman olur, vârisi de bulunmazsa, o bir dindaşına: “Tazminat ödemem gerekirse senin benim akilemden alman, ölümümden sonra da senin bana vâris olman üzere kardeşlik sözleşmesi yapalım” diye anlaşma yaparsa, bu akit geçerlidir. Bunlar da sıra kendilerine geldiği zaman mirastan pay alırlar.

عَاقَدَتْ (âkadet) kırâatine göre âyetin bu kısmına “yeminlerinizle karşılıklı anlaşma akdi yaptığınız kimseler” mânası da verilir. Buna göre “nikah akdi” ile koca veya karının yahut “koruma akdi” ile köle ile efendisinin terikelerinden miras alacak mirasçıları da Allah Teâlâ belirlemiştir. Bunlara da payları ne ise verilecektir. Nitekim Nisâ sûresi 12. âyette karı ile kocanın birbirlerine ne şekilde vâris olacakları açıklanmıştır.

  • Nisâ Suresi 176. Ayet

"Rasûlüm! Senden açıklama istiyorlar. De ki: “Allah size şimdi kelâle (geride vâris olarak baba ve çocuk bırakmadan ölen kişinin mirası) hakkında açıklama yapıyor: Bir erkek ölür, geride çocuğu kalmaz, bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı o kız kardeşindir. Kız kardeş geride çocuk bırakmadan ölürse, erkek kardeş onun bütün malına mirasçı olur. Ölen erkeğin geride iki kız kardeşi kalırsa, bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Vârisler, erkek ve kız kardeşler ise, bir erkeğe iki kız payı verilir. Allah size bu hükümleri açıklıyor ki, herhangi bir yanlışlığa ve şaşkınlığa düşmeyesiniz. Allah, her şeyi hakkiyle bilmektedir."

  اَلْكَلَالَةُ (kelâle), babası ve çocuğu olmayan bir kimsenin mirası, demektir. Âyette bununla alakalı hükümler şöyle açıklanmaktadır:

›  Ölen erkeğin çocuğu yok, sadece bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o kız kardeşine verilir. Kız kardeşin, mirasın yarısını alabilmesinin şartı, ölenin hem erkek çocuğunun olmaması hem de babasının geride kalmamış olmasıdır. Eğer ölen erkeğin kız çocuğu bulunursa, o zaman kız kardeş, yine malın yarısını alır. Eğer erkeğin babası yaşıyorsa bu durumda kız kardeş icmâya göre vâris olamaz. Burada sözü edilen ana-baba bir veya baba bir kız kardeştir. Ana bir kız ve erkek kardeşin mirastaki hükmü, Nisâ sûresi 12. ayette açıklanmıştır.

›  Erkek, ölen kız kardeşinin geride kalan herhangi bir çocuğu bulunmadığı takdirde onun mirâsının tamamını alır. Bu, ana-baba bir veya baba bir erkek kardeş olur ise böyledir. Fakat ana bir erkek kardeş olduğunda mirasın tamamını alamaz.

›  Ölen erkeğin iki kız kardeşi varsa, bıraktığı mirasın üçte ikisi onlara verilir.

›  Ölen erkeğin vârisleri, erkek ve kız birçok kardeş iseler, bir erkeğe, iki kadının payı kadar pay verilir.

Cenâb-ı Hakk’ın miras hususunda bu şekilde teferruatlı ve oranları belirleyerek açıklamada bulunmasının hedefi, kulların, Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmelerini ve doğru olanı yapmaktan şaşmamalarını sağlamaktır.

Her şeyi hak­kiy­le bi­len Allah, insanların gerek hayat gerekse ölüm ve ötesiyle alakalı bütün durumlarını çok iyi bildiğinden her bakımdan onların maslahat ve yararlarını ihtiva eden hükümleri açıklamaktadır.

  • Bakara Suresi 233. Ayet

"Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için- anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir. Hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük ve sorumluluk teklif edilmez. -Hiçbir anne ve hiçbir baba çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın- (Baba ölmüşse) mirasçı da aynı şeyle sorumludur. Eğer (anne ve baba) kendi aralarında danışıp anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz örfe uygun olarak vereceğiniz ücreti güzelce ödediğiniz takdirde size bir günah yoktur. Allah'a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir."

  • Fecr Suresi 19. Ayet

"Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz."

İSLAM'DA MİRAS İLE İLGİLİ HADİSLER
  • Mirasçılarını Zengin Bırakmak, Onları Muhtaç Bırakıp Da Halka Avuç Açtırmaktan Hayırlıdır

Cennetle müjdelenen on sahâbîden biri olan Ebû İshâk Sa`d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:

Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ziyâretime geldi. Ona:

- Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı? diye sordum.

Hz. Peygamber:

- “Hayır”, dedi.

- Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine:

- “Hayır”, dedi.

- Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum.

- “Üçte birini dağıt! Hatta o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın” buyurdu.

(Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nefekât 1, Merdâ 16, Daavât 43, Ferâiz 6)

  • Miras ve Çocuklar Dünyada Kalır

Enes radıyallahu anh’den, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sel-lem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5.)

  • En Sevimli Miras

İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabına:

- “Hanginize  mirasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar :

- Ey Allah’ın Resûlü! Hepimiz malımızı herşeyden fazla severiz,  dediler.

Hz. Peygamber de:

Kişinin kendi malı hayır yaparak önceden gönderdiği, mirasçısının malı ise, harcamayıp  geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikak 12)

  • Peygamberlerin Mirası

Ebü'd-Derdâ radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim:

"Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah'tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur."  (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.)

  • Başkasının Mirası için Babanızdan Yüz Çevirmeyin

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Babalarınızdan yüz çevirip onları inkâr etmeyiniz. Her kim kendi babasını bırakıp bir başkasına baba derse, nankörlük etmiş olur.” (Buhârî, Ferâiz 29, Hudûd 31; Müslim, Îmân 112, 114.)

  • Feraiz (Miras Ayeti)'nin İniş Sebebi

Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle buyurur:

“Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) beni ziyarete geldiler. Kendimi bilmeyecek derecede hasta idim. Abdest alıp abdest suyundan üzerime döktüler. Gözümü açtım:

«-Yâ Rasûlallâh, mîrâsım kime kalacak? Benim vârislerim, kelâle (yâni usûl ve fürûumdan olmayan kimseler)dir» dedim.

Bunun üzerine ferâiz âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Vudû’, 44)

  • En Güzel Miras

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz söyle buyurmuslardır:

“Yedi sey vardır ki, kul vefâtından sonra kabrindeyken de bunların ecri kendisine ulasır: Öğrettiği ilim, akıttığı su, açtığı su kuyusu, diktiği meyve ağacı, insâ ettiği mescit, okunmak üzere miras bıraktığı Mushaf-ı Serif, vefatından sonra kendisine istiğfar edecek hayırlı evlâd.” (Beyhakî, Suab, III, 248; Heysemî, I, 167)

  • Ferâiz İlmini Öğreniniz

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kur’ân’ı öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Ferâiz ilmini öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelmesi yakındır ki, iki kişi ferâize dâir bir mesele üzerinde tartışırlar da aralarında hüküm verip meseleyi hâlledecek bir âlimi bulamazlar.” (Heysemî, IV, 223)

  • Varisler Bırakılan Mirası Alsınlar

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-şöyle buyurmuştur:

“Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun:  «O Peygamber, mü’mminlere öz nefislerinden daha evlâdır...» (el-Ahzâb, 6)

Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa, o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz 14)

  • Ferâizi En İyi Bilen Zeyd İbnu Sâbit’tir

Hz. Enes (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki:

“Ümmetimin içinde ümmetime karşı en merhametli olan kişi Ebû Bekir’dir. Allah’ın emri hususunda en şiddetlisi Ömer’dir. En hayâlısı Osman’dır. Helal ve haramı en iyi bileni Muaz İbnu Cebel’dir. Ferâizi en iyi bilen Zeyd İbnu Sâbit’tir. Kur’ân okumasını en iyi bileni Übey İbnu Ka’b’dır. Her ümmetin bir emini vardır. Bu  ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrâh’dır. Ebu Zerr’den daha doğru sözlü olan birini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı. O, verada Hz. İsa aleyhisselam gibiydi.” (Tirmizi, Menakıb (3793, 3794)

Ferâiz (Miras) İlmi Nedir?

Sözlükte "takdir ve tayin edilmiş şey, belirlenmiş hisse, kesin dinî emir" manalarına gelen farîza kelimesinin çoğulu olan ferâiz, İslâm hukukunda mirasçıların terikeden alacakları paylar ile miras hukuku manasında kullanılan bir terimdir.

Kur'ân'da (Nisâ, 4/11, 12, 176) ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in, konuyla ilgili uygulama ve ilave açıklamalarında, mirasçıların hisselerinin açık ve kesin bir şekilde belirlenmiş olması sebebiyle miras hukukuna ferâiz, ilm-i ferâiz denilmiş ve Rasûlullah döneminden itibaren doğup gelişmiştir.

Klasik fıkıh kaynaklarında mirasçılığın iki temel sebebi vardır; kan hısımlığı ve evlilik bağı. Mirasın varislere intikali için, miras bırakanın vefat etmesi veya ölümüne mahkemece hükmedilmesi gerekir. Bunun yanında, ölüm anında mirasçının hayatta bulunması ve miras almasına mani bir durumun bulunmaması gerekir. Varisin murisini öldürmesi, farklı dinlerden olmaları mirasçılığa engel haller olarak kabul edilmiştir.

Ölenin geride bıraktığı mal ve haklardan, techiz ve tekfîn masrafları çıktıktan, borçları ödendikten ve vasiyeti de terikenin 1/3'ini geçmemek kaydıyla yerine getirildikten sonra geriye kalan mirasçılarına intikal eder.

Fıkıhta mirasçılar, varis olma sıra ve derecelerine göre dokuz sınıftan oluşur. Bunların başında ashâb-ı ferâiz gelir. Ashâb-ı ferâiz, mirastan alacağı hisseleri belirlenmiş olan kimseler olup, on bir nevi akrabadır. Bunlar; baba, dede, anne bir erkek kardeş, kız, oğul kızı, anne, nine, anne-baba bir kız kardeş, baba bir kız kardeş, anne bir kız kardeş, karı ve kocadır. Bunların her birinin yalnızken ve diğer mirasçılarla birlikte alacakları hisseler belirlenmiştir. İkinci sırada, vefat edenin baba tarafından erkek akrabası ve erkek çocukları anlamındaki asabe gelir. Asabe, tek başına bulunduğunda mirasın tamamını, ashâb-ı ferâiz ile beraber bulunduğunda ise, onlardan arta kalanı alır. Bu iki gruptan kimse bulunmadığında, zevi'l-erhâm grubunu teşkil eden hısımlar mirasçı olurlar.

MİRAS MESELESİNİN HİKMETİ

"Uhud Savaşından sonra miras ile alâkalı âyet-i kerîmeler nâzil oldu. Çünkü bu hususta birtakım karışıklar ortaya çıkmıştı. Uhud’da şehîd düşen Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ın erkek kardeşi, onun iki kızına hiçbir şey bırakmadan bütün mîrâsını almıştı. Bu ise bir câhiliye âdeti idi. Câhiliye devrinde kadın ve kızlara değer verilmediği için, onların mîras hakkı da yoktu. İslâm, bu haksız uygulamaya son verdi:

“Allâh size, çocuklarınız hakkında; erkeğe, kadının payının iki misli (mîras verme­nizi) emreder. Eğer kız çocukları ikiden fazla iseler, ölünün bıraktığı mîrâsın üçte ikisi onların­dır. Eğer (vâris) yalnız bir kızsa, yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her bi­rinin mîrastan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar, ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allâh tarafından konulmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz Allâh, ilim ve hikmet sâhibidir.” (en-Nisâ, 11)

Böylece İslâm’da ilk mîras taksîmi Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ın veresesi arasında yapılmış oldu. (Ahmed, III, 352, 375.)

İslâm mîras hukûkunda, paylar ile mükellefiyetler arasında adâletli bir denge gözetilmiştir. Harcaması fazla olan erkeğe, kadına nisbetle daha fazla pay verilmiştir. Çünkü evlenir­ken mehir verip düğün masrafını üstlenmekle berâber ev geçindirmeye kadar bütün maddî har­camalar husûsunda âilenin mes’ûl şahsı erkektir.

Yâni İslâm mîras hukûkundaki kadın-erkek farkı, yükümlülük ve sorumluluk farkına bağlıdır. Bu ikisi arasında bir denge kurulmuştur. Kadın, nesli korumak, bunun için evlât yetiştirmek ve âile düzenini temin etmek gibi ağır mükel­lefiyetler sebebiyle âilenin geçiminden mes’ûl tutulmamıştır. Bu sebeple de mî­rasta hissesi yarıya indirilmiştir. Bu  hisse de, bir kısım kadınların evlenememesi, ya da boşanma durumunda kalması veya birtakım şahsî ihtiyaçları düşünülerek verilmiştir.

Hanımlara bir de duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân edilmiştir. Onların bünyesi nârin, hisleri fevkalâde kuvvetli ve merhamet duyguları yüksek olduğundan hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler.  Bu yüzdendir ki, İslâm’da kadının şâhitliği yarımdır. Bunu dillerine dolayarak İslâm’a hücûm edenler, İslâm’ın; fıtrî ve değişmez olan husûsiyetleri dikkate almasın­dan doğan bu kâidesindeki mükemmelliği, ya garazkârlıklarından ya da câhilliklerinden dolayı görmezlikten gelmektedirler.

Gerçek şudur ki, Cenâb-ı Hak, her varlığı ve o varlığın her cüz’ünü bir maksad için yaratmış ve onlara yaratılış gâyelerini gerçekleştirmeye müsâit birer fizikî (biyolojik) ve rûhî (psiko­lojik) yapı lutfetmiştir. Erkeği, hayat mücâdelesi ve evin geçimi ile mükellef kılan Hâlık Teâlâ Hazretleri, onu bu vazîfeyi lâyıkıyla îfâ edebilmesi için, bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metin kılmıştır. Kadın ise nesli korumaya, evlât yetiştir­meye ve onu en zayıf ve âciz zamânında bakıp gözetmeye, himâye etmeye me’mûr kılın­mıştır. Bu sebeple onun vazîfesi, bedeninin değil, rûhunun daha derin duygu ve hassâsi­yetlerle techîz edilmesini gerektirmiştir. Bunun içindir ki, çocuğun ilk acziyet devresinde onu derin bir merhamet ve muhabbetle kucaklayıp büyütmek için kadına ilâhî bir mevhibe olarak aşırı bir hissîlik verilmiştir.

Bu hissî yapısıyla bir merhamet mecrâı olan anneye, yaratılış maksadının ve gücünün dışında bir vazîfe yüklenirse, menfî bir netîce ortaya çıkar. Dolayısıyla bir kadının suçluya acıyıp merhamet ederek adâleti yanıltma ihtimâli yüksektir. Bu da onun şâhitliğinin yarım olması husû­sunda vârid olan ilâhî hükmün hikmetlerinden biri olmuştur.

Diğer taraftan İslâm, şâhitliği insanın psikolojik yapısına göre tanzîm eder. Yerine göre erkeğin şâhitliği nazar-ı îtibâra alınmazken yerine göre de kadının şâhitliği tam olarak kabûl edilir. Meselâ erkeklerin muttalî olmaları mümkün olmayan yerlerde sâdece kadınların şehâdetleri kâfî sayılır . (Mecelle, md. 1685.)

Şâhitlik meselesiyle kadının eksik kabûl olunduğunu iddiâ edenler, İslâm’ın böyle bir ithamdan berî bulunduğunu, onun haklar ve mükellefi­yetler arasında âdilâne bir denge kurarken insanın değişmeyen fıtrî husûsiyetleriyle birlikte, cemiyetin tamâmını nazar-ı îtibâra aldığını, ya anlamamakta ya da anlamak istememektedirler.

Kadınlığın kemâli, Allâh’ın verdiği güzel kâbiliyetleri muhâfaza ile tahakkuk eder. Şâyet kadın, husûsiyetlerini ilâhî tâyine ters bir sûrette yönlendirir ve kendi hakîkatine vedâ ederse, kıymetini mahveder; huzursuz ve bedbaht olur. Âile ocağını kurutur. Böylece toplum hayâtı çoraklaşır.

Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun’î ve haksız bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Kadının yaratılış husûsiyetlerine zıt olan bu yarış, hanımlık ve annelik me­ziyetlerini zaafa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Bu sebeple zamânımızda sıkça yaşanan çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliye devrinin ka­dını arasında sırf bir gardrop ayrılığı, yâni giyim-kuşam farkı kalmıştır. Bu ise rûhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum felâketidir." (Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları)

KADININ MİRASTAKİ PAYI

"İslâm’ın ıslah edip düzelttiği müesseselerden birisi de “miras” hukukudur. Çin, Japon ve Roma hukukları ile câhiliye dönemi Arapları, kadını mirastan tamamen mahrum bırakmışlardı. Kızın, babasının malında hiçbir hakkı yoktu. Miras doğrudan doğruya erkek evlada kalırdı. Yahûdilikte de kadın kocasına ve erkek kardeşi varsa babasına mirasçı olamazdı. (Sayı­lar, 27:8-11)

İslâm’da kadına miras hakkı tanınmış ve anne, nine, eş, kız çocuğu, kızkardeş olma durumuna göre alacakları pay ayrı ayrı tesbit edilmiştir. (Nisâ, 11-12.)

İstisnaları olmakla birlikte kadının mi­rastaki payı, aynı mevkîdeki erkeğin hisse­sinin yarısı kadardır. İlk bakışta kadının aleyhine gibi görünen bu hükmün, İslâm hukukunun erkeğe yüklediği malî yükümlülük ve kocanın âile içindeki mesuliyetiyle birlikte değer­lendirildiğinde ne kadar yerinde olduğu derhal anlaşılır. Âilenin geçiminin tamamıyla kocaya ait olduğu, evlen­me sırasında kocanın mehir adıyla kadı­na bir ödemede bulunduğu, ceza huku­kunda ortaya çıkan “âkile” gibi sosyal yar­dımlaşma uygulamalarına sadece erkek­lerin katıldığı göz önüne alındığında iki cinse düşen net payın bir anlamda eşitlendiği görülür. (Prof. Dr. M. Akif Aydın, “Kadın” mad., DİA, XXIV, 90.) Zira erkek devamlı sûrette harcarken, kadının malı devamlı artar.

Diyelim ki anne baba ölüyor ve geride bir kızla bir erkek evlat bırakıyor. Kız, erkek kardeşinin aldığının yarısına sahip olacaktır. Fakat o kendine düşen pay üzerinde istediği tasarrufta bulunabilir. O, hiçbir şeyle mükellef değildir. Buna karşılık erkek kardeşi, ihtiyacı olduğunda ona nafaka ödemeye mecburdur. Aynı zamanda erkek, muhtaç durumdaki diğer âile fertlerine de yardım etmekle vazîfelidir. Öyleyse, onun kızkardeşinin iki katı hisse alması hiç de haksızlık değildir. (Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, İslâm’ın Güleryüzü, s. 110-111.)

İslâm hukûkunda evlilik, her zaman karı ve kocanın mallarının ayrı olması esasına göre yapılır. Eğer koca iflâs ederse, kadın buna katılmakla yükümlü değildir, onun malına kimse dokunamaz. Kadın çalışır, miras veya hediyeler alırsa, eline geçen bu imkânları istediği gibi değerlendirir. Bir bakıma kadın, erkekten daha bağımsızdır.

İslâm’a göre, kızın çalışıp kazanma mecbûriyeti yoktur. Bu, ona gösterilen bir şefkat ve merhametin neticesidir. Kız, baba evinde bulunduğu müddetçe ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek akrabaları tarafından karşılanır. Evlendikten sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer. Kadın, kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz. Kadının yeme, içme, giyim kuşam ve benzeri bütün ihtiyaçlarını görmek kocasının vazifesidir. Hatta erkek, evine bakmaktan vazgeçer yahut cimri davranarak servetine göre bir harcamada bulunmazsa, kadının kocasını şikâyet etme hakkı vardır.

Ancak şunu da unutmayalım ki, erkeğe iki, kadına bir ölçüsü, sadece emek sarf etmeden ele geçen miras husûsunda geçerlidir. Emek sarf edilip kazanılan mala gelince; kadın ve erkek ticaret, tarım, sanayi ve benzeri hangi iş kolunda çalışırsa çalışsın, eşit ücret alırlar. Aynı şirkete ortak olan kadın-erkek, hisselerine göre eşit miktarda kâr payını hak ederler. Günümüzün kapitalist toplumu ise kadının zayıflığından istifade ederek maalesef onu ucuz iş gücü olarak görmektedir.

Mevzûya erkeğin ve kadının içtimâî yapısı, âiledeki mesuliyeti, mükellefiyetleri ve psikolojik faktörleri açısından bakıldığında Kur’ân’ın bu emrindeki hikmetler daha iyi anlaşılır.

Bir defasında Ümmü Seleme vâlidemiz:

“–Erkekler Allah yolunda gazâya çıkıp büyük ecirler alıyorlar, kadınlar ise savaşa çıkamıyor. Ayrıca bize erkeğin yarısı kadar miras veriliyor” demişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“Allah’ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri (haset ederek) arzu edip durmayın! Erkeklere çalışmalarından bir nasip vardır. Kadınlara da çalışmalarından bir nasip vardır. Allah’tan O’nun lütfunu isteyin! Şüphesiz Allah her şeyi bilmektedir. ” (Nisâ, 32) (Tirmizî, Tefsîr, 4/3022; Ahmed, VI, 322)" (Ebedî Yol Haritası İSLÂM,Dr. Murat KAYA)

İslam ve İhsan

PROF. DR. ORHAN ÇEKER İLE FERÂİZ DERSLERİ

Prof. Dr. Orhan Çeker İle Ferâiz Dersleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.