Medine-i Münevvere’de Muahat

Peygamberimizin Medine-i Münevvere’de Müslümanlar arasında yaptığı kardeşlik akdi.

Medine-i Münevvere’deki kardeşlik akdi, hicrî birinci senede Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra veya inşâsı esnâsında Enes bin Mâlik (r.a)’in evinde gerçekleşmiştir.

MEDİNE’DE KARDEŞLİK AKTİ

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) îmân eden herkesi Medîne’ye hicrete teşvik etmişlerdi. Zira Medîne hâricindeki her yer, o zamanlar küfür diyârı idi ve oralarda İslâm’ı yaşamak mümkün değildi. Müslümanları Medîne-i Münevvere’ye toplayan Allah Rasûlü (s.a.v) onlar arasında çok kuvvetli kardeşlik bağları tesis ettiler. Ashâb-ı kirâm tek bir vücut hâline geldiler, düşmanlarına karşı kendilerini muhâfaza edebilecek ve cihâd edebilecek duruma geldiler.

Muhâcirler, mallarını, âilelerini, evlatlarını terk ederek hicret etmişlerdi. Mekke-i Mükerreme’de ticârî hayata alışıklardı, Medîne-i Münevvere’de ise ziraat yaygındı. Sermayelerini getiremedikleri için de ticâret yapamıyorlardı. Bir kısmı da hummaya yakalanmıştı. Yani iktisâdi, ictimâî ve sıhhî müşkilât ile karşı karşıya idiler. Âcil, muvakkat ve istisnâî bir müdâheleye ihtiyaç vardı. Muâhât imdada yetişti. Ensâr-ı Kirâm hiçbir fedâkârlığı esirgemedi. Allah Teâlâ’nın kitâbında nâmlarını ebedîleştirecek infak ve îsâr örnekleri sergilediler. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“…Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile îsâr ile onları kendilerine tercih ederler…” (el-Haşr, 9)

Muâhât, maddî ve mânevî yardımlaşmayı, birbiriyle ilgilenip dert ortağı olmayı, birbirini tesellî etmeyi; iyilik, ziyâretleşme ve muhabbeti ihtivâ ediyordu. İlk zamanlar kardeşler birbirlerine mirasçı da oluyorlardı. Muhâcirler yeni hayatlarına alışıncaya kadar devam eden vâris olma hükmü, Bedir Gazvesi’nden sonra şu âyet-i kerime ile kaldırıldı:

“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha münasiptir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (el-Enfâl, 75)

Ancak yine de bir kardeşin, malının bir kısmını kardeşine vasiyet etmesi mümkündü.

İbrahim bin Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle demiştir:

“Muhacirler Medine’ye geldikleri zaman Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Abdurrahmân bin Avf ile Sa’d bin Rabî’ arasında kardeşlik tesis etti. Sa’d (r.a), Abdurrahman (r.a)’a şöyle dedi:

«‒Ben mal yönünden Ensâr’ın en zenginiyim. Malımı iki kısma ayırıp yarısını sana vereceğim. Ayrıca benim iki hanımım var. Bak, hangisi hoşuna giderse söyle, onu boşayayım. İddet müddeti tamamlanınca onunla evlenirsin!»

Abdurrahman bin Avf (r.a):

«‒Allah Teâlâ ehlini ve malını sana mübârek eylesin! Çarşınız nerededir?» dedi.

Ona Benî Kaynukâ çarşısını gösterdiler. Artık Abdurrahman o çarşıdan her dönüşünde beraberinde muhak­kak keş ve yağdan bir fazlalık olurdu. Bu şekilde her sabah çarşıya gitmeye devam etti. Bir gün Efendimiz (s.a.v)’in huzur-u âlîlerine geldiğinde üzerinde sarı renkli ve kokulu zağferân izleri vardı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

«‒Hayırdır, bu nedir?» diye sordular. Abdurrahman (r.a):

«‒Evlendim» dedi. Efendimiz (s.a.v):

«‒Hanımına ne kadar mihr verdin?» diye sordular. Abdurrahman:

«‒Altından bir çekirdek!» (veya) «Bir çekirdek (beş dirhem) ağırlı­ğında altın» cevâbını verdi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)

Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“‒Bir koyunla da olsa velîme (düğün yemeği) ikrâm et!” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3, 50)

Enes (r.a) şöyle anlatır:

“Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medîne’ye geldiklerinde Muhâcirler, huzûr-i âlîlerine çıkıp şöyle dediler:

«–Yâ Rasûlallâh! Kendilerine hicret ettiğimiz şu kavim kadar cömert ve hayırsever kimseler görmedik. Malı çok olan bol bol veriyor, az olan da imkânı nisbetinde fedâkârlık yapıyor ve en güzel şekilde tesellîde bulunuyor. Ev ve bahçelerinin hizmetlerini kendileri görüp bize bırakmıyor ancak evlerine ve mahsullerine bizi ortak ediyorlar. Bütün ecir ve sevâbı alıp götürecekler diye korkuyoruz?!»

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:

«–Hayır, onlar için Allâh Teâlâ’ya duâ ettiğiniz ve yaptıklarından dolayı kendilerine medh ü senâda bulunduğunuz müddetçe siz de (sevâba nâil olursunuz.) » (Tirmizî, Kıyâmet, 44/2487)

Ensâr (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallah! Hurmalıklarımızı Muhâcir kardeşlerimizle aramızda taksim et!” dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“‒Olmaz!” buyurdular. Ensâr:

“–O hâlde ağaçların bakım ve sulama işini yapsınlar, mahsulde ortak olalım!” dediler.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bunu münasip gördüler. Bunun üzerine her iki taraf da:

“–İşittik ve itaat ettik!” diyerek bu teklîfi kabûl ettiler. (Buhârî, Hars ve Müzâraa, 5, Şurût, 5, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)

Hurmaları devşirdiklerinde, Ensâr bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e:

“–Hangisini tercih ederseniz alın!” derlerdi. Onlar da çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi…” (Heysemî, X, 40)

Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v), Bahreyn arâzisini ashâbına taksim etmek üzere, önce Ensâr’ı dâvet etmişlerdi. Ensâr kâbına erişilmez bir fedâkârlık ve ferâgat göstererek:

“–Yâ Rasûlallah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Ey Ensâr! Mâdem ki (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyanın iptilalarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra, yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gazveye çıkmayı murâd ettiler ve:

«–Ey Muhâcirler ve Ensâr topluluğu! Malı ve akrabası olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın!» buyurdular.

Bizden devesi olan birinin de ancak yanına aldığı kardeşlerinden biri gibi bir nöbet hakkı olacaktı. Ben de yanıma iki veya üç kişi aldım. Deveme binme husûsunda benim de ancak onlardan biri gibi bir nöbet hakkım vardı.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 34/2534)

Bir kişi Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:

“–Ben açım” dedi. Allâh’ın Rasûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istediler. O da:

“–Seni peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok!” dedi.

Efendimiz (s.a.v) bu sefer diğer bir hanımından yiyecek bir şey istediler. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.v), öteki hanımlarından da aynı cevâbı alınca ashâbına dönerek:

“–Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordular. Ensâr’dan Ebû Talha (r.a):

“–Ben misafir ederim yâ Rasûlallâh” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:

“–Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in misafirini ağırlayalım” dedi. Sonra:

“–Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı:

“–Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî:

“–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım” dedi.

Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Onu gören Allâh Rasûlü (s.a.v):

“–Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ râzı oldu.” buyurdular. (Buhârî, Tefsîr, 59/6, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; Müslim, Eşribe, 172-173)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kadın ha Ensâr’dan iki evin arasında konaklamış, ha anne-babasının evine inmiş bu ona hiç zarar vermez (bu ikisi arasında hiç fark yoktur).” (Ahmed, VI, 257)

MUHACİRLER İLE ENSAR ARASINDA TESİS EDİLEN KARDEŞLİK

Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Mekke’den hicret eden Muhâcirler ile Medîne’li Ensâr arasında tesis ettiği “kardeşlik (muâhât)”, tarihin emsaline şahit olmadığı kâbına varılmaz bir dehâ, firâset ve ahlâk nümûnesidir. Bu kardeşlik akdi; birlik-beraberlik, yardımlaşma ve muhabbet gibi husûslarda müslümanlara çok büyük dinî, içtimâî ve siyasî faydalar sağlamıştır. Mal ve mülkten yoksun olan Muhâcirler’in Ensâr’ın himayesine ve emânına girmeleri, kendi beldelerinde her biri ayrı birer reis ve şeref sahibi olan Muhâcirler’e elbette çok zor geliyordu. Rasûlullah (s.a.v) kardeşleştirme formülüyle her iki tarafın da gönlünü almış, böylece dinî, içtimâî ve siyasî bir birlik tesis etmeye muvaffak olmuşlardır.

Birbirlerine mirasçı olma hükmünün kaldırılmasından sonra da Efendimiz (s.a.v) ashâbı arasında kardeşlik tesisine devam etmişlerdir:

Ebu’d-Derdâ (r.a) ile Selmân-ı Fârisî (r.a)

Câfer bin Ebî Tâlib (r.a) ile Muâz bin Cebel (r.a)

Hutât (r.a) ile Muâviye bin Ebî Süfyân (r.a) arasında olduğu gibi…

Bu kardeşlik müessesesi, müslümanlara hem dünyayı hem de âhireti birlikte kazanma imkânı sağlamıştır. Sabah kalktıklarında birisi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına giderken diğeri de işine giderdi. Günü Efendimiz’in yanında geçiren sahabî, o gün öğrendiği âyet ve hadisleri akşam komşusuna naklederdi. Ertesi gün nöbet değişirlerdi. Böylece hem Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in sohbetlerini takip ederler, hem de dünyevî işlerini yürütürlerdi. (Buhârî, Mezâlim, 25; Müslim, Tahâret, 17)

Allah Rasûlü’nün bu kardeşleştirme faaliyeti hazarda olduğu kadar seferde de mühim bir yere sahipti. Zira Rasûlullah (s.a.v) sefere çıkarken kardeşlerden birini ordusuna alır; diğerini de, her iki âilenin de ihtiyaçlarını karşılamak ve şehri müdâfaa etmek üzere Medîne’de bırakırlardı.[1]

Mü’minler arasında teşri buyrulan muâhât, yani kardeşlik akdi hâlâ bâkîdir, birbirine mirasçı olma hükmü hâriç neshedilmemiştir. Müslümanlar her devirde birbirleriyle yardımlaşmak, iyilikte bulunmak, birbirlerini kollayıp gözetmek üzere kardeşlik akdi yapabilirler. Ve bu kardeşlik, umûmî mü’min kardeşliğinden daha husûsî haklar doğurur.

İnsanlar arasındaki irtibatın esası, îmân bağıdır. Onunla çatışan hiçbir bağa îtibâr edilmez. Îmân bağına muvafık olduğunda ise kan ve akrabalık bağları da ayrıca değer kazanır. İslâm, Medîne-i Münevvere’de bir “Îtikâd Toplumu” kurmuştur.

Medîne’ye hicret edip orada İslâm Devleti’ni müdâfaa etmeye teşvik eden âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

İslâm toplumu, muhabbet, merhamet, ilgi ve alâka üzerine tesis edilmiştir.

Dipnot:

[1] M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İstanbul 1987, s. 144-145.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.

İslam ve İhsan

MUAHAT NEDİR?

Muahat Nedir?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.