Kuran'ın Mucizeliği ve Mucize Oluşunun Delilleri Nelerdir?

Kuran'ın mucizeliği nedir? Kuran'ın mucize yönleri neler? Mucize oluşunun delilleri nelerdir? Kuran'ın insan üzerindeki tesiri nedir? Kuran'ın mucize oluşu hakkında bilinmesi gerekenler...

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i, hem Yüce Zâtʼının hem de Sevgili Rasûlʼünün hak ve hakîkat olduğunu ispat eden bir mûcize kılmıştır. Müşrikler Allah Teâlâ’nın Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e mucizeler vermesi gerektiğini söylediğinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır.” (el-Ankebût 29/51)

1. Kur’ân’ın Meydan Okuması (Tehaddî)

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın bir beşer kelâmı olmayıp Allah katından indirilmiş mûcize bir kitap olduğunu ispat etmek için, inkârcılara meydan okuyarak onları müsâbakaya çağırdı (tehaddî). “Kur’ân’ın ilâhî bir vahiy olduğuna inanmıyor ve onun insan sözü olduğunu söylüyorsanız o zaman siz de onun gibi bir kitap yazın” dedi. Bu meydan okuma; inkârcılara ellerindeki imkân ve kuvveti yeterince kullanabilecekleri bir mühlet vermek için dört safhada gerçekleşti. Böylece onların Kur’ân’a benzer bir söz getirmeye güç yetiremeyecekleri, kesin olarak ispat edilmiş oldu.

  1. Safha: Bu ilk safhada, müşriklerden Kur’ân-ı Kerîmʼin tamamına benzer bir kitap meydana getirmeleri talep edildi. Allah (c.c) şöyle buyurdu:

“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini meydana getiremezler.” (el-İsrâ 17/88)[1]

Müşrikler bu meydan okumaya cevap vermek için baştan beri gayret ediyorlardı. “Onun söylediği sözler gibi biz de söyleriz” diye iddialarda bulundular. Bunu defalarca denediler, ancak sonunda başaramayacaklarını anladılar. Çareyi “Bu bir sihirdir” demekte buldular. Herkes sihir yapamayacağı için bu yolla kendilerini mâzur görme yoluna gittiler.

  1. Safha: Müşrikler, Kur’ân’ın benzeri bir kitap getirmekten âciz kalınca, ikinci safhada, saha daraltıldı. İnkârcıların işleri kolaylaştırılarak Kur’ân sûrelerine benzer on sûre getirmeleri talep edildi. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yoksa «Onu kendisi uydurdu» mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin!” (Hûd 11/13)

Fakat inkâr edenler, bu dâvete de herhangi bir mukâbelede bulunamadılar.

  1. Safha: Bu safhada Kur’ân’ın herhangi bir kimse tarafından uydurulmuş bir söz olmadığı ve onun Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’dan geldiğinde şüphe bulunmadığı te’yid edildikten sonra inkâr edenlerden Kur’ân’ın sadece bir sûresinin benzerini getirme­leri istendi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yoksa onu kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep birlikte) onun benzeri bir sûre getirin!” (Yûnus 10/38)

  1. Safha: İnkârcılar bir sûre kadarcık da bir söz getiremeyince, dördüncü safhada Kur’ân-ı Kerîm, onları ve bütün insanlığı, tam misli olmasa da kısmen kendisine benzeyen bir söz getirmye dâvet etti. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun sûrelerinden birine (herhangi bir yönden) benzer bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allah’tan gayri şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!” (el-Bakara 2/23)

Son meydan okumanın devamındaki âyet-i kerîmede ise, inkârcılar îkaz edilerek hiçbir zaman Kur’ân-ı Kerîmʼe benzer bir söz getiremeyecekleri beyân edildi. Dolayısıyla da isyandan vazgeçerek ilâhî azaptan kurtulmalarının, kendileri için en hayırlı yol olduğu haber verildi:

“Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (el-Bakara 2/24)

Bu âyetteki وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki elbette yapamayacaksınız”[2] ibâresi, öyle bir eminlik ve kat‘îlik ifâde etmektedir ki, böyle bir hüküm, ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilir. Hakîkaten Allah’tan başka hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbâle dâir, bu kadar kesin bir hüküm veremez ve kat‘î ifâdeler kullanamaz.

O günkü müşrikler, câhiliye taassubuyla hareket eden, gururuna son derece düşkün, hırslı ve inatçı insanlardı. Çok basit meselelerden büyük savaşlar çıkarırlardı. Kur’ân-ı Kerîm’in meydan okuması ise, korkak ve çekingen insanları bile galeyâna getirecek kuvvette idi. Buna rağmen müşrikler, herhangi bir cevap veremediler. Hâlbuki atalarından devraldıkları bâtıl îtikadları ve mukaddes saydıkları bütün hurâfe inançları yerle bir edilmişti. Üstelik şiiri ve tesirli söz söylemeyi sanat edinmiş, bu husustaki mahâretleriyle övünüp duruyorlardı.

Neticede ilâhî beyan, her tarafa yayıldı ve böylece Kur’ân’a benzer bir söz söylenemeyeceği, iyice anlaşılmış oldu. Bu âyet, onların âcizliklerini dilden dile dolaştırıp ufuktan ufuğa taşıdı, zaafiyetlerini tescil etti ve dillerini âdeta mühürledi.[3]

Müşrikler, Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremedikleri için, onun yerine; yalanlama, kışkırtma, hakâret ve iftirâ gibi saldırganca tavırlar takındılar:

“Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.”[4] “Süregelen bir sihirdir.”[5] “Bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır.”[6] “Öncekilerin masallarıdır”[7] gibi, hakîkate uymayan, âcizliklerini ifâde eden, ayrıca kendi kararsızlık ve tenâkuzlarını sergileyen birtakım asılsız iftiralara yöneldiler. Böylece kendilerini mâzur göstermek ve acziyetlerini örtmek istiyorlardı. Nihayet, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki galip gelirsiniz!”[8] diyerek, her ne kadar inkâr etseler de, aslında ilâhî kudret karşısında tamamen mağlûp olduklarını ortaya koymuş oldular.[9]

Kur’ân-ı Kerîm karşısında acziyetleri yüzlerine çarpılan Mekke müşrikleri başka bir bahaneye sığınarak,Bu Kur’ân iki şehirden birinin büyüğüne indirilmeli değil miydi?” dediler. (ez-Zuhruf 43/31)

Velîd bin Muğîre, “Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” dedi.[10]

Aslında bu bir itiraftı. Kur’ân-ı Kerîm’i hak kitap olarak kabûl ettikleri hâlde, kendilerine gelmediği için kibirleri sebebiyle ona karşı geliyorlardı. Cenâb-ı Hak bu gibi bedbahtlara şu cevâbı verdi:

“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?!.” (ez-Zuhruf 43/32)

Kur’ân’ın mucize bir kitap olduğu o gün kabul edilmiş ve zamanımıza kadar onun bu meydan okumasına cevap verebilen çıkmamıştır. Zaman zaman bunu deneyenler olmuş ancak onlar da bütün insanlığın huzurunda rezil olup fevkalâde gülünç durumlara düşmüşlerdir. Yazdıkları şeyler insanları güldüren hezeyan yığınlarından öteye geçememiş, sadece ahmaklıklarını ortaya koymuştur. Neticede, kıyamete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir utanç yüklenmişlerdir.[11] Artık Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğunda hiç şüphe yoktur. İlmî keşiflerin artmasıyla onun daha farklı mûcizevî yönleri de ortaya çıkmıştır.

2. Kur’ân’ın Mûcizevî Yönleri

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönleri pek çoktur. Bunlara bir sınır koymak mümkün değildir.[12] Âlimler bu konuda pek çok eser kaleme almışlardır. Onun bugüne kadar idrâk edilebilen mûcizevî yönlerinin bir kısmı şöyledir:

  • Kur’ân-ı Kerîm’e karşı mücâdele etmelerine rağmen müşriklerin onun bir benzerini getiremeyişleri,
  • Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[13]
  • Hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması,
  • Geçmişe ve geleceğe âit gaybî haberler ihtivâ etmesi ve bunların zamanı geldikçe aynen tahakkuk etmesi,[14]
  • Kalplerde ve gönüllerde derûnî bir tesir icra etmesi,
  • Ümmî bir kimse vâsıtasıyla tebliğ edilmesi,[15]
  • Mânâlarının doğruluğu,
  • Kelimelerindeki fesâhatin birbirini izlemesi,[16]
  • Kur’ân’ın kendisine has mûsikîsi,
  • Tarihi (nüzûlü, cem‘i, tertîbi vs…),
  • İçinde lüzumsuz söz ve kelime bulunmaması,
  • İlmî hakîkatleri ihtivâ etmesi…[17]

İmâm Süyûtî, Kur’ân’ın mûcizevî yönlerine bir sınır getirilemeyeceğini ifade etmiş ve bu hususta kaleme aldığı üç ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[18]

Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönlerinden pekçoğunu anlamak için geniş bir ilim, kültür ve belâğat kâbiliyetine ihtiyaç yoktur. Onu tefekkür ederek okuyan her insan, kültürü ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[19] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’nın kelâmı olduğunu, bir beşer tarafından söylenemeyeceğini derhâl kavrar.

2.1. Fesâhat ve Belâğati

Fesâhat lügatte “açık seçik olmak” demektir. Bu sebeple sözün kusurlardan arınmış olmasına fesahat denilmiştir. Böyle olan söze veya onu söyleyene de fasîh denilir.

Belâgat ise, sözün fasih olmakla birlikte zaman ve zemîne de münasip olmasıdır. Bir fikrin sözlü veya yazılı olarak yerinde, zamanında ve yeterince ifade edilmesidir. Mânanın güzel ve uygun ifadelerle zihinlere ulaştırılmasıdır. Câhız’a göre lafızla mânanın güzellikte birbiriyle yarışması, mânadan önce lafzın kulağa, lafızdan önce de mânanın zihne süratle ulaşmasıdır.[20]

Kur’ân’ın en başta gelen mucizevî yönü onun son derece fasîh ve belîğ olmasıdır. O, en güzel ve en münasip kelimelerden oluşan en akıcı, en tesirli ve en anlamlı cümleler ihtivâ eder. Onun her âyeti, beşerî lisan cümlelerinin fevkinde, eşsiz bir beyan mûcizesi olarak, kendine has bir ses âhengiyle nâzil olmuştur. O, insanoğlunun bir benzerini getirmekten âciz kaldığı muhteşem mânâ derinliklerine sahiptir. İlâhî hakîkatleri, müstesnâ bir diksiyon, ses ve tecvid zarâfeti içinde, lâhutî bir lisan ihtişâmıyla insanlığa tebliğ eder.

Kur’ân-ı Kerîm, ne şiir ne de nesirdir. Bilâkis hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya getiren emsalsiz bir üslûba sahiptir. Şiirde ve mûsikîde bulunmayan bir güzelliği vardır. Onu tekrar tekrar okurken veya dinlerken bir monotonluk hissedilmez, devamlı sûrette değişen ve tâzelenen seslerden insan hislerinin her biri nasibini alır.[21]

Kur’ân dâimâ, müterâdif (aynı mânâya gelen) kelimelerden delâleti en hassas, tasvir gücü en fazla ve fesâhati en kuvvetli olanlarını seçer. Müfessir İbn-i Atiyye (v. 542) şöyle der:

“Kur’ân öyle bir kitaptır ki ondan bir kelime çıkarılsa, sonra bütün Arap lisanı altüst edilse, ondan daha münâsip bir kelime bulmak mümkün değildir.”[22]

Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat üstadları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmışlardır. Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm’den bazı bölümler okudu. Velîd Kur’ân’a hayran oldu, bir şey diyemedi. Kalbi îmâna yumuşadı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, hemen yanına gelerek câhiliye hamiyyetini tahrik etti:

“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:

“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim” dedi. Ebû Cehil:

“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[23], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi. Ebû Cehil ısrarla:

“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:

“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:

“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi.[24] Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:

“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir» dedi.” (el-Müddessir 74/18-25)

Arap edebiyatının ileri gelenlerinden Velid, Kur’ân’ın çarpıcı üslûp ve belâgati karşısında şaşkın bir hâle düşerek derin derin düşünmüş, fakat nefsinin ve şeytanın vesveselerini yenemediği için îmân etmemiştir.

Müslümanların sayısının hızla artması ve Hz. Hamza, Hz. Ömer gibi kahramanların Müslüman olması üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Derhal toplanarak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:

“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler. Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü’ne gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce Peygamber Efendimiz’e yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü (s.a.v), sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinlediler. Daha sonra ona künyesiyle hitâb ederek:

“−Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordular. Utbe, “Evet!” deyince Rasûlullah (s.a.v):

“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurup Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladılar. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:

“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdular. Utbe o kadar müteessir olmuştu ki cereyana kapılmış bir insana dönmüştü. Kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:

“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:

“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:

“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:

«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim»[25] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Onu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer diğer Arap kabîleleri onunla savaşıp kendisini öldürürlerse, siz de zahmet çekmeden bu meseleden kurtulmuş olursunuz. Şayet o Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi. Kureyşliler:

“−Ey Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:

“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi.[26]

Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah (s.a.v) ona Kur’ân-ı Kerîm okuyup İslâm’ı anlattılar. İşittiklerine hayran kalan Ebû Harb:

“–Vallâhi sen, ya Allah’a, ya da Allah’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik...” dedi.[27] Kur’ân’da konuşan zâtın insan olmadığını derhal farketti.

