Muahat Nedir?
Muahat nedir, kimler arasında olmuştur? İslam tarihinde en güzel muahat (kardeşlik tesisi) örneği.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, İslâm toplumunu ve İslâm Devleti’ni bina ederken, Mescid’in inşasından sonra, dayandığı ikinci büyük esas, Müslümanlar arasında kardeşlik tesis etmesidir.
İslâm, bütün mü’minleri birbirlerine kardeş yapmıştır. Onlara, birbirlerine velî olmayı, birbirlerini kollayıp gözetmeyi ve hak husûsunda yardımlaşmayı emretmiştir. Ancak muâhât, daha husûsî bir kardeşliktir ve taraflara kendine has haklar ve vazifeler yüklemiştir.
MEKKE-İ MÜKERREME’DE MUAHAT
Allah Rasûlü (s.a.v) hicretten evvel Mekke-i Mükerreme’de Müslümanlar arasında kardeşlik akdi yapmıştı. Hayır, iyilik ve hak üzere yardımlaşıyor ve birbirlerini teselli ediyorlardı.
Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v);
- Hamza (r.a) ile Zeyd bin Hârise’yi,
- Ebû Bekir (r.a) ile Ömer (r.a)’ı,
- Osmân bin Affân ile Abdurrahmân bin Avf’ı,
- Zübeyr bin Avvâm ile Abdullah bin Mes’ûd’u,
- Bilâl-i Habeşî ile Ubeyde bin Hâris bin Abdülmuttalib’i,
- Mus’ab bin Umeyr ile Sa’d bin Ebî Vakkâs’ı,
- Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim ile Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı,
- Saîd bin Zeyd ile Talha bin Ubeydullah’ı (Allah Teâlâ hepsinden râzı olsun!) kardeş yaptılar.
Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v) kendileri de Hz. Ali (r.a) ile kardeş oldular. [1]
MEDİNE-İ MÜNEVVERE’DE MUAHAT
Bu kardeşlik akdi, hicrî birinci senede Mescid-i Nebevî’nin inşasından sonra veya inşâsı esnâsında Enes bin Mâlik (r.a)’in evinde gerçekleşmiştir.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) îmân eden herkesi Medîne’ye hicrete teşvik etmişlerdi. Zira Medîne hâricindeki her yer, o zamanlar küfür diyârı idi ve oralarda İslâm’ı yaşamak mümkün değildi. Müslümanları Medîne-i Münevvere’ye toplayan Allah Rasûlü (s.a.v) onlar arasında çok kuvvetli kardeşlik bağları tesis ettiler. Ashâb-ı kirâm tek bir vücut hâline geldiler, düşmanlarına karşı kendilerini muhâfaza edebilecek ve cihâd edebilecek duruma geldiler.
Muhâcirler, mallarını, âilelerini, evlatlarını terk ederek hicret etmişlerdi. Mekke-i Mükerreme’de ticârî hayata alışıklardı, Medîne-i Münevvere’de ise ziraat yaygındı. Sermayelerini getiremedikleri için de ticâret yapamıyorlardı. Bir kısmı da hummaya yakalanmıştı. Yani iktisâdi, ictimâî ve sıhhî müşkilât ile karşı karşıya idiler. Âcil, muvakkat ve istisnâî bir müdâheleye ihtiyaç vardı. Muâhât imdada yetişti. Ensâr-ı Kirâm hiçbir fedâkârlığı esirgemedi. Allah Teâlâ’nın kitâbında nâmlarını ebedîleştirecek infak ve îsâr örnekleri sergilediler. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“…Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile îsâr ile onları kendilerine tercih ederler…” (el-Haşr, 9)
Muâhât, maddî ve mânevî yardımlaşmayı, birbiriyle ilgilenip dert ortağı olmayı, birbirini tesellî etmeyi; iyilik, ziyâretleşme ve muhabbeti ihtivâ ediyordu. İlk zamanlar kardeşler birbirlerine mirasçı da oluyorlardı. Muhâcirler yeni hayatlarına alışıncaya kadar devam eden vâris olma hükmü, Bedir Gazvesi’nden sonra şu âyet-i kerime ile kaldırıldı:
“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha münasiptir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.” (el-Enfâl, 75)
Ancak yine de bir kardeşin, malının bir kısmını kardeşine vasiyet etmesi mümkündü. İbrahim bin Abdurrahman bin Avf (r.a) şöyle demiştir:
“Muhacirler Medine’ye geldikleri zaman Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Abdurrahmân bin Avf ile Sa’d bin Rabî’ arasında kardeşlik tesis etti. Sa’d (r.a), Abdurrahman (r.a)’a şöyle dedi:
«‒Ben mal yönünden Ensâr’ın en zenginiyim. Malımı iki kısma ayırıp yarısını sana vereceğim. Ayrıca benim iki hanımım var. Bak, hangisi hoşuna giderse söyle, onu boşayayım. İddet müddeti tamamlanınca onunla evlenirsin!»
Abdurrahman bin Avf (r.a):
«‒Allah Teâlâ ehlini ve malını sana mübârek eylesin! Çarşınız nerededir?» dedi.
Ona Benî Kaynukâ çarşısını gösterdiler. Artık Abdurrahman o çarşıdan her dönüşünde beraberinde muhakkak keş ve yağdan bir fazlalık olurdu. Bu şekilde her sabah çarşıya gitmeye devam etti. Bir gün Efendimiz (s.a.v)’in huzur-u âlîlerine geldiğinde üzerinde sarı renkli ve kokulu zağferân izleri vardı. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
«‒Hayırdır, bu nedir?» diye sordular. Abdurrahman (r.a):
«‒Evlendim» dedi. Efendimiz (s.a.v):
«‒Hanımına ne kadar mihr verdin?» diye sordular. Abdurrahman:
«‒Altından bir çekirdek!» (veya) «Bir çekirdek (beş dirhem) ağırlığında altın» cevâbını verdi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)
Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):
“‒Bir koyunla da olsa velîme (düğün yemeği) ikrâm et!” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3, 50)
Enes (r.a) şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medîne’ye geldiklerinde Muhâcirler, huzûr-i âlîlerine çıkıp şöyle dediler:
«–Yâ Rasûlallâh! Kendilerine hicret ettiğimiz şu kavim kadar cömert ve hayırsever kimseler görmedik. Malı çok olan bol bol veriyor, az olan da imkânı nisbetinde fedâkârlık yapıyor ve en güzel şekilde tesellîde bulunuyor. Ev ve bahçelerinin hizmetlerini kendileri görüp bize bırakmıyor ancak evlerine ve mahsullerine bizi ortak ediyorlar. Bütün ecir ve sevâbı alıp götürecekler diye korkuyoruz?!»
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular:
«–Hayır, onlar için Allâh Teâlâ’ya duâ ettiğiniz ve yaptıklarından dolayı kendilerine medh ü senâda bulunduğunuz müddetçe siz de (sevâba nâil olursunuz.) » (Tirmizî, Kıyâmet, 44/2487)
Ensâr (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallah! Hurmalıklarımızı Muhâcir kardeşlerimizle aramızda taksim et!” dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“‒Olmaz!” buyurdular. Ensâr:
“–O hâlde ağaçların bakım ve sulama işini yapsınlar, mahsulde ortak olalım!” dediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bunu münasip gördüler. Bunun üzerine her iki taraf da:
“–İşittik ve itaat ettik!” diyerek bu teklîfi kabûl ettiler. (Buhârî, Hars ve Müzâraa, 5, Şurût, 5, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)
Hurmaları devşirdiklerinde, Ensâr bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafın altına hurma dalları koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e:
“–Hangisini tercih ederseniz alın!” derlerdi. Onlar da çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi…” (Heysemî, X, 40)
Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.v), Bahreyn arâzisini ashâbına taksim etmek üzere, önce Ensâr’ı dâvet etmişlerdi. Ensâr kâbına erişilmez bir fedâkârlık ve ferâgat göstererek:
“–Yâ Rasûlallah! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v):
“–Ey Ensâr! Mâdem ki (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyanın iptilalarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra, yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir” buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)
Câbir (r.a) şöyle anlatır:
“Bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) gazveye çıkmayı murâd ettiler ve:
«–Ey Muhâcirler ve Ensâr topluluğu! Malı ve akrabası olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın!» buyurdular.
Bizden devesi olan birinin de ancak yanına aldığı kardeşlerinden biri gibi bir nöbet hakkı olacaktı. Ben de yanıma iki veya üç kişi aldım. Deveme binme husûsunda benim de ancak onlardan biri gibi bir nöbet hakkım vardı.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 34/2534)
Bir kişi Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e gelerek:
“–Ben açım” dedi. Allâh’ın Rasûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istediler. O da:
“–Seni peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok!” dedi.
Efendimiz (s.a.v) bu sefer diğer bir hanımından yiyecek bir şey istediler. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem (s.a.v), öteki hanımlarından da aynı cevâbı alınca ashâbına dönerek:
“–Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordular. Ensâr’dan Ebû Talha (r.a):
“–Ben misafir ederim yâ Rasûlallâh” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:
“–Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’in misafirini ağırlayalım” dedi. Sonra:
“–Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı:
“–Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var” dedi. Sahâbî:
“–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım” dedi.
Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Onu gören Allâh Rasûlü (s.a.v):
“–Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ râzı oldu.” buyurdular. (Buhârî, Tefsîr, 59/6, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; Müslim, Eşribe, 172-173)
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kadın ha Ensâr’dan iki evin arasında konaklamış, ha anne-babasının evine inmiş bu ona hiç zarar vermez (bu ikisi arasında hiç fark yoktur).” (Ahmed, VI, 257)
Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Mekke’den hicret eden Muhâcirler ile Medîne’li Ensâr arasında tesis ettiği “kardeşlik (muâhât)”, tarihin emsaline şahit olmadığı kâbına varılmaz bir dehâ, firâset ve ahlâk nümûnesidir. Bu kardeşlik akdi; birlik-beraberlik, yardımlaşma ve muhabbet gibi husûslarda müslümanlara çok büyük dinî, içtimâî ve siyasî faydalar sağlamıştır. Mal ve mülkten yoksun olan Muhâcirler’in Ensâr’ın himayesine ve emânına girmeleri, kendi beldelerinde her biri ayrı birer reis ve şeref sahibi olan Muhâcirler’e elbette çok zor geliyordu. Rasûlullah (s.a.v) kardeşleştirme formülüyle her iki tarafın da gönlünü almış, böylece dinî, içtimâî ve siyasî bir birlik tesis etmeye muvaffak olmuşlardır.
Birbirlerine mirasçı olma hükmünün kaldırılmasından sonra da Efendimiz (s.a.v) ashâbı arasında kardeşlik tesisine devam etmişlerdir:
Ebu’d-Derdâ (r.a) ile Selmân-ı Fârisî (r.a)
Câfer bin Ebî Tâlib (r.a) ile Muâz bin Cebel (r.a)
Hutât (r.a) ile Muâviye bin Ebî Süfyân (r.a) arasında olduğu gibi…
Bu kardeşlik müessesesi, Müslümanlara hem dünyayı hem de âhireti birlikte kazanma imkânı sağlamıştır. Sabah kalktıklarında birisi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına giderken diğeri de işine giderdi. Günü Efendimiz’in yanında geçiren sahabî, o gün öğrendiği âyet ve hadisleri akşam komşusuna naklederdi. Ertesi gün nöbet değişirlerdi. Böylece hem Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in sohbetlerini takip ederler, hem de dünyevî işlerini yürütürlerdi. (Buhârî, Mezâlim, 25; Müslim, Tahâret, 17)
Allah Rasûlü’nün bu kardeşleştirme faaliyeti hazarda olduğu kadar seferde de mühim bir yere sahipti. Zira Rasûlullah (s.a.v) sefere çıkarken kardeşlerden birini ordusuna alır; diğerini de, her iki âilenin de ihtiyaçlarını karşılamak ve şehri müdâfaa etmek üzere Medîne’de bırakırlardı.[2]
Mü’minler arasında teşri buyrulan muâhât, yani kardeşlik akdi hâlâ bâkîdir, birbirine mirasçı olma hükmü hâriç neshedilmemiştir. Müslümanlar her devirde birbirleriyle yardımlaşmak, iyilikte bulunmak, birbirlerini kollayıp gözetmek üzere kardeşlik akdi yapabilirler. Ve bu kardeşlik, umûmî mü’min kardeşliğinden daha husûsî haklar doğurur.
İnsanlar arasındaki irtibatın esası, îmân bağıdır. Onunla çatışan hiçbir bağa îtibâr edilmez. Îmân bağına muvafık olduğunda ise kan ve akrabalık bağları da ayrıca değer kazanır. İslâm, Medîne-i Münevvere’de bir “Îtikâd Toplumu” kurmuştur.
Medîne’ye hicret edip orada İslâm Devleti’ni müdâfaa etmeye teşvik eden âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)
İslâm toplumu, muhabbet, merhamet, ilgi ve alâka üzerine tesis edilmiştir.
ASHAB-I KİRAM’IN FAZİLETİ
Cenâb-ı Hak ashâb-ı kirâm hakkında şöyle buyurur:
“…Benim için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Ben’im yolumda eziyete uğrayanların, cihada gidenlerin ve bu uğurda öldürülenlerin günahlarını bağışlayacağım, onları altından nehirler akan Cennetlere koyacağım. Bu onlara Allâh tarafından lûtfedilen bir mükâfattır. Mükâfâtın en güzeli böyle Allâh’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 195)
“Muhâcirler ile Ensâr’ın en ilerisinde bulunanlara ve sonra bunların izini ihlâs ile tâkip edenlere gelince, Allâh onlardan râzı oldu, onlar da O’ndan râzı oldular. Hem onlara, içinde ebediyen kalacakları, altından ırmaklar akan Cennetleri âmâde kıldı. İşte en büyük saâdet budur.” (et-Tevbe, 100)
“Muhammed Allah’ın rasûlüdür. Onun yanındakiler ise kâfirlere karşı çok çetin, kendi aralarında gâyet merhametlidirler. Onların cemaatle rükû ve secde ederek Allah’tan lütuf ve rızâ istediğini görürsün. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki meselleri ise şöyledir: Bir ekin, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirip kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş ve bu hâliyle çiftçilerin hoşuna gitmektedir. Allah (onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle) kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan iman edip sâlih ameller işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (el-Feth, 29)
İmam Malik (r.a) şöyle demiştir:
“Muhammed (a.s)’ın ashabına öfkelenip kin besleyen kimse kâfirdir; zira «Allah (onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle) kâfirleri öfkelendirir»[3] âyet-i kerimesi bunu göstermektedir.” (M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 395)
“(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamberi’ne yardım eden fakir Muhâcirler içindir. İşte sâdık olanlar bunlardır.
Ve onlardan evvel yurdu hazırlayıp îmâna sahip çıkanlar içindir ki onlar, kendilerine hicret edenlere muhabbet beslerler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir kaygı duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde bile olsalar onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.
Ve bunların ardından gelenler içindir ki onlar şöyle derler: «Rabbimiz! Bize ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimize mağfiret buyur, gönlümüzde îman edenlere karşı kin tutturma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!».” (el-Haşr, 8-10)
Böylece Allah Teâlâ, ashâb-ı kirâma hakaret eden ve onlarda kusur arayanları müslüman saymadığı, onları âyette zikredilen üç grubun dışında tuttuğu için, bu gibilerin fey’den (savaşmaksızın gayr-i müslim tebaadan alınıp müslümanlara verilen ganimetten) hiçbir pay alamayacağını beyân etmiştir.[4]
Sahabeye buğzeden ve sövenleri, bu âyetlerde bahsedilen ganîmetten mahrum bırakan âlimlerin, onları dinden çıkmış kabul ettiği anlaşılmaktadır.[5]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
“(Kâmil) imanın alâmeti Ensâr’a muhabbet beslemek, münâfıklığın alâmeti de Ensâr’a buğzetmektir.” (Buhârî, Îmân, 10)
“İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra onları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenlerdir…” (Buhârî, Fedâilu Ashâbi’n-Nebî, 1)
“Ensâr’ı ancak mü’min olan kimse sever ve onlara ancak münâfık olan kimse buğzeder. Kim Ensâr’ı severse Allah da onu sever, kim de onlara buğzederse Allah Teâlâ da ona buğzeder.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 4)
“Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple onların iyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanlarını da affedin!” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)
“Allâh’a ve âhirete îmân eden kimse, Ensâr’a buğzetmesin!” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3906)
“Ashâbımın hiçbirine sövmeyiniz! Sizden biri Uhud dağı kadar altın infâk etse, onlardan birinin bir müdd’üne,[6] hattâ onun yarısına bile ulaşamaz!” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5; Müslim, Fedâil, 222)
“Ashâbıma sövmeyiniz! Ashâbıma sövmeyiniz! Nefsim yed-i kudretinde olan Zât’a yemîn ederim ki sizden biri Uhud dağı kadar altın infâk etse, onlardan birinin bir müdd’üne, hattâ onun yarısına bile ulaşamaz!” (Müslim, Fedâil, 221)
“Ashâbım hakkında Allah’tan korkun! Ashâbım hakkında Allah’tan korkun! Benden sonra onları hedef hâline getirip haklarında kötü söz söylemeyiniz! Onları seven, sırf bana olan muhabbeti sebebiyle sever. Onlara buğzeden, bana olan buğzu sebebiyle bunu yapar. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş, bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur. Allah’a eziyet edeni ise, çok geçmeden Allah cezâlandırır.” (Tirmizî, Menâkıb, 58/3862; Ahmed, IV, 87; V, 54, 57)
“Ashâbımı bırakın, ashâbıma sövmeyin!” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, X, 21)
Dipnotlar:
[1] Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 270; İbn-i Abdilber, ed-Dürer, s. 90; İbn-i Seyyidinnâs, I, 321; İbn-i Habîb, s. 70. [2] M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İstanbul 1987, s. 144-145. [3] el-Fetih, 29. [4] Kâdî Iyâz, Şifâ, trc. M. Yaşar Kandemir, İstanbul 2012, III, 540. [5] Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, II, 93; M. Yaşar Kandemir, Şifâ-i Şerîf Şerhi, II, 394. [6] 1 müdd, bâzı âlimlere göre 530 gr., bâzılarına göre de 832 gr. ağırlığında bir ölçü birimidir. Buna göre başkalarının Uhud Dağı kadar altın infak etmesi, ashâb-ı kiramın yarım müdd buğday, arpa veya hurma infakına bile denk olamaz.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.
YORUMLAR