O zamanlar bedevîler, belâğat ve fesâhatta en zirve insanlardı. Bir gün bedevîlerden biri, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Sana emrolunan şeyleri açıkça söyle ve şirk koşanlardan yüz çevir!”[28] âyetini işitince derhal secdeye kapanmıştı. Bu hareketinin sebebi sorulunca:

“–Sırf fesâhati sebebiyle secde ettim!” dedi.[29]

Bu âyette ona tesir eden hususlar, “ilahî tebliği en mükemmel bir şekilde açıklama, hak ile batılın arasını iyice ayırıp onu apaçık bir şekilde dile getirme ve bu yolda cesur davranma mânâlarını ihtivâ eden fe’sdaʻ” kelimesiyle[30]; bunca kısalığına rağmen çok mânâlar ihtivâ eden “bi-mâ tu’mer: Sana emredilen, söylenilen her şeyi” terkibi ve bu cümlenin ihtivâ ettiği emsalsiz mûsikî idi.

Bir başka bedevî:

“Ondan ümidi kesince aralarında fısıltıyla konuşmak üzere (bir kenara) çekildiler”[31] âyetini işitmişti. Bunun üzerine:

“–Şehâdet ederim ki, bir kul böyle bir söz söyleyemez!” diyerek, hayret ve hayranlığını izhar etti.[32]

 Kur’ân bu fesahat ve belâğatı sebebiyle çok kolay okunur ve ezberlenir. Onun mucizevî yönlerinden biri de Allah’ın onu ezber ve öğüt için bütün dillere ve gönüllere kolaylaştırmasıdır. Öyleki manasını anlamayan insanlar bile onu kolayca ezberleyebilirler.[33]

2.2. Gaybî Haberler Vermesi

Kur’ân-ı Kerîm, gayba dâir pek çok haberler ve işaretler ihtivâ eder. Onda geçmişe, hâle ve geleceğe dâir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[34] Melekler, cinler ve insanlar ise gaybı bilemezler. Allah gayba dair bilgilerden dilediği kadarını dilediği rasûlüne bildirdiğini haber vermiştir.[35] Bunun dışında hiçbir varlığın gayba dair bilgisi yoktur. Kur’ân’da bu tür bilgilerin yer alması ve bir kısmının doğruluğunun ilmen ispat edilmesi onun Allah kelâmı olduğunu ve verdiği diğer haberlerin de aynen gerçekleşeceğini göstermektedir.

2.2.1. Geçmişe Âit Haberler

Kur’ân-ı Kerîm’in insanın ilk yaratılış kademelerini, ondan sonra cereyan eden hâdiseleri, bizden önceki toplumları, onların hayat hikâyelerini, kendilerine gönderilen peygamberler ile münâsebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberlerindendir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i hangisi yetiştirecek diye kur‘a çekerlerken, sen onların yanında değildin, bu hususta ihtilâf ederlerken de orada bulunmuş değildin.” (Âl-i İmrân 3/44)

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyederek, hâdiseleri sana en güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce bunlardan habersizdin...” (Yûsuf 12/3)

“Sana böylece vahyettiklerimiz, gayba âit haberlerdir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları zaman sen yanlarında değildin.” (Yûsuf 12/102)

“Sen daha önce ne bir kitap okumuş ne de elinle yazmıştın; öyle olsaydı, inkârcılar şüpheye düşebilirlerdi.” (el-Ankebût 29/48)

Mekke müşrikleri önceki kavimlerle ilgili birtakım efsânevî bilgi kırıntılarına sahiptiler. Kur’ân-ı Kerîm ise onlarla ilgili, günümüz târih ilminin de tasdîk ettiği şekilde en doğru bilgileri getirdi.

Meselâ Ehl-i Kitâb’a göre Ashâb-ı Kehf, mağaralarında üç yüz güneş yılı kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm, onların mağarada üç yüz sene kaldıklarını, buna dokuz senenin de ilâve edildiğini söylemektedir. Bu dokuz yıl, şemsî ve kamerî yıl arasındaki zaman farkıdır. Hâlbuki o zaman insanlar şemsî yılı bilmiyor, aralarındaki farktan da haberleri yoktu. Âyet-i kerîmede mûcizevî bir şekilde şöyle buyrulur:

“Onlar mağaralarında üç yüz yıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır.” (el-Kehf, 18/25)

Kur’ân-ı Kerim bunun gibi son derece hassas ve hakikate uygun bilgiler vermektedir.

2.2.2. Hâle Âit Haberler

Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler, kabir âlemi, Cennet ve Cehennem ile alâkalı haberler, bilhassa ehl-i kitâb, münâfık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler nüzul zamanıyla alâkalı gaybî bilgilerdir.

Tefsir âlimi Mukâtil şöyle anlatır: Mekke’nin fethedildiği gün Rasûlullah (s.a.v), Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üstüne çıkıp ezan okumasını emretmişti.

Attâb bin Esîd: “Allah’a hamdolsun ki babam daha önceden öldü de bu günü görmedi” dedi.

Hâris bin Hişâm, “Muhammed, müezzin olarak şu kara kargadan başkasını bulamamış mı?” dedi.

Süheyl bin Amr, “Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi.

Ebu Süfyân da, “Ben bir şey söylemeyeceğim. Çünkü semânın Rabbinin bunları Muhammed’e haber vermesinden korkarım” dedi.

Cibrîl (a.s) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gelerek bu sözleri haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.v), onları çağırıp ne söylediklerini sordu. Onlar da bu sözleri ikrar ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hucurât Sûresi’nin 13. âyetini indirip onları birbirlerine karşı soy, sop, mal-mülk çokluğu gibi şeylerle övünmekten ve fakirlerle alay etmekten menetti.[36]

Ebû Süfyân gibi akıllı insanlar tefalarca tecrübe ettikten sonra artık Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Allah’tan bilgiler geldiğini iyice anlamışlardı. Bu sebeple konuşmalarına ve düşüncelerine dikkat etmeye başlamışlardı.

O gün vahyin haber verdiği gaybî bilgilere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

  • Kıble hususunda Allah Rasûlü’nün kalbinden geçenler,[37]
  • Yahudilerin kalblerindeki kinin daha büyük olması,[38] ölümü asla temenni etmeyecekleri[39]
  • Allah’ın âyetleri hakkında kesin bir delil olmaksızın münakaşa eden kimselerin, kalbinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklük hevesi taşımaları[40]
  • Münafıkların kalblerinde mü’minlere karşı hissettikleri korkunun Allah korkusundan fazla olması[41]
  • Bedir öncesi Müslümanların çoğunun ordu yerine savaşmadan kervanı elde etmeyi istemeleri[42]
  • Uhud Harbi’ne çıkan münafıkların kalblerindeki düşünceler[43]
  • Uhud’a giderken iki kabilenin bozulma istekleri[44]

Bütün bunlar Kur’ân’ın gaybden verdiği haberler idi. Bu düşüncelerin sahipleri Kur’ân’ın verdiği haberleri hiçbir zaman inkâr etmemiş, doğruluğunu kabul etmişlerdir. İnsanlar bunu defalarca tecrübe ettikleri için daha dikkatli olmaya mecbur kalıyorlardı. Nitekim Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Bir takım insanlar, Rasûlullah (s.a.v) zamanında vahiy ile (sırları meydana çıkar da) yakalanırlardı. Şim­di ise vahiy kesilmiştir. Şimdi biz sizi ancak zâhirde gördüğümüz amellerinize göre değerlendiririz. Kim hayır hâli ızhâr ederse, biz ona güvenir ve ikrâm ederiz. Onun gizli işlerinden hiçbir şey(i araştırmak) bize âid de­ğildir. Gizli işleri hususunda onu Allah hesaba çeker. Kim de şer hâli ızhâr ederse, o kalbinin temiz oldu­ğunu söylese de, biz ona güvenmez ve sözünü tasdik etmeyiz.”[45]

Abdullah bin Ömer (r.a) de şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah (s.a.v) zamanında hakkımızda bir vahiy gelir korkusuyla hanımlarımıza istediğimiz gibi davranmaktan sakınırdık. Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edince istediğimiz gibi konuşup davranmaya başladık.”[46]

2.2.3. İstikbâle Âit Haberler

Gayba dâir haberlerin en mühimleri ise, gelecekte cereyan edecek hâdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur’ân-ı Kerîm’in, “Allâmu’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiğinde şüphe kalmamıştır. Bununla ilgili birkaç misal zikredelim:

Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifâde etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:

“–İlâhî kitap sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürur verecek olan şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:

“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde. İşler önceden de sonradan da Allah’a âittir. O gün mü’minler Allah’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm 30/1-5)

O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te’kidle şöyle buyuruyordu:

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/6)

Nihayet Cenâb-ı Hak, vaadini gerçekleştirdi. Tarihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar İranlılara gâlip geldiler. Aynı gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[47] Bu da 4. ve 5. âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.

Kur’ân’ın istikbâle ait haberlerine şunları da misal olarak zikredebiliriz: İnkârcıların Kur’ân’ın bir benzerini asla getiremeyeceği,[48] müşriklerin hezimete uğrayaca­ğı,[49] Allah Rasûlü’nün Mekke’ye tekrar döneceği,[50] ashâb-ı kirâmın Mescid-i Harâm’a emniyet içerisinde gireceği, bir müddet sonra da büyük bir zaferle Mekke’yi fethedeceği,[51] insanların fevc fevc Allah’ın dinine gireceği,[52] Allah’ın hak dini bütün dinlere üstün kılacağı,[53] Kur’ân’ı muhafaza edeceği…[54] Beşer olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in, buna benzer gaybî haber­leri kendiliğinden vermesi mümkün değildir. Bunları ancak vahiy yoluyla her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan Allah’tan öğrenmiş ve insanlara tebliğ etmiştir.

2.3. İlmî Keşiflere İşaret Etmesi

Kur’ân-ı Kerîm’in esas maksadı insanları hidâyete erdirmektir. Dolayısıyla onu bir fizik, kimya, astronomi, tıp kitabı gibi düşünmemeli, bu alanlarla ilgili bilgiler vermesini beklememelidir. Buna rağmen, bilhassa tevhid akîdesine dikkat çekmek üzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği özlü bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yönünü teşkil etmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kur’ân’ın gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan delillerimizi hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhitlik etmesi (onlar için) yeterli değil midir?” (Fussilet 41/53)

“Şunu da söyle: Hamd Allah’a mahsustur. O, işaretlerini size gösterecek, siz de onları görüp tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (en-Neml 27/93)

“Onun bildirdiklerinin gerçekliğini bir zaman sonra öğreneceksiniz.” (Sâd 38/88)

İlmî keşiflere ışık tutması, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Bu vasfı onun ihtişâmını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim sürekli artarak devam eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Ancak bu konuda dikkatli davranmak gerekmektedir. Sıhhati sâbit olmamış ilmî nazariyeleri (teorileri) Kur’ân âyetleriyle îzâh etmeye kalkmamalıdır. Bir müddet sonra onlar terkedilir veya yalanlanabilir. Bu durumda insanlar kusuru yanlış tefsir yapan kimsede değil de Kur’ân’da görmeye kalkabilirler. Ancak doğruluğu ispat edilmiş olan ilmî hakikatleri alıp bir kısım âyet ve hadisleri onlarla îzâh etmekte bir mahzur yoktur.[55] Bu konuya misal olarak şunları zikredebiliriz:

2.3.1. İnsanın Yaratılışı

İnsanın anne karnında teşekkülü ve teselsülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin daha yakın zamanda keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler verir:

“Ey insanlar! Öldükten sonra dirileceğinizden şüphe duyuyorsanız şunu unutmayın ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim; ve biz dilediğimizin rahimlerde belirli bir vakte kadar kalmasını sağlarız, sonra sizi bebek olarak çıkarırız, ki daha sonra yetişkinlik çağınıza erişesiniz. İçinizden kimi erken vefat ettirilirken kimi de önceden bildiklerini bilmez hâle gelinceye kadar ömrün en düşkün çağına eriştirilir…” (el-Hacc 22/5)

“Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz; Sonra onu sağlam bir korunakta nutfe hâline getiriyoruz. Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurta) alakaya (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonra da kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir yaratık hâlinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir.” (el-Mü’minûn 23/12-14)

Rasûlullah (s.a.v) de bu konuda şöyle buyururlar:

“Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenip toplanır. Sonra yine (kırk gün içinde) aleka hâline gelir. Sonra yine öyle (bir kırk gün daha) et parçası (mudğa) hâlindedir. Bundan sonra bir melek gönderilir. (Melek, Allah’ın emriyle) ona rûh üfler ve rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd (kötü veya iyi) olacağını yazar.”[56]

Âyet ve hadîslerin verdiği bu bilgilerle, yakın zamanda modern biyolojinin tespitleriyle tefsir edilmiştir. Bu bilgiler, on dokuzuncu asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde bilinmiyordu. Kur’ân bu hakîkatleri, on dört asır önce sâde bir üslûpla ve net bir şekilde açıklamıştır. Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nde Embriyoloji profesörü olan Keith L. Moore Kur’ân’ın bu âyetlerine hayran kalanlardandır.

Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını îzâh ettikten sonra Abdülmecit Zindânî’nin tavsiyesi ile bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırmaya karar verir. Sonuçta ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mutâbakat hâlinde olduğunu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misal ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini itirâf eder. Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yani bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifâde eder. Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdeta üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.v) hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder.

Ayrıca Keith, verdiği bir konferansta Kur’ân-ı Kerîm’in embriyoloji ile ilgili hakîkatleri karşısında şöyle bir îtirafta bulunur: “Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği mûcizeler üzerinde size bir konferans takdîm ettiğim için çok mutluyum! Asrımızın ilim ve teknolojisinin daha yeni keşfettiği gerçeklerin, bundan 14 asır önce ümmî bir insan tarafından dile getirilmesi, beni büyük bir şaşkınlık ve hayrete düşürmüş, yaptığım bütün araştırmalar da, beni Kur’ân’ın şeksiz şüphesiz vahiy mahsûlü olduğu husûsunda kesin bir kanaate sevk etmiştir.”[57]

Keith, Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve etmiştir. Kendisine:

“–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca:

“–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir” cevâbını vermiştir.[58]

Kur’ân’ın verdiği bilgilere hayran kalan ilim adamlarından biri de Amerika’da anatomi ana bilim dalı başkanı olan Prof. Dr. Marshall Johnson’dur. Kur’ân’daki yaratılış safhaları ile “mudğa”nın ihtivâ ettiği hakîkatler son derece dikkatini çekmiş ve onu hayrete düşürmüştür:

Bir çiğnemlik et… Tam dişlerin dizilişine göre şekillenmiş durumda. Sanki çiğnenmiş bir etin üzerinde kalan diş izleri görüntüsü… Tamamı bir santimetre (âdeta bir lokma kadar). Mudğa’da insanın bütün husûsiyetleri mevcut. Ancak kimi faal, kimisi henüz faâliyete geçmemiş! Tıp, bu durumu anlatabilecek bir tâbir bulamıyor. Organlar iş yapıyor dese, yapmayanlar var; yapmıyor dese yapanlar var. Oysa Kur’ân, bunu “belli belirsiz bir çiğnem et” diye tavsîf ederek onun bütün bilgilerini ihtivâ eden bir tâbirle düğümü 1400 küsûr sene evvelinden çözmüş bile… İşte Kur’ânî bilgileri önce peşînen reddedip sonra da tamâmen kabûl etmek zorunda kalan, hattâ bu arada birçok yeni hakîkatler de öğrenen Prof. Dr. Marshall, sonunda ısrarlı bir şekilde şöyle demekten kendini alamadı:

“Evet, ilim ehline ışık tutan bu Kur’ân, Allah tarafından indirilmiştir. Zamanı geldikçe onun hakîkatleri böyle tek tek açılacak ve ortaya çıkacaktır. Allah’ın buyurduğu, «Her haberin mukarrer bir zamanı var, artık ileride bilirsiniz!»[59] âyeti tecellî edecektir.”[60]

İlim adamları, 17. yüzyılda henüz mikroskop keşfedilmeden önce, spermin ana rahmine tam bir insan şeklinde geçtiğini zannediyor, insanın safha safha yaratılışını bilmiyorlardı. Bu görüş, 18. yüzyılda da devâm etti. Hattâ 19. asrın yarısına kadar ilim adamları, insanın safha safha yaratıldığı hakîkatine ulaşamadılar. Ancak son zamanlarda teknik imkânların iyice artması sebebiyle bu hususta yeterli araştırmaları yapabildiler ve nihâyet Kur’ân’ın 1400 sene evvel ifâde buyurduğu hakîkatin eşiğine varabildiler. Demek ki, doğru bir şekilde yapılan bütün ilmî çalışmalar, sonunda mutlaka Kur’ân’ı tasdik edecektir. Bu durum, Kur’ân’ın azamet ve ihtişâmını gösteren delillerden sadece biridir.[61]

2.3.2. Anne Sütü

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de çocukların iki tam yıl emzirilmesini tavsiye ederek şöyle buyurur:

“Emzirmenin tamamlanmasını isteyen kimse için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler...” (el-Bakara 2/233)

“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur…” (Lokman 31/14)

“İnsana, anne ve babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmete katlanarak taşıdı ve zorluk çekerek doğurdu. Karnında taşıması ve sütten kesmesinin süresi otuz aydır…” (el-Ahkâf 46/15)

Zamanımızda tıp ilmi de, annenin çocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından fevkalâde ehemmiyetli olduğunu ispat etmiştir. Anne sütünde çocuğun ihtiyaç duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mücâdele eden enzimler yanında annenin karakterini çocukta teşekkül ettirecek unsurlar mevcuttur. Anne sütünde, insanın beslenmesi açısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tümü, bebeğin bünyesine uygun gelecek şekilde çok âhenkli bir nisbet ve ölçüde bulunmaktadır. Anne sütünde, bebeği ilk altı ayda tüm mikroplu hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır. Bu ve benzeri sebeplerle bebeğin ilk altı ayda sadece sütle beslenmesi çok faydalıdır.

Tıp ilmine göre de, ideal bir emzirme süresi iki tam yıldır. Çünkü karaciğerin kan yapması dolayısıyla çok yüklü oluşu ve diğer organların gelişim hâlinde olması sebebiyle anne sütüne olan mecbûrî ihtiyaç, iki yıl devam etmektedir. Ayrıca çocuğa âit gelişmenin en önemli safhasında da gerçek biyolojik maddelere olan ihtiyaç süresi iki yıldır. Zira tıp, bebeğin ilk iki yılda gerçekleştireceği gelişmenin en mühim devre olduğunu kabûl etmektedir. Yine tıp, bebeğini 1-2 yıl emziren annelerde biyolojik bir yenilenmenin meydana geldiğini, bu sebeple onlarda göğüs kanserinin çok az görüldüğünü, çocuğuna süt vermeyen annelerin ise, sıhhat bakımından tehlike altında bulunduğunu ifâde etmektedir. Bütün bu faydaların kâmil mânâda gerçekleşmesi için emzirmenin iki yıl olması îcâb eder ki, bu da büyük bir Kur’ân mûcizesidir.

Diğer taraftan Nisâ Sûresi’nin 23. âyetinde evlenilmesi haram olan kadınlar arasında “süt bacılar” da sayılmaktadır. İslâm fıkhına göre, çocukluğun ilk iki yılı içerisinde vukû bulan emzirmelerle sütkardeşliği meydana gelir. İki yıldan sonraki emzirmelerde bu kardeşlik mevzubahis değildir. Demek ki, iki yıl sonra anne sütü, taşıdığı aslî özelliğini büyük ölçüde yitirmektedir.

Anne sütü, çocuğun rahimde meydana gelmesiyle oluşur. Bir başka çocuk, iki seneye kadar bu sütten belli bir miktar emdiğinde sütkardeşliği tahakkuk eder. Bu süt, çocuğun oluşmasıyla meydana geldiği için, onu emen diğer çocuğa da aynı karakter intikal eder. Yani ortak vasıflara hâiz bir kardeşlik karakteri gerçekleşir. Bu sebeple İslâm’da, zikri geçen âyet-i kerîme ile sütkardeşlerinin evlenmesi haram kılınmıştır. Normal batın kardeşliği gibi sütkardeşliği de aynı mahremiyet ölçülerine tâbîdir. Bu haram kılmanın, bilinen ve bugün için henüz meçhûl olan pek çok hikmetlerinin bulunduğu muhakkaktır.[62]

Yukarıda zikredilen âyetlerde bir mucize daha vardır: Bakara sûresinin 233. âyetiyle Lokman sûresinin 14. âyetinde çocuğun iki sene emzirilmesinden bahsediliyor. Ahkâf sûresinin 15. âyetinde ise hâmileliğin ve sütten kesmenin süresinin otuz ay olduğu ifade ediliyor. İki seneyi yani yirmi dört ayı süt emmeye ayırdığımızda geriye altı ay kalıyor. Bu da hâmileliğin en kısa süresinin altı ay olduğunu gösteriyor.

İmam Mâlik şöyle anlatır: Hz. Osman’a evliliğinin altıncı ayında doğum yapan bir kadın getirildi. Normalde bir çocuk ancak dokuz ayda doğabileceğinden bu durum, insanları şüpheye düşürdü. Kadının cezâlandırılmasını düşünürken Hz. Ali (r.a) müdâhale etti. Bahsedilen âyetleri okuyarak; “Bu durumda hâmilelik müddeti altı ay olabilir” dedi. Bu açıklama üzerine Hz. Osman (r.a) kararından vazgeçti.[63]

Bu âyetlerde aynı zamanda zaruret hallerinde çocuğu iki yılı doldurmadan sütten kesmenin mümkün olduğuna işaret edildiğini de söyleyebiliriz.

2.3.3. Parmak İzi

Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 1875 yılında keşfedilmiş ve 1884 senesinde kullanılmaya başlanmıştır.[64] Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden şöyle dikkat çekmiştir:

“İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme 75/3-4)

Bugün bir şifre olarak parmak iziyle açılan bilgisayarlar ve kapılar kullanılmaktadır. Zira her insanın parmak izi farklıdır. Hattâ insanın her bir parmağının izi diğerinden farklıdır. Tıpkı parmak izi gibi, insanların gözleri de birbirinden farklıdır. Şifre yerine, sahibinin gözüyle çalışan makineler, açılan bilgisayarlar veya kapılar, günlük hayatta giderek yaygınlaşmaktadır. 1 cm2 bile olmayan küçücük bir alanda sonsuz farklılıkları yaratan Allah Teâlâ yüceler yücesidir!

2.3.4. Gen Hârikası

Genetik ilminde yapılan ye­ni ke­şif­ler, her in­sa­nın nev’i şah­sı­na mün­ha­sır bir başka şif­re­si daha ol­du­ğunu or­ta­ya koy­muş­tur. Üstelik bu gen denilen şeyler o kadar küçüktür ki, yeryüzündeki bütün canlıların genleri bir araya toplansa bir fındık kabuğunu doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler, her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkilere husûsiyetlerini verirler. Bu ancak hikmet sahibi bir yaratıcıdan sâdır olabilecek sonsuz bir ilim ve kudretin eseri olabilir; başka hiçbir nazariyeye imkân yoktur.[65] Nitekim bu hakîkate işaretle Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şâhit tutarak, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» buyurmuştu. Onlar da, «Evet, şâhit olduk (ki Rabbimizsin)» demişlerdi. Böyle yapmamız, kıyâmet günü, «Biz bundan habersizdik» dememeniz içindir.” (el-A‘râf 7/172)

2.3.5. Acıyı Deri Hisseder

Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla ilgili bir çalışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı: Azâbın uzun müddet devam edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır.

Bu ilmî neticelere ulaşan Tajason’a bir gün şu âyet-i kerîme gösterildi:

“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkça, başka derilerle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar! Allah dâimâ üstün ve Hakîm’dir.” (en-Nisâ 4/56)

Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.[66]

2.3.6. Göklerle Yerin Bitişikken Ayrılması

Kur’ân-ı Kerîm’de göklerle yerin önceden bitişik olduğu, daha sonra yaratılma sürecinde Allah tarafından ayrıldığı bildirilir:

“İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Hâlâ inanmazlar mı? Onları sarsmasın diye yeryüzüne köklü dağlar yerleştirdik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki doğru ve rahatça gidip maksatlarına ulaşsınlar. Biz, semâyı da korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gökyüzünün âyetlerinden yüz çevirirler. O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı... yaratandır. Her biri bir yörüngede yüzerler.” (el-Enbiyâ 21/30-33)[67]

“Sonra (Allah’ın irâdesi) göğe yöneldi; o zaman gök duman hâlinde idi. Ona ve yerküreye; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu. İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler.” (Fussilet 41/11)

Bugün ilim dünyasının bu konuda sahip olduğu kuvvetli kanaat da, bu âyetlerin çizdiği çerçeveye uygun düşmektedir.[68]

Tokyo İlmî Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Dr. Yuşili Kozayn bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumu hakkında bugün ilmin gâyet net tespitler yaptığını söylemekte ve bunların sâbit gaz kütlesi hâlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. Bu esnada kendisine Kur’ân’ın bu konuyla ilgili âyetlerinden bahsedildi. Kur’ân, bu oluşum hâlindeki varlığa “duhan” diyordu ve bu tâbir ona çok tesir etti. Çünkü o âna kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması neticesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifâde etmekteydi. Hâlbuki sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı. Kur’ân-ı Kerîm ise “duhân, yani sıcak duman” demekle, hem gerçek târifi yapmış, hem de mevcut reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harârete de değinmiş bulunuyordu. Yuşili:

“–Bu kitap ne zaman indi?” diye sordu.

“–1400 sene evvel” cevabını alınca şok oldu ve büyük bir şaşkınlık içinde şöyle dedi:

“–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kâinâta tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş!.. Ona gizli kalabilen hiçbir şey yok!”

Kendisine, müsbet ilim ancak bâzı hakîkat kırıntılarını tespit ve keşfedebildiği hâlde, Kur’ân’ın, bunları daha dakîk bir şekilde önceden nasıl haber verdiği sorulunca Yuşili şu cevabı vermiştir:

“–Bu bilgilerin bir insan sözü olması mümkün değil! Çünkü biz ilim erbâbı, ancak bir mevzû üzerinde derinleşebiliyoruz. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, bütün bir kâinat sahasındaki bilgileri, hattâ daha ötelerini en mükemmel bir şekilde ihtivâ ediyor ve îzah ediyor! Bu kadar geniş bir sahayı içine alan en doğru ve en mükemmel bir ilmî kudreti hiçbir beşer gösteremez! Bundan sonra ilmî hayatımın rotası Kur’ân-ı Kerîm olacak! Önceki dar çerçevemi Kur’ân’la genişleteceğim!..”[69]

Bu izahlardan anlıyoruz ki kâinat ezelî ve ebedî değildir. Onun bir başlangıcı vardır ve mutlaka bir sonu da olacaktır. Allah bütün varlıkları, daha önce hiçbir mahlûk yokken yoktan var etmiştir. Kâinâtın ilk maddesine “ol” demiş, madde de oluvermiştir.[70]

2.3.7. Galaksiler ve Güneş Sistemi

Kur’ân-ı Kerim’de pek çok defa göklerin yaratılışına, sağlamlığına ve genişliğine dikkat çekilir.[71] Yakın zamana kadar insanlar göklerin genişliğini ve büyüklüğünü çok sınırlı bir şekilde anlayabiliyorlardı. Ancak son gelişmelerle semaların ne muazzam bir yapıda olduğu daha iyi anlaşıldı ve böylece Kur’ânî ifadeler de daha iyi idrak edilmeye başladı. Şimdi bunu daha yakından görebilmek için insanoğlunun göklerle ilgili ulaşabildiği bir takım bilgileri nakledelim:

Her gün gördüğümüz Güneş’ten başlayalım. Güneş sistemi 12 milyar km çapındadır. Güneş’in yaşı 4,5-5 milyar yıl olarak hesap ediliyor. Güneş, Samanyolu merkezinden 30.000 ışık yılı uzaktadır.

Güneş’te her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk gaz maddesi de enerji/ışın hâlinde yayılır. Yok olan kütleye göre hesap edersek Güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmiş olacaktır. Eğer Güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde kaybetmiş olduğu kütle 400 milyar kere milyon ton olacaktır ki, bu değer, yine de Güneş’in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadar ancak tutar.

Güneş zeminindeki sıcaklık 6000 santigrat derecedir. Merkezindeki sıcaklık ise yaklaşık olarak 20 milyon santigrat dereceyi bulur. Güneş’in sıcaklığı devamlı artarken, çapı da büyüyor. Çapı büyümeye devam eden Güneş’in bir zaman sonra patlayarak en yakın gezegenleri Merkür, Venüs, Dünya ve Mars’ı yok edebileceği mümkün görülmektedir.

Güneş’in kütlesi 2 x 1027 yani iki kere milyar kere milyar kere milyar tondur. 700.000 kilometrelik devâsâ bir yarıçapı vardır. Dünya’dan 324.529 kat daha büyüktür.[72]

Güneş’ten daha büyük yıldızlar vardır. Büyüklü küçüklü milyarlarca yıldızın birleşmesiyle bir galaksi (gökada) meydana gelir. Semâda milyarlarca galaksi vardır. Galaksi, kütleçekim kuvvetiyle birbirine bağlı olan yıldızların, gaz-toz-plazmaların meydana getirdiği maddelerin ve henüz ne olduğunu bilmediğimiz karanlık maddenin oluşturduğu bir sistemdir. Samanyolu Galaksisi bunlardan sadece biridir. Güneş sistemi de Samanyolu Galaksisi içinde yer alan milyarlarca yıldızdan sadece biridir. Yıldızların bir araya gelip galaksiyi oluşturması gibi galaksiler de bir araya gelerek daha büyük gruplar oluştururlar. Meselâ Samanyolu, Andromeda ve Macellan Bulutları 30 galaksiden oluşan ve “Yerel Grup” diye isimlendirilen bir grupta yer almaktadır. Bu grubun en büyük galaksisi Andromeda, ikinci sıradaki de Samanyolu’dur. Spiral galaksiler 50.000 ışıkyılından 2.000.000 ışık yılına kadar farklı büyüklüklerde olabilir. Samanyolu galaksisi yaklaşık 100.000 ışık yılı büyüklüktedir. Galaksilerin birbirinden uzaklığı, galaksilerin çaplarının yaklaşık 20 katı kadardır. Andromeda ve Samanyolu arasındaki uzaklık yaklaşık 2.5 milyon ışık yılıdır. Kâinâtta sürekli olarak gaz bulutları, galaksiler birbirleriyle çarpışmaktadır. Yaklaşık 5 milyar yıl sonra Samanyolu’nun da, komşusu Andromeda ile çarpışacağı hesaplanmaktadır. Böyle bir şey olur ve o zaman dünya üzerinde yaşayan kimseler bulunursa muhtemelen onlar bu durumdan müteessir olmayacaklardır. Çünkü yıldızlararası uzaklık, yıldız çapının milyon katını bulabilir. Bu da, iki yıldızın çarpışmasını neredeyse imkânsız hâle getirir. Dolayısıyla galaksiler çarpışma esnasında birbirlerinin içlerinden geçip gidebilirler. [73]

Kâinâtın görebildiğimiz kısmında 300-350 milyar civarında büyük, 7-8 trilyon civarında da küçük galaksinin bulunduğu ifade edilmektedir. “Samanyolu” veya “Andromeda” gibi büyük galaksiler, 50 milyar ile birkaç trilyon arasında farklı sayılarda yıldıza sahiptir. Küçük galaksilerde ise birkaç milyon ila 10-15 milyar arasında yıldız bulunur. Çok çeşitli boyutları olan bu küçük galaksilerin mühim bir kısmı, büyük galaksilerin uydusu durumundadır. Küçük galaksilerden biri, 10 ila 20 bin ışık yılı çapa sahip olabilir. Bunların bünyesinde, her çeşit yıldız, küçüklü büyüklü yıldız kümeleri, gaz ve toz bulutları yer alır. Bazılarının merkezinde dev karadelikler de keşfedilmiştir. Samanyolu, Andromeda ve Üçgen (Triangulum) galaksisinin bulunduğu Yerel Gökada grubunda 40 civarında küçük galaksi bulunmaktadır.[74]

Yüzlerce ya da binlerce galaksinin bir arada olduğu topluluklara, Galaksi Kümesi denir. Galaksi kümelerinin oluşturduğu topluluklara da Galaksi Süperkümesi denir.[75] Bir Süperküme’de onlarca galaksi kümesi bulunur ve çapı da 100 milyon ışık yılını bulur.[76]

Şimdi bu bilgiler ve verilen rakamlar üzerinde durup biraz düşünelim. Aklımıza hayâlimize sığmayan muazzam büyüklükte bir kâinât ile karşı karşıyayız. Bu bilgiler bize Allah’ın azametini ve Kur’ân’ın haber verdiği şeylerin doğruluğunu gösteriyor.

“Semâda burçlar yaratan ve onların içine bir çerağ (Güneş) ve nurlu bir Ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân 25/61)

“Göklerin ve yerin yaratılması elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük bir olaydır ama insanların çoğu bunu bilmez.” (el-Mü’min 40/57)

“Gökleri, yeri ve oralarda üretip yaydığı canlıları yaratması O’nun (kudretinin) delillerindendir. O dilediği zaman onları bir araya getirme gücüne de sahiptir.” (eş-Şûrâ 42/29)

“Onlar düşünmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratma konusunda acze düşmeyen Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? Şüphe yok ki O her şeye kādirdir.” (el-Ahkâf 46/33)

2.3.8. Kâinâtın Genişlemesi

Yeryüzü, semâlara nisbetle okyanusta bir damla gibi, belki bundan da küçüktür. Kur’ân’ın pek çok yerinde göklerin büyüklüğünden, sağlamlığından ve haşmetinden bahsedilir, onlar üzerine yeminler edilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Burçlarla dolu gökyüzüne andolsun ki!” (el-Burûc 85/1)

“Hayır! Yıldızların mevkîlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa 56/75-76)[77]

1400 sene evvel yıldızlarla ilgili çok şey bilinmiyordu. O günlerde Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede yıldızlar arasındaki mesâfelere yemîn etti ve bunun hakikaten büyük bir yemin olduğunu söyledi. Bu mesafenin binlerce, milyonlarca ışık yılı olduğu daha yeni yeni keşfedilmektedir. Işık ise yaklaşık olarak sâniyede 300.000 kilometre hızla gider. Yıldızlar arasındaki uzaklıklara baktığımızda bunlar insan aklının bugün bile idrak edebileceği rakamlar değildir. Bu mesafeler her saniye daha da artmakta ve kâinat büyük bir süratle genişlemeye devam etmektedir. Bu sebeple ilim adamları:

“Kâinat, bizim hayâl edebildiğimizden çok daha ürpertici, dehşet verici ve çok daha büyüktür. Çünkü kâinattaki cisimler fezâda korkunç bir süratle birbirlerinden uzaklaşmaktadır” demek zorunda kalmışlardır.[78]

Âlimler, 1929 senesinde nebülözlerin[79] bizim galaksimizden uzaklaştığını keşfettiler. Daha sonra bu keşiften hareketle kâinâtın devamlı genişlediği teorisini ortaya attılar.[80] Yirminci yüzyılın bilimde en mühim dönüşümlerinden birini meydana getiren bu iddiâya göre, galaksiler uzaklıklarıyla orantılı olarak artan bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır.[81] Âlimler 1950 yılında, bu kanunu tatbik ederek galaksilerin uzaklaşma hızını hesapladılar. Bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[82] Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:

“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) biz binâ ettik ve biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât 51/47)

Âyet-i kerimede geçen “mûsi‘ûn” kelimesi ism-i fâilin cem‘i olup genişletmek, yaymak, daha geniş ve daha uzak hâle getirmek anlamlarına gelen evsa‘a fiilinden gelmektedir. Bilhassa eşya söz konusu olduğunda genişletmek anlamını ifade eder. Bu ayet hem kâinâtın genişliğine, hem de genişlemeye devam ettiğine işaret eder. Kâinât o kadar geniş ve sınırsızdır ki, içinde milyarlarca nebüle bulunmakta ve bunların sadece bir tanesinde bile yüz milyonlarca parlak yıldız yer almaktadır.[83] Astronomi âlimleri, kâinâtın yarıçapını 14 trilyon ışık yılı olarak tahmin etmektedirler. Işığın hızı ise yaklaşık olarak saniyede 300.000 km’dir. Muazzam bir genişliğe sahip olduğu tespit edilen kâinâtın, olduğu gibi kalmayıp her sâniye büyük bir hızla genişlemeye devam ediyor olması, onu yaratan ve ayakta tutan Allah’ın azametini tam olarak idrâk etmemizin mümkün olmadığını göstermektedir. Bu hakikat aynı zamanda genişleme neticesi ortaya çıkan boşluğu dolduran madde ve enerjinin yoktan yaratıldığını da göstermektedir.[84]

Bu muazzam kâinâtı devamlı genişletmekte olan Cenâb-ı Hak, nihâyet onu, bir kâtibin kâğıdı dürüp rulo yaptığı gibi tekrar dürecektir.[85] Yine vakti geldiğinde yeri başka bir yere, gökleri de başka göklere çevirecektir.[86] Bu ise yeni bir âlemin yaratılmasını ve yeni bir hayatın başlamasını ifâde etmektedir.[87]

2.3.9. Korunmuş Tavan

Ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşları semânın her tarafına dağılır. Bunların dünyaya çarparak oradaki hayatı sona erdirmesi mümkündür. Ancak Cenâb-ı Hak, Dünya’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, Dünya için tehlikeli olacak pek çok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşlarını da Ay çeker. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz. Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girince sürtünme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yeryüzüne ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[88]

Ayrıca dünyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dünya’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Güneş patlamalarından muhâfaza eder. Atmosfer bizi uzaydaki eksi 270 dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhâfaza eder. Meselâ atmosferi olmayan Ay’da hava gece eksi 150 derece, gündüz ise artı 100 derece civarında olur. Çünkü “korunmuş tavan”ı olmadığı için Güneş’ten gelen tüm ısı ve ışık, olduğu gibi Ay yüzeyine düşer. Kur’ân-ı Kerîm’de dünyanın korunmasına şöyle işaret edilir:

“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allah’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ 21/32)

2.3.10. Güneş ve Ay’ın Yapısı

Kur’ân-ı Kerîm, Güneş ve Ay’ın farklı cisimler olduğunu ifâde eder:

“Gökte yıldız kümeleri oluşturan, yine orada bir ışık kaynağı ve aydınlatan bir ay yaratan (Allah) mübarektir, cömerttir.” (el-Furkân 25/61)

“Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbirleriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış? Bunların içinde Ay’ı bir nûr, Güneş’i de bir kandil yapmış!..” (Nûh 71/15-16)

Âyet-i kerîmelerde Ay, “münîr, aydınlatıcı bir cisim”, Güneş ise, kandil (sirâc) veya parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan bir lamba (vehhâc) olarak vasıflandırılır. Böylece Ay ve Güneş’in farklı vasıf ve husûsiyetlerde olduğuna, ışıklarının aynı mâhiyette olmadına işaret edilir.[89]

Âyetlere bakıldığında alev alev yanan ve bizzat kendisi ışık veren cisme verilen isimle soğuk ve karanlık bir cisim üzerine düşen ışığa verilen ismin özenle seçildiği görülür.[90] Bugünkü bilim, uzayda ısı ve ışık kaynağı olan gök cisimlerine “yıldız”, bağlı bulunduğu yıldızdan aldığı ısı ve ışığı yansıtan gök cisimlerine de “gezegen” demektedir. Buna göre Güneş, Samanyolu Galaksisi içinde yer alan bir yıldız; Dünya, Güneş sistemi içinde bir gezegen; Ay da Dünya etrafında dönen bir uydudur. Yani Dünya ve Ay’daki ısı ve ışığın kaynağı Güneş’tir; onlar ise sadece bir yansıtıcıdır. Kur’ân-ı Kerim her kelimeyi en dikkatli bir şekilde ve hakikate uygun olarak seçip kullandığı için Ay ile Güneş’in durumlarını farklı kelimelerle ifade etmiştir. Günümüzde Ay ve Güneş’le ilgili bildiklerimizle Kur’ân’ın bu husustaki ifadeleri arasında hiçbir çelişki göremeyiz. Muharref Tevrât ise, Güneş ve Ay’ı “ışıklar” olarak nitelendirir, yalnız bunlardan birine “büyük” ötekine “küçük” sıfatını verir. Bu ise zamanımızın ilmî verilerine uygun değildir.

Diğer taraftan Ay, hareketlerindeki safhalarla zaman tespiti için insanlığın istifâdesine sunulmuştur. Bunu da şu âyet-i kerime ifade etmektedir:

“…Yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için Ay’a birtakım menziller takdîr eden O’dur. Allah bunları (boş yere değil), ancak bir gerçeğe (ve bir hikmete) binâen yaratmıştır. (Allah), âyetlerini bilen kimseler için açıklamaktadır.” (Yûnus 10/5)[91]

2.3.11. Yıldızlar Yol Gösterir

Semâya serpiştirilen yıldızların bir hikmeti de, insanlara kılavuzluk yapmalarıdır:

(Allah) O’dur ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için yıldızları yarattı. Gerçekten, bilen kimseler için âyetleri iyice açıkladık.” (el-En‘âm 6/97)

(Yol bulmak için faydalanılacak) işaretler de (yarattı. İnsanlar), yıldız(lar)la da yol bulurlar.” (en-Nahl 16/16)

Meselâ Kutup Yıldızı dâimâ kuzeyi gösterir. Bundan hareketle insanlar diğer yönleri tespit edebilirler.

Kâinâttaki bütün cisimlerde ilâhî bir sanat ve tanzim vardır. Bunun için birbirlerine çarpmadan her biri kendisine belirlenen yörüngede döner. Hareketlerinde bir anlık gecikme ve hızlanma olmaz. Hep aynı ilâhî denge içinde akıp giderler. Son derece dakik ve hassa bir hesapla döndükleri için zaman ve yol tâyininde kullanılırlar. Bu da, âyet-i kerîmede işaret buyrulan ayrı bir azamet tecellîsidir.

2.3.12. Zamanın İzâfîliği

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Andolsun ki Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” (Kâf 50/38)

Bâzı tefsirciler, altı günden maksadın, altı zaman dilimine yayılan altı dönem olduğunu belirtmektedirler. Bugünkü modern ilim de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ifâdeyi tasdîk etmektedir. Bugün yahûdilerin elinde bulunan ve onlar tarafından tahrif edilmiş olan Tevrât ise, bu altı günü normal yirmi dört saatlik bir gün olarak görür ve “Yedinci gün olan cumartesi günü Allah dinlendi” der.[92] Bu îzah tarzı, Tevrât’ın bugünkü hâliyle ilmî hakîkatlerden ne kadar uzak, Kur’ân’ın ise bütün âyetleriyle her zaman ve mekânda ne büyük bir mûcize olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu âyette bahsedilen gün, belli bir zaman aralığıdır, bugün insanların bildiği 24 saatlik bir zaman dilimi değildir. Onun müddetini ancak Allah Teâla bilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.” (es-Secde 32/5)

“Melekler ve Rûh (Cebrâîl), oraya, miktârı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (el-Meâric 70/4)

Secde Sûresi’nde kâinâtın tedvîriyle ilgili bir zaman, Meâric Sûresi’nde ise melekler ve Cebrâîl (a.s) için mevzubahis olan bir mesâfeyi ihtivâ eden farklı bir zaman bildirilmektedir. Yani her iki zamanın da mevzûları farklıdır ve aralarında bir tenâkuz yoktur. Bu itibarla denilebilir ki, Cenâb-ı Hak katındaki zaman mefhûmu, beşerin idrâk ettiği zaman anlayışından çok farklıdır. Bâzı müfessirlere göre bu ifâdeler, birer kinâyedir ve sürenin uzunluğunu belirtmek içindir. Fakat bu süre, mahlûkat için geçerli bir süredir. Hak Teâlâ için ise, hiçbir zaman mefhûmu geçerli değildir. O, bütün zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh bir Sübhân’dır!..

İlim adamları, bu âyetlerden, son zamanlarda keşfedilen “zamanın izâfîliği” husûsuna da bir işaret çıkarmaktadırlar.

Zamanın izâfî oluşuna bir delil de şudur: Dünya kendi ekseni etrafındaki bir turunu 24 saatte tamamlar ve bir gün oluşur. Ay ise kendi ekseni etrâfındaki turunu 29-30 günde tamamlar. Bu sebeple Ay’da 14-15 gün gündüz, 14-15 gün de gece yaşanır ve Dünya’dan bakıldığında Ay’ın hep aynı yüzü görülür. Aynı şekilde diğer gök cisimlerinin de eksenleri etrafındaki dönüş müddetleri ve bunun netîcesinde gün ve sene mefhumları farklı farklıdır.[93] Meselâ Merkür, Güneş etrafındaki dönüşünü 88 günde, Venüs 225 günde, Mars 687 günde, Jüpiter 11 senede, Uranüs 84 senede tamamlar. Kendi eksenleri etrafındaki dönüşleri de farklı farklıdır.

2.3.13. Atomun Parçalanması

Bundan 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:

“…Ne yerde ne gökte zerre (atom) ağırlığınca bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus 10/61)

“Küfredenler ise «bize o saat gelmez» dediler, de ki hayır, Rabbim Hakk’ı için o size behemehâl gelecek, gaybi bilen Rabbim ki ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz, ne ondan daha küçüğü, ne de daha büyüğü, hepsi mutlak bir «kitab-ı mübîn»dedir.” (Sebe’ 34/3)

Âyet-i kerîmelerde atomdan ve ondan daha küçük varlıklardan bahsedilmektedir. Hâlbuki 19. asra kadar atomun parçalanamayacağı görüşü hâkimdi. Atomun, maddenin parçalanamayan en küçük parçası olduğu zannediliyor ve “cüz’-ü lâ yetecezza: parçalanamayan parça” diye isimlendiriliyordu. Fakat 20. asrın ilk yarısının sonlarında âlimler atomu parçalayarak onun proton, nötron ve elektron diye isimlendirdikleri üç unsurunu keşfettiler. Daha sonra proton ve nötronun da kuarklardan oluştuğu keşfedildi. Âyetlerdeki “zerreden daha küçüğü” ifadesinin bu hususa delâlet ettiğini söyleyebiliriz. “Göklerde ve yerde” ifadesinden de yerdeki atomların özelliklerinin Güneş ve yıldızlardakilerde de aynen bulunduğunu anlayabiliriz.[94]

Büyük İslam mütefekkiri Mevlânâ Hazretleri de (1207-1273) asırlar evvel bu hakîkati şöyle haber vermiştir:

“Kimin canı, şehvetten, hiddetten, nefsanî arzulardan arınmış, temiz­lenmişse, o kimse mânâ âlemini ve mânâ sarayını çabucak görür. Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimiz, hiddet ateşinden ve şehvet duma­nından arınmış olduğu için, nereye baksa, orada, Allah’ın hikmetini, kud­retini, yaratma gücünü görürdü. Ey gözü ve gönlü açılmamış kişi, seni kötülüğe sevkeden nefsânî istekler, şeytanın vesveselerine yoldaş oldukça; “Nereye dönseniz, Allah’ın lût­funa, rahmetine dönersiniz” âyetinin[95] sırrına nasıl erersin? Bunun ne ol­duğunu nasıl anlarsın? Kimin gönlünden bir kapı açılırsa o, her zerrede bir güneş görür.”[96]

Mevlânâ Hazretleri’nin bir kısım eserlerini Fransızca’ya tercüme eden Eva De Vitray Meyerovitch şöyle diyor: “Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlânâ’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Hârikulâde güzel ve büyük bir eserdir bu... Düşünün, Mevlânâ, «Atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz» diyor. İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor. Ama dikkat etmek gerektiğini de ifâde ediyor. Zira bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ilâve ediyor. Görüldüğü gibi, 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Hâlbuki bilim bunu ancak 1930’da ortaya koyabildi. Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu... Batı’da Güneş’in Dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlânâ Dünya’nın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Ve daha bilinmeyen pek çok şey söylüyor…”[97]

Mevlânâ Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Sünnet-i Seniyye’ye hizmet eden, maddî ve mânevî ilimlerde önemli bir noktaya gelmiş büyük bir İslâm âlimidir. Kur’ân’ın sırlarına pek çok âlimden daha fazla vâkıftır.

Aynı konuyla ilgili olarak matematik profesörü Gary Miller şöyle der: “Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinden önce atom hakkında bilinen bir teori vardı. Bu teoriyi de yunan filozof Demokritos ortaya atmıştı. Bu filozofun ardından gelenler de, maddenin gözle görülemeyen, bölünemeyen ve atom (zerre) ismi verilen parçacıklardan meydana geldiğini ortaya attılar. Şimdi ise, maddenin en küçük parçası olan zerrenin, tâbi olduğu maddenin aynı husûsiyetlerini taşıdığı ve aynı şekilde ayrışıp bölünebileceği keşfedildi. Bu bilgi, geçtiğimiz asırdaki gelişmelerin neticesinde elde edilen yeni bir hakikat sayılır. Hâlbuki ne kadar câlib-i dikkattir ki bu bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel bize takdim edilmişti. Âyet-i kerime atomdan daha küçük varlıklardan bahsetmektedir. En ufak bir şüphe yok ki; böyle bir şey o dönemde hiçbir yazar ve hiçbir Arap tarafından yazılamaz. Çünkü o dönemde en küçük olarak bilinen şey “zerre” yani atom idi. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekten de zamanla aşınmadığına delil teşkil etmektedir.”[98]

2.3.14. Çift Yaratılış

Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

 “Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbîh ve takdîs ederim!” (Yâ-sîn 36/36. Ayrıca bkz. er-Ra‘d 13/3)

“Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (ez-Zâriyât 51/49)

İlim adamlarının yakın zamanda keşfettiklerine göre insanlar ve hayvanlar nasıl çiftse, bitkiler ve diğer varlıklar da hep çift çift yaratılmıştır. Atomlar bile çifttir. Onların bir kısmı artı bir kısmı eksi yüklüdür. Meselâ artı elektrik eksi elektriğe akar, ışık yanar; artı bulut eksi buluta akar, yağmur yağar. Bu ilâhî kânun bütün mahlûkâta şâmildir. Bunu bugün ilmî araştırmalar da teyit etmektedir. Bu sebeple “Teklik Allah’a mahsustur” denilmiştir.[99]

2.3.15. İki Deniz Arasındaki Perde

Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20. Âyetlerinde, “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar!” buyrulur. Furkân Sûresi’nin 53. ve Neml Sûresi’nin 61. âyet-i kerîmelerinde de benzer ifadeler yer alır. Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, suların birbirine karışmasına mânî olan sudan bir perdenin olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir.[100] Aynı türden bir su engeli 1960’lı yıllarda Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da keşfedilmiştir. İlmî açıklamaya göre, tuzluluk oranları ve yoğunlukları farklı iki su kütlesi, “yüzey gerilimi” denen bir husûsiyet sayesinde birbirine karışmamaktadır. Bu yaratılış mûcizesinin en büyük faydası, farklı sularda farklı canlıların yaşamasına münâsip vasatın sağlanmasıdır.

Mr. A. Brawn, denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetlerle karşılaşmıştı. Hem tuzlu hem tatlı sudan taze et, inci ve mercan çıkarıldığını, gemilerin rüzgârla yürüdüğünü… ifade eden âyetleri tefekkür eden bu İngiliz, Hint kıyı şehirlerinden birine varınca oradaki bir müslümana:

“–Sizin peygamberiniz Muhammed, denizlerde seyahat etti mi?” diye sordu. O da:

“–Hayır, bildiğimize göre o denizlerde seyahat etmemiştir” dedi. Bu cevap üzerine İngiliz gemici, Kur’ân’ın vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getirdi. Kur’ân’ın tevhîd ve hukûka dâir âyetlerini tefekkür edip bunları Tevrat ve İncil’deki sözlerden daha doğru ve anlamlı bularak müslüman oldu. Daha sonra Mısır’a gidip âlimlerle görüştü.[101]

2.3.16. Nehirler ve Denizler

Yukarıda bahsedilen su engeli, tatlı su nehirlerinin denize döküldüğü haliç ve deltalarda da görülür. Hem üst hem de dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece kolay görülen nehirler, denizlere döküldükleri noktalarda asla tuzlu su ile karışmazlar. Cenâb-ı Hak bu iki su arasına bir perde koymasaydı, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır ve canlılar içme suyu sıkıntısı çekerlerdi. Âyet-i kerîmede buna şöyle dikkat çekilir:

“İki deryayı salıveren O’dur; şu tatlı, susuzluğu giderir, şu tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına da karışmalarına mânî olan bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.” (el-Furkân 25/53)

2.3.17. Denizlerdeki Üstüste Dalgalar ve Karanlıklar

Okyanusların dibine inmek, neredeyse uzaya çıkmak kadar zor bir meseledir. İnsanlar, bu iş için yapılmış husûsî araçlar olmadan ancak 70 metre kadar derinlere dalabilirler, bundan sonrası imkânsızdır. Bu sebeple denizlerin 200 metre kadar aşağısı neredeyse karanlık, 1000 metreden sonrası ise tamamen koyu bir karanlıktır. Cenâb-ı Hak bizlere deniz diplerinin, kendi elimizi bile göremeyeceğimiz kadar karanlık olduğunu 1400 sene evvel şöyle haber vermiştir:

“Yahut (inkârcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar. İnsan elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Kime Allah nur vermezse, onun için nur diye bir şey yoktur.” (en-Nûr 24/40)

Âyet-i kerîmenin başındaki “derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor” ifâdesi ise bambaşka ve yine yakın zamanda keşfedilen ilmî bir hakikati yani “İç dalgalar”ı haber vermektedir. Okyanus suları derinlere inildikçe birbirinden farklı yoğunlukta tabakalardan teşekkül etmiştir. Bu tabakalar arasında tıpkı okyanus yüzeyindeki gibi dalgalar meydana gelmektedir. Bunlara “dip dalgalar” veya “iç dalgalar” ismi verilir. Bu dalgalar çıplak gözle görülemezler. Ancak, su tabakaları arasındaki sıcaklık ve tuz oranı farkları ölçülerek anlaşılabilirler. Bütün bu keşiflerin, Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik ettiğini müşahade etmekteyiz.

Allah Rasûlü (s.a.v) elbette denizci değildi, hatta denizde seyahat bile etmemişti. Ancak Kur’ân-ı Kerîm denizlere ve onların özelliklerine sıkça temas etmektedir. Bunlar üzerinde tefekkür ettiğimizde, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiyden başka bir yolla gelmediğine kanaat getiririz. Zira bir manzara tasviri yapan kişi, ancak yaşadığı veya gezip gördüğü çevredeki unsurları kullanabilir. Kur’ân-ı Kerîm, çöllerle kaplı bir bölgeye indiği hâlde, onda daha çok çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can veren yağmur yüklü bulutlardan, bağlardan, bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahsedilir.[102]

2.3.18. Atmosfer Basıncı

Kur’ân-ı Kerîm, inkârcı bir insanın hâlini, semâya doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetir.

فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْاِسْلَامِۚ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقاً حَرَجاً كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَٓاءِۜ كَذٰلِكَ يَجْعَلُ اللّٰهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar; kimi de dalalete bırakmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah inanmayanları işte böyle cezalandırır.” (el-En‘âm 6/125)

Bugün ilmî keşifler, yükseğe çıkıldıkça hava yoğunluğunun azaldığını, basıncın düştüğünü ve oksijenin azaldığını ortaya koymuştur. Bu sebeple insan yükseldikçe, nefes almakta zorlanır, sadrı daralıp sıkışır. Âyet-i kerîmede bu mânâyı ifâde eden kelimenin (يَصَّعَّدُ) telâffuzu ve mûsıkîsi de aynı mânâyı âdeta tatbikî olarak insana yaşatmaktadır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in devrinde yükseklere çıkacak bir vâsıta olmadığı gibi, bulunduğu coğrafyada çok yüksek dağlar bile yoktu. O hâlde böyle bir teşbih ve ifâde, ancak her şeyi bilen Allah Teâlâ’ya âit olabilir.[103]

2.3.19. Aşılayıcı Rüzgârlar

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık...” (el-Hıcr 15/22)

Bu âyet-i kerîmenin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir. Rüzgârlara, “yoğunlaşma çekirdeği” ismi verilen toz zerreciklerini taşımak gibi mühim bir vazife verilmiştir. Deryaların üzerinden kalkan tuz zerrecikleri, çöllerden savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgâr vâsıtasıyla atmosferin üst tabakalarına kadar taşınır. Bunlarla havadaki su buharı aşılanarak su zerreleri hâline gelir. Bunlar olmasa, su buharı yoğunlaşamaz ve dolayısıyla insanlar da yağmurdan mahrum kalırlar. Yine, yeryüzündeki sayısız bitki türüne ait polenler, çiçek tozları ve tohumlar, rüzgârlar vasıtasıyla birinden diğerine taşınır. Böylece bitkilerin döllenerek çoğalması, neslini devam ettirmesi ve çiçek, meyve, sebze gibi ürünlerini vermesi sağlanır.

2.3.20. Ağır Bulutlar

Gökyüzüne baktığımızda pamuk yığını gibi duran bulutların çok hafif olduğunu zannederiz. Ancak Cenâb-ı Hak, onların ağır olduğunu ifâde buyurmaktadır:

“O, rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderendir. Nihayet rüzgârlar ağır bulutları yüklendiği vakit, onları ölü bir belde(yi diriltmek) için sevk ederiz de oraya suyu indiririz. Derken onunla türlü türlü meyveleri çıkarırız. İşte ölüleri de öyle çıkaracağız. Ola ki ibretle düşünürsünüz.” (el-A‘râf 7/57)

İlim adamları bulutlardan yağan yağmuru hesaplamışlar, mesela 50 km2lik bir alanı 1 santim kalınlığında kaplayacak yağmurun ağırlığı yarım milyon ton kadar çıkmıştır. Tek bir yağmur bulutunun da 300.000 ton ağırlığında olabileceğini ifâde etmişlerdir.

Nûr Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde de dolu ile şimşeğe ve ikisi arasındaki münâsebete işaret edilir.

2.3.21. Dağların Fonksiyonu

Cenâb-ı Hak dağların kazıklara benzediğini ve yere çakıldığını ifade ederek şöyle buyurur:

“Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı? Dağları da kazıklar (gibi çakılı) yapmadık mı?” (en-Nebe’ 78/6-7)

 “(Allah) dağları da sapasağlam çaktı!” (en-Nâziât 79/32)

İnsanlar çadır kurarken kazıklarının yarısına yakınını yere çakarlar. Bugünkü jeoloji ilminin ifâdelerine göre de dağların içyapısı kazık görünümündedir. Yer üstündeki kısımları kadar yeraltında da temelleri vardır. Âdeta aşağıdan onları tutan bir kök tabaka vardır.

Dünya, tıpkı bir yumurtanın sarısı, akı ve kabuğu gibi üç tabakadan meydana gelmektedir. En içte çekirdek, onu saran manto ve en üstte yerkabuğu mevcuttur. Yerkabuğu yumurtada olduğu gibi sert, kabuğun altındaki mağma kızgın ve akıcıdır. Yerkabuğunun kalınlığı okyanus tabanlarında ince (8-10 km.), yüksek dağların olduğu kısımlarda kalındır (30-40 km.). Yine dağların, mağma üzerinde yüzen kıta bloklarının dengesini sağlamada mühim bir unsur olduğu, ancak asrımızda anlaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ise bu gerçeği on dört asır önce pek çok âyetinde ifâde etmiştir. Bu âyetlerden birinde şöyle buyrulur:

“…Sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sâbit dağlar attı...” (Lokman 31/10)

Jeo-fizikte, “sıcak noktalar” denilen ve Dünya’da 110 kadar olduğu belirlenen büyük dağ kitleleri vardır. Bunlar yerkabuğunun hareketine mânî olmakta olup yerin çok derinliklerinden yükselen ve yerkabuğunu deldikten sonra yüzeyde katılaşarak âdeta bir perçin şeklinde kabuğu sâbit tutan ve muvâzeneyi sağlayan büyük mağma kitleleridir.[104]

Kur’ân-ı Kerîm, bunlar gibi daha pek çok ilmî hakîkate işaret etmiştir ki bunların bir kısmı keşfedilmiş, bir kısmı da hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir.[105]

Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok mevzu öz hâlinde yer almış veya onlara kısaca işaret edilmiştir. Böyle olmasaydı onun hacmi çok büyür, bu da onun -bırakınız ezberlenerek muhâfaza edilmesini- başından sonuna kadar bir defa okunmasını bile imkânsız hâle getirirdi.

Diğer taraftan pek çok hakikat Kur’ân-ı Kerîm’de, ancak insanların ilmî seviyesi müsâit olduğunda kavranabilecek şekilde yer almıştır. Yani Kur’ân, kıyâmete kadar her asrın ilmî seviyesi ve insanların idrâkine göre hakîkatlerini peyderpey sergilemektedir. Şüphesiz bu durum, Allah’ın merhametinin bir tecellîsidir. Çünkü insan yaratılışındaki hârikulâde husûsiyetler, büyük tıbbî buluşlar, yer ve göklerdeki insanı dehşete düşüren hakîkatler, şayet ilmen keşfedilmeden evvel Kur’ân’da açıkça ve detaylarıyla ifâde edilmiş olsaydı, insanlar o zamanki aklî ve ilmî seviyeleriyle bunları tasdik etmekte zorlanır ve neticede inkâra saparlardı. Allah Teâlâ, rahmet ve merhameti gereği, bu hakîkatleri Kur’ân’a zamanla anlaşılabilecek şekilde yerleştirmiştir. Bu yönüyle de Kur’ân-ı Kerîm, sanki derinliğine inildikçe define çıkan kadîm ve bereketli bir toprak gibidir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önden gitmekte, her asırdaki beşerî ilimler ise yaptıkları keşiflerle onu tasdîk ve tefsîr ederek takip etmektedir.[106]

4. Kur’ân’ın Gönüllere Tesiri

Kur’ân-ı Kerîm gerek lafzındaki âhenk ve mûsıkî, gerekse manasındaki ulviyet ve kuvvet sebebiyle son derece tesirli bir kitaptır. Müslüman olsun, olmasın, Arap olsun olmasın her insana tesir eder. Onu dinleyen gönüller huzur duyar, kalpler ferahlar. İnsan onun hazzını tattığında derinden sarsılır, içini huşû kaplar, tüyleri diken diken olur ve kalbi heyecanla çarpmaya başlar. Kur’ân, onun nefsi ile içinde gizlediği köklü inançları arasına girer. Nitekim Allah Rasûlü’nün nice düşmanı vardır ki, onu öldürme niyetiyle gelmiş, Kur’ân’ı işitince hiç vakit geçirmeden ilk düşüncesinden vazgeçmiş, İslâm’a girmiş ve düşmanlığı dostluğa, küfrü îmâna dönüşmüştür.[107]

Yüce Rabbimiz, hakkıyla okunan Kur’ân âyetlerinin, mü’minlerin gönül âlemlerinde meydana getireceği mânevî tesiri şöyle beyan buyurur:

وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا

“...(Allah’ın) âyetleri (mü’minlere) okunduğunda (bu), onların îmanlarını artırıp güçlendirir…” (el-Enfâl 8/2)

“Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, onu himâye et! Tâ ki Allah’ın kelâmını işitebilsin, (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” (et-Tevbe 9/6)

“…Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın tesirinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri, hem de gönülleri Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar…” (ez-Zümer 39/23)

Yüce Rabbimiz Kur’ân’ın ne kadar tesirli ve azametli olduğunu şu çarpıcı misallerle anlatır:

“Kendisiyle dağların yürütüleceği veya yeryüzünün parçalanacağı, ya da ölülerin konuşturulacağı bir Kur’ân olacak olsaydı (o yine bu kitap olurdu)…” (er-Ra‘d 13/31)

“Eğer biz bu Kur’ân’ı bir dağın tepesine indirseydik onun, Allah’a tâzimi sebebiyle başını eğip parçalandığını görürdün!” (el-Haşr 59/21)

Onda ilâhî kudretin öyle hayranlık verici eserleri, gizli ve açık öyle azamet tecellîleri vardır ki eğer o bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağın, Allah korkusundan başını eğdiği, çatlayıp hurdahaş olduğu görülürdü. İşte Kur’ân, aslında böylesine büyük bir ilâhî kitaptır. Fakat onun indirilişinin asıl hikmeti bunlardan ziyâde, okunup anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp îmân edilmesi, mûcibince amel edilmesidir.[108] Dolayısıyla Allah’ın büyüklüğü ve peygamberinin hak oluşu hususundaki delilleri; dağların yürütülmesi, ölülerin diriltilip konuşturulması gibi hârikulâde zâhirî hâdiselerden ziyâde Kur’ân’ın ifâdelerindeki fesâhat ve belâğatta, mânâsındaki derinlik ve azamette aramak daha doğrudur. Şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm; tabiatıyla, son derece tesirli olan dâvet ve ifâde yöntemiyle, ele aldığı mevzuları ve bunları takdim tarzıyla, kendisini hisseden ve ona göre şekillenen ruhlarda, dağların yerinden sökülmesinden, yerin yarılmasından ve ölülerin konuşturulmasından daha büyük, daha köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Tesiri altına aldığı bu yüce ruhlar sâyesinde, hayatın boyutlarını, hatta tüm yeryüzünün görünümünü aşan harikulade hâdiseler gerçekleştirmiş, târihin akışını değiştirmiştir. Taştan ve çelikten daha sert, daha katı olan düşünce ve geleneklerin donukluğunu parçalamıştır. Ölülerden daha hissiz, daha sessiz olan insanları canlandırmış, harekete geçirmiştir.[109] Bunu da üslup ve mânâsındaki kuvvet ve azametle yapmıştır.[110]

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın tesiri sebebiyle ümmetinin diğerlerine göre çok fazla olacağını şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Her peygambere, insanların hidâyetine vesile olacak mûcizeler muhakkak verilmiştir. Bana verilen de Allah’ın bana gönderdiği vahiydir. Bu sebeple kıyamet günü peygamberler içinde ümmeti en fazla olan peygamber olacağımı ümit ediyorum!”[111]

Zira Kur’ân’ın mucizeliği devamlıdır. O hem nüzulüne şâhit olanlara hem daha sonra işitenlere, hem o devirde yaşayanlara hem de daha sonra kıyamete kadar gelecek olan bütün kullara tesir etmiştir. Hepsini âciz bıraktığı gibi her birine faydalı olmuş, rahmetinden bütün insanlar ve cinler istifade etmişlerdir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kâmil bir insanın Kur’ân’dan müteessir olacağına işaret ederek şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı ses olarak en güzel okuyan kimselerden biri, kıraatini işittiğinizde Allah’tan haşyet duyduğunu (korktuğunu) hissettiğiniz kişidir.”[112]

Evet, gafletten kurtularak Kur’ân’ı şuurlu bir şekilde okuyan kimse mutlaka onun tesiri altına girer.

Kur’ân’a tâbî olanlar onun feyziyle ilim ve irfan ufuklarına kanat açar, imanları daha da kuvvet kazanırken[113], kalplerinde hastalık bulunanlar ise nefislerine yenik düşerek ondan uzaklaşırlar. Menfaatlerini koruma gayretleri ve hasetleri sebebiyle Kur’ân’a baktıkça küfürde ve hüsranda daha da ileri gider, kirlerine kir katarlar.[114]

4.1. Allah Rasûlü’ne Tesiri

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân-ı Kerim’i çok sever, ondan fevkalade mütessir olur, onu okurken ve dinlerken derin bir hissiyât içinde duygulanıp gözyaşı dökerlerdi. Zîrâ seven, gönlünü ve kulağını sevilenin sözüne yöneltir ve ona, sevdiğinin sözünden daha tatlı gelen hiçbir şey olmaz. Çok kere seven, sevdiğinin sözünü tekrarlarken, kendisini onun yanındaymış gibi hisseder. Bazen de mahbûbuna karşı mes’ûliyetini hatırlayarak korkuya kapılır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, Kur’ân-ı Kerim’i hem okurken hem de dinlerken, tazim ve hürmet hisleri içinde ağlayıp gözyaşı dökmesinin örnekleri pek çoktur. Bunların birkaçını misal kabîlinden zikredelim:

Bir gün İbn-i Mesud (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in arzusu üzerine, en-Nisâ sûresini okumaya başlamıştı. (Ey Rasûl!) Her ümmete bir şâhit ve seni de bunlara şâhit getirdiğimiz vakit, durumları nasıl olacak?” mealindeki 41. âyete geldiğinde, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bu âyetten son derece müteessir olarak, “Şimdilik yeter!” buyurdular. O esnada gözlerinden yaşlar boşanıyordu.[115]

Atâ (r.a) şöyle anlatıyor: Hz. Âişe vâlidemize:

“–Allah Rasûlü’nde gördüğün en şaşırtıcı hâli bana haber verir misin?” dedim. Âişe (r.a):

“–Onun hangi hâli şaşırtıcı değildi ki!” dedi ve şöyle devam etti; “Bir gece yanıma geldi, yatağa girdi, sonra:

«–Müsâade edersen kalkıp Rabbime ibadet edeyim» buyurdu. Ben:

«–Vallâhi seninle beraber olmayı çok severim, ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim. Bunun üzerine kalktı, abdest aldı, sonra namaza durdu ve ağladı. O kadar ağladı ki gözyaşları göğsüne aktı. Sonra rükûya vardı, yine ağladı, sonra secdeye vardı, secdede iken de ağladı, sonra secdeden başını kaldırdı yine ağladı. Bu durum ta Bilâl gelip sabah ezanını okuyuncaya kadar devam etti. Bilâl (r.a), Habîb-i Ekrem’in ağladığını görünce:

«–Ey Allah’ın Rasûlü, geçmiş ve gelecek bütün günâhların affedildiği hâlde seni ağlatan nedir?» diye sordu. Efendimiz:

«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle bir âyet indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyet-i kerîmeleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allah’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her ân) Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve “Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!” (derler)». (Âl-i İmrân 3/190-191)[116]

Ebû Zerr (r.a), Allah Rasûlü’nün bir hâlini şöyle anlatır: “Peygamber Efendimiz bir gece kıyamda sabaha kadar:

«Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Şayet onları bağışlarsan, kudreti ile her şeye üstün gelen Azîz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerince yapan Hakîm sensin!»[117] âyetini tekrarladı durdu.”[118]

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: Rasûlullah (s.a.v) bir kişinin:

“Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için demirden hazırlanmış) ağır bağlar, prangalar ve yakıcı bir ateş vardır; boğaza duran bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır!”[119] âyetlerini okuduğunu işitince, düşüp bayıldı.[120]

Yine bir gün Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) güzel sesiyle Kur’ân okuyan Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi dinlemiş, bundan çok hoşlanmış ve ona:

“Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin! Şüphesiz Dâvûd (a.s)’a verilen güzel seslerden bir nağme de sana verilmiştir” buyurmuşlardır.[121]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Kur’ân’ı okumaktan doyumsuz bir zevk alırlardı. Bu esnada okudukları rahmet ve azap âyetlerinden müteessir olarak dualar ederler, Allah’a sığınırlardı. Avf ibn-i Mâlik el-Eşcaî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le birlikte bir gece namaz kıldım. Kalktılar (birinci rekâtta) Bakara Sû­resi’ni okudular. Her rahmet âyetine geldikçe durdular (ve Allah’dan rah­met) istediler. Azâb âyetine geldikçe de durdular (ve azaptan Allah’a) sığındılar. Sonra rukûa vardılar. Kıyâmda durdukları kadar rükûda durdular. Bu esnâda:

«Kahr ve kudret sa­hibi, izzet ve saltanat sahibi, ululuk ve azamet sahibi olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim» diyorlardı. Sonra secdeye vardılar, kıyâmları kadar da secdede kaldılar. Secdelerinde de bu şekilde tesbih ediyorlardı. Sonra (ikinci rekâta) kalktılar ve Âl-i İmrân Sûresi’ni okudular. Sonra bu şekilde her rekâtta bir sûre okudular.”[122]

Abdullah bin Ömer (r.a) şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i Minber’in üzerinde şöyle buyururlarken gördüm:

“Allah -azze ve celle- semâları ve yerleri dürüp toplayarak iki eline alacak ve:

«‒Allah benim! Melik benim! (Nerede yeryüzü melikleri? Nerede cebbârlar, nerede mütekebbirler?!)» buyuracak!”

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bunları söylerken mübarek parmaklarını yumup açıyorlardı. O esnâda Minber’e baktım, kökünden sallanıyordu. Öyle ki kendi kendime: «Minber devrilerek Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i düşürür mü?!» diye endişeleniyordum.”[123]

Rasûlullah (s.a.v) bu esnada ashabına; “O dehşet günü gökleri yazılı kâğıt tomarlarını dürer gibi düreriz. Yaratmaya başlamadan önceki hâle döndürürüz. Sözümüz sözdür; biz bunu mutlaka yaparız”[124] âyetini açıklıyor ve ondan son derece müteessir oluyorlardı.

4.2. Ashâb-ı Kirâma Tesiri

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz gibi ashâb-ı kiram da Kur’ân-ı Kerîm’i büyük bir duygu derinliği içinde okur ve onun engin mânâ deryasında kalpleri ürperip yumuşar, derileri diken diken olurdu. Hz. Ebû Bekir (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediğinde nasıl müteessir olduğunu gösteren bir hâlini şöyle anlatmıştır:

“Bir gün Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunurken:

 «Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaktır»[125] âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

«–Ebû Bekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?» buyurdular. Ben:

«–Tabiî ki ya Rasûlallah» dedim. Bana bu âyeti okuttular. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Rasûlullah (s.a.v):

«–Neyin var, ne oldu?» diye sordular. Ben:

«–Anam babam size fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.v) şu açıklamayı yaptılar:

«–Ey Ebû Bekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır».”[126]

Hz. Ömer (r.a) hayatı boyunca devamlı Kur’ân’dan müteessir olmuş bir insandır. Başından geçen birkaç hâdiseyi misal kabîlinden zikredelim: Bir gün bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitmişti. Adam:

“Rabbinin azabı mutlaka vuku bulacaktır! Onu önleyebilecek hiçbir güç yoktur”[127] âyet-i kerîmesine gelince, Hz. Ömer (r.a) bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.[128]

Yine Hz. Ömer (r.a) günlük virdini okurken rastladığı bir âyet sebebiyle boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve yere düştü. Bir iki gün evinden çıkamadı. Öyle ki insanlar onun hastalandığını zannederek ziyaretine gelmeye başladılar.[129]

Yine bir gün Ömer (r.a) Tekvîr sûresini okumaya başladı:

“Güneş katlanıp dürüldüğünde, Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde, Dağlar yürütüldüğünde…”

Onuncu âyet-i kerimeye geldi: “Amel defterleri açıldığında…” dedi ve daha fazla dayanamayıp baygın yere düştü.[130]

Bir gün Mü’minlerin Annesi Âişe (r.a) namazda:

“Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen yakıcı azaptan korudu”[131] âyetini okuyunca ağladı ve:

“Allah’ım, bana lütfet de vücuda işleyen o yakıcı azaptan koru. Sen, iyiliklerin sâhibisin ve merhamet edensin!” diye niyâzda bulundu.[132]

Abdullah bin Ebî Müleyke anlatıyor:

İbn-i Abbas (r.a) ile Mekke’den Medine’ye ve Medine’den de Mekke’ye kadar yol arkadaşlığı yaptım. O namazlarını iki rekât kılıyordu. Konakladığımızda gece yarısı kalkıyor ve Kur’ân’ı harf harf, tertil üzere okuyordu. Bu esnâda hıçkıra hıçkıra, feryâd ederek ağlıyor ve:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir» denir”[133] âyetini okuyordu.[134]

Nâfiʻ (r.a) anlatıyor: İbn-i Ömer (r.a) gece namaz kılardı. Cennetten bahseden bir âyet okuduğunda durur, Allah’tan cenneti ister, dua eder, bazen de ağlardı. Cehennemden bahseden bir âyet okuyunca yine durur, cehennemden Allah’a sığınır, dua eder ve bazen de ağlardı. Bir defasında:

“İman edenlerin, Allah’ın zikri ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?”[135] âyetine gelince ağladı ve:

“Evet, geldi ya Rabbî; evet, geldi ya Rabbî” dedi.

Bir gün de Mutaffifîn suresini okuyordu.

“Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır”[136] âyetine gelince o kadar ağladı ki kendinden geçti.[137]

Lebîd bin Rebîa Arapların en büyük şairlerinden biriydi. Kur’ân-ı Kerim nâzil olmadan evvel panayırlarda şiir yarışmaları yapılır, bunlar içinden seçilen ilk yedi şiir Muallakât-ı Sebʻa ismiyle Ka‘be’nin duvarına asılırdı. Bu şiirlerden biri de Lebîd’e âitti. Onun şiiri yıllarca Ka‘be duvarında asılı kalmıştı. Rasûlullah (s.a.v) onun bir mısrâı hakkında:

“–Şairlerin söylediği en doğru söz, Lebîd’in;

«Elbette Allah’tan başka her şey bâtıldır, boştur!» sözüdür” buyurmuşlardı.[138]

Müslüman olmak üzere Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen Benî Kilâb heyeti içinde Lebîd de vardı. Bu tâlihli şâir İslâm nûru ile aydınlandıktan sonra Allah’ın kelâmını ezberledi. Ona olan tazim ve hürmetinden dolayı, bir daha şiir söylemedi ve son mısraları da Müslüman olduğu zaman söylediği şu beyit oldu:

Allah’a hamdolsun ki gelip çatmadan ecelim,

İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim![139]

Bir gün Hz. Ömer (r.a) ona:

Ey Ebû Akîl! Şiirlerinden bana bir şeyler okuyabilir misin?” diye ricada bulunmuştu. Lebîd:

“–Allah bana Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini öğrettikten sonra asla şiir söylemem!” diyerek bu talebi nazikçe geri çevirdi.[140]

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) talebeleriyle birlikte Fırat kenarında yürüyordu. Bu talebelerinden biri de tâbiînin büyüklerinden Rebîʻ bin Huseym (r.a) idi. İbn Mesʻûd (r.a) Rebîʻi çok severdi. Yanına geldiğinde ona, “Vallahi Rasûlullah (s.a.v) seni görseydi mutlaka severdi. Seni gördüğümde ben muhbitleri yani huşû ehlini hatırlıyorum” derdi. Onu gördüğü zaman bazen de “Allah’a ihlâsla teslim olan huşû sâhibi kimseleri (muhbitîn) müjdele!”[141] âyetini okurdu. Bu yürüyüşleri esnasında bir demirci dükkânının yanına gelmişlerdi. Abdullah (r.a) durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebîʻ de ateşe bakınca yere düşecek gibi oldu. Sonra oradan ayrılıp bir fırının önüne geldiler. Abdullah (r.a) fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce:

“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler”[142] âyet-i kerîmelerini okudu. Bunun üzerine Rebîʻ bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdüler. Öğle namazı olunca Abdullah (r.a) “Ey Rebîʻ, ey Rebîʻ!” diye seslendi ancak o cevap vermedi. Abdullah (r.a) gidip öğle namazını kıldırdı. Bu şekilde ikindi, akşam ve yatsı namazları için de onu çağırdı ancak Rebîʻ seher vaktinin serinliği üzerine vuruncaya kadar ayılamadı.[143]

Tâbiîn devrinde yaşamış olan Behz bin Hakîm (r.a) anlatıyor: “Tâbiînden Basra’nın kadısı ve imamı olan Zurâre bin Evfâ, Ulu Câmi’de sabah namazı kıldırıyordu.

“O Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya, işte o gün zorlu bir gündür. Kâfirler için (hiç de) kolay değildir”[144] âyet-i kerîmelerini okuyunca yere düşüp vefât etti. Onun cenâzesini taşıyanlar arasında ben de vardım.[145]

Kur’ân’ın hak dostlarına tesiri ile ilgili rivayetler de pek çoktur. Bunlardan birini Muhaddis Yahyâ bin Eyyûb şöyle anlatır:

Muhaddis Zâfir bin Süleyman ile birlikte Fudayl bin İyâz’ın yanına gittik. Yanında yaşlı biri vardı. Zâfir içeri girdi beni de kapının yanına oturttu. Zâfir diyor ki: Fudayl bana bakmaya başladı, sonra şöyle dedi:

“–Bu muhaddisler kısa olup Allah Rasûlü’ne yakın olan isnâdı severler. Dikkat et, sana hiç şek ve şüphe olmayan bir isnatla haber vereceğim: Rasûlullah (s.a.v) Cibril’den, o da Allah Teâlâ’dan şöyle haber veriyor: «…Öyle bir ateş ki yakıtı insanlar ve taşlardır. Onun başında acımasız, güçlü, melekler vardır…»[146] Ben ve sen ey Ebû Süleyman insanlardanız.”

Sonra Fudayl ve yanındaki yaşlı zât bayıldılar. Zâfir onlara bakıyordu. Bir müddet sonra Fudayl kendine geldi ve dışarı çıktı, biz de kalktık, yaşlı zât ise hâlâ baygın idi.[147]

Bu şekilde Kur’ân’ın nazmından, belâğatinden, manasından ve haberlerinden müteessir olarak iman ve itaate yönelen insanların haddi hesâbı yoktur. O ilâhî kitap, gönlünü kendisine açan samimî insanlara tesir eder, onları yönlendirir ve en doğru yola ulaştırır.

4.3. Gayr-i Müslim Araplara Tesiri

Kur’ân’ın hârikulâde üslûbu, her seviyedeki insana tesir etmiş ve kendisine hayran bırakmıştır. Ona iman eden de inanmayan da onun câzibesine kapılmıştır. Nefsâniyet sebebiyle onun muhtevasını kabul etmeyen insanlar mucizevî lafzının tesirinden de kurtulamamışlardır. İnanmadığı halde kendisini Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyamayan müşriklerin garip hâlleri siyer kitaplarımızda şöyle yer almaktadır:

Halkı Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerik, birbirlerinden habersiz olarak ve gizlice, geceleyin evinde namaz kılarken Kur’ân okuyan Rasûlullah (s.a.v)’i dinlemeye geliyor, birbirleriyle tesâdüfen karşılaşınca da kendilerini ayıplıyor, bir daha böyle bir şey yapmamak içi birbirlerine söz veriyorlardı. Bu hâdise üç gece böyle tekerrür etti. Sonunda birbirlerine:

“Aman kimse fark etmesin! Halk bizim bu hâlimizden haberdâr olursa, vallâhi rezîl oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye bu hususta söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dâir ahitleştiler.[148]

Hz. Ebû Bekir (r.a), yufka yürekli, yumuşak huylu, halim selim bir insandı. Müşriklerin baskılarından dolayı avlusunun bir köşesini mescid edinerek ibadet ve taatle meşgul oluyordu. Hassas bir gönle sâhip olan Hz. Ebû Bekir’in, Kur’ân okurken haşyetle sesi titrer, gözlerinden yaşlar boşanırdı. Evinin önünden geçerken onun bu içli Kur’ân okuyuşunu duyanlar durup dinler ve büyük bir tesir altında kalırlardı. Komşularından ve yoldan gelip geçenlerden bazen kapısında kalabalıklar oluştuğu görülürdü. Kureyşliler bu manzara karşısında dehşete kapıldılar. Hz. Ebû Bekir’in okuduğu Kur’ân’ın çocuklarına ve kölelerine tesir edeceğinden korktular. Hz. Ebû Bekir’i himâyesine almış olan İbnü’d-Değıne’ye şikâyet ettiler.

İbnü’d-Değıne:

“–Ey Ebû Bekir, ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlan et” dedi. Bunun üzerine Hz. Sıddîk şu teslimiyet dolu cevabı verdi:

“–Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allah’ın himâyesi yeter.”[149]

Hz. Osman’nın anlattığı şu hâdise, onun Kur’ân-ı Kerim kıraatinin tesiriyle Müslüman olduğunu haber vermektedir:

Teyzem Ervâ’yı ziyarete gitmiştim. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de geldiler. Kendisini seyretmeye başladım, hâlimde o gün bir değişiklik vardı. Bana yönelerek:

“–Osman neyin var?” diye sordular. Ben:

“–Senin durumuna ve aleyhinde söylenenlere üzülüyorum” dedim.

O esnada Rasûlullah (s.a.v) “Lâ ilâhe illallâh” deyince Allah biliyor ya tüylerim ürperdi. Ardından Allah Rasûlü (s.a.v) Zâriyât sûresinin şu âyetlerini okudular:

“Rızkınız ve size va‘dolunan şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki (va‘d olunduğunuz) şeyler, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi kesin bir hakîkattir.” (ez-Zâriyât 51/22-23)

Sonra kalkıp gittiler. Ben de arkalarından çıktım, kendisine yetişip hemen Müslüman oldum.[150]

Diğer bir rivayete göre Hz. Ebu Bekir’in teşvik ve delaletiyle Hz. Osman, Zübeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa‘d bin Ebî Vakkas, Talha bin Ubeydullah (r.a), Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Rasûlullah (s.a.v) onlara İslâm’ı arz ve teklif etti, Kur’ân-ı Kerîm okudu, İslâm hukukunu (şeriatlarını) anlattı. Yüce Allah’ın müslümanlara va‘d ettiği izzet ve ikramları haber verdi. Bunun üzerine hepsi de müslüman oldular.[151]

Kur’ân-ı Kerîm’in kalblere nüfûz eden hârikulâde edâ ve tesir keyfiyetinin en açık misallerinden biri de Hz. Ömer’in Müslüman olması hâdisesinde görülür. Ömer (r.a), Müslüman olmadan önce Rasûlullah (s.a.v)’e ve Müslümanlara karşı, insanların en katı davrananı idi. Efendimiz (s.a.v) Dâru’l-Erkâm’da bir gün:

“Ey Allahım! İslâm’ı Amr bin Hişâm veya Ömer bin Hattab’dan, sana sevgili olanı ile güçlendir!” diyerek dua etmişlerdi.[152]

Hz. Ömer bundan sonrasını şöyle anlatır:

Müslüman olmadan evvel Rasûlullah’a eziyet etmek için evden çıktım. O, benden önce Mescid-i Haram’a gelmişti. Ben de varıp arkasında durdum. Rasûlullah (s.a.v) Hâkka sûresini okumaya başladılar. Dinlediğim kelâmın belâgat ve fesâhatına hayran oldum. Kendi kendime, “Vallâhi bu, Kureyşlilerin dediği gibi bir şâir galiba” dedim. O sırada, Rasûlullah sûrenin:

“Gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin olsun ki hiç şüphesiz o, çok şerefli bir Rasûlün (Allah’tan aldığı) sözüdür! O, bir şâir sözü değildir. Siz ne de az inanıyorsunuz!”[153] âyetlerini okudular.

Bu duruma çok şaşırdım ve “Gâliba bu bir kâhindir! İçimden geçirdiklerimi anladı” diye düşünmeye başladım. Bu kez:

“O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne de az düşünüyorsunuz! O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir”[154] âyetlerini okudular.

Rasûlullah (s.a.v) sûreyi böylece okuyup bitirdiği zaman gönlüm yumuşadı ve kalbim İslâm’a meyletti.[155]

Nihâyetinde Hz. Ömer (r.a), kızkardeşi Fâtımâ’nın evinde okuduğu Kur’ân âyetleriyle kendinden geçti:

“Bu sözler ne kadar güzel! Ne kadar değerli!” diyerek Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelip Müslüman oldu.[156]

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’den ve verdiği bilgilerden “Nebe-i Azîm: Büyük Haber” diye bahseder.[157] Bu büyük haber, dönemin gündemini şekillendiriyor, inen âyetler herkese derinden tesir ediyordu. Müşrikler bu dâvete karşı mücâdeleye giriştiğinde, Kur’ân onların sorularını cevaplıyor, inançlarının ve düşüncelerinin yanlış olduğunu ortaya koyuyordu. Yine bunun gibi kibirlerinden dolayı dâvete karşı çıkan küfrün ileri gelenlerine hitap ederek, kalplerine endişe veren tablolarla onların cehennemdeki hallerini tasvir ediyor ve onları acı bir âkıbetle inzâr ediyordu.

O zamanki Arap toplumu, edebiyata düşkün olduğu için belâgatli bir cümleden son derece müteessir olur ve ona büyük alaka gösterirdi. Öyle ki bazen bir beyit, bazılarını göklere çıkarmaya kâfî geldiği gibi diğerlerini de yerin dibine geçirmeye yetiyordu. Kâfirler, bu tesirin Kur’ân’da daha güçlü olduğunu çok iyi bildikleri için kendileri onu duymamak için hususî bir gayret sarfettikleri gibi başkalarının dinlemesine de engel olmaya çalışıyor:

“Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve gürültü yapın. Belki ancak bu şekilde üstün gelebilirsiniz” diyorlardı.[158]

 Zira Kur’ân’ın nağmesi kulağa eriştiğinde kalp bütün sâfiyetiyle ona yönelir, ondan büyük bir haz ve lezzet duyar. Biraz ilerleyince ise mehâbet ve haşyete gark olur. Bâzı âyetler kulaklara ulaştığı anda insana sevinç ve haz verir, kalbi yumuşatır, gönlü ferahlatır ve îmânı artırır. Bâzı âyetler de korku ve dehşetle ürpertir, kalpleri titretir. Verdiğimiz örneklerde görüldüğü üzere bunu müslümanların yanında inkârcı ve inançsız pek çok insan da îtirafa mecbur kalmıştır.[159]

Kur’ân-ı Kerîm’in hârikulâde bir fesahat ve belâğata sahip olan emsalsiz uslûbu, bilhassa Arap şâir ve dâhîlerini büyük bir tesir altında bırakıyordu. Bunu, Velid bin Muğire’yle ilgili şu haber çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir:

Velid bin Mugîre bir gün Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Bana Kur’ân oku” diye talepte bulunmuştu. Allah Rasûlü (s.a.v) de:

“Muhakkak Allah size adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder; fuhşiyattan, fenalıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir”[160] âyetini okudular.

Velid:

“–Bunu bana bir daha oku” dedi.

Rasûlullah (s.a.v) âyeti tekrar okuyunca, Velid:

“–Vallâhi, bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, tepesi bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu beşer söyleyemez. Hiç kuşkusuz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey üstün gelemez, muhaliflerini mutlaka mağlûb eder” demekten kendini alamadı.

Beyninden vurulmuşa dönen Velid, kalkıp Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu ve cevaplarını aldı. Sonra Kureyşlilerin yanına vararak:

“–İbn-i Ebî Kebşe’nin (Muhammed’in) söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyândır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! Onun söylediği hiç kuşkusuz Allah kelamıdır” dedi. Velid’in bu sözünü işiten bazı müşrikler bir araya gelerek onun Müslüman olmasını engellemek için planlar kurdular ve Velid’i İslâm’dan uzaklaştırdılar.[161]

Rasûlullah (s.a.v) birgün Minâ’da İslâm’ı tebliğ için Şeybân bin Sa‘lebe Oğulları’nın yanına varmışlardı. Kendisinin Allah’ın rasûlü olduğunu bildirince kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk bin Amr:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) gelip yanlarına oturdular. Hz. Ebû Bekir de ayakta elbisesiyle ona gölgelik yapıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v), Mefrûk’a:

“−Ben sizi Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, O’nun ortaksız ve bir tek olduğuna, benim de Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet etmeye, Allah tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni muhâfaza etmeye ve bana yardımcı olmaya dâvet ediyorum. Çünkü Kureyş, Allah’ın emrine karşı geldi, Allah’ın Rasûlü’nü yalanladı, bâtılı tutup haktan yüz çevirdi. Allah her şeyden müstağnî ve her türlü hamde lâyıktır!” buyurdular. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen başka nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.v) ona şu âyetleri tilavet ettiler:

“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Zîrâ sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın muhterem (dokunulmaz) kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.

Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına en güzel şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.

Söz söylediğiniz zaman, (leh ve aleyhinde söyleyeceğiniz kimse) akrabânız dahî olsa adâletli olun ve Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti. Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zîrâ o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte Allah, sakınıp takvâ sâhibi olasınız diye size bunları emretti.” (el-En‘âm 6/151-153)

Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Sen daha nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık” dedi. Bu defâ Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor”[162] âyetini okudu. Mefrûk:

“−Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiştir!” dedi.

Kabîlenin ileri gelenlerinden Hâni ve Müsennâ da aynı şekilde cevap verdiler. Ancak kavimleriyle görüşüp konuşmadan bu teklifi kabûl edemeyeceklerini bildirdiler. Ayrıca Kisrâ ve Farslarla antlaşma yaptıklarını, onların bu işten memnun olmayacağını söylediler. Nihâyetinde, hak olduğunu gördükleri bu dâveti dünya korkuları sebebiyle kabul etmediler.[163]

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî üslûbunun tesiriyle Müslüman olanlardan biri de şâir Tufeyl bin Amr ed-Devsî’dir. O Mekke’ye gelince, Kureyşin ileri gelenlerinden bazıları yanına varıp:

“–Ey Tufeyl! Sen şâirsin ve kavmin arasında mûteber bir kişisin. Memleketimize geldin ama aramızda çıkan şu gence dikkat et! Onun durumu bizi sıkıntıya düşürdü. Topluluğumuzu ve işimizi darmadağın etti. Sözü sihir gibi tesirli olup insanın babasıyla, kardeşiyle ve hanımıyla arasını açıyor. Başımıza gelen bu hâlin, seninle kavminin başına gelmesinden korkarız. Onunla aslâ konuşma ve kendisinden hiçbir şey dinleme” telkininde bulundular.

Bu telkinlerin tesiriyle Tufeyl kendi kendine, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den bir şey dinlememeye ve onunla hiç konuşmamaya karar verdi. Hatta Mescid-i Haram’a vardığı zaman, onun sözlerini işitmemek için kulaklarına pamuk tıkadı. Daha sonra kendi kendine:

“–Yazıklar olsun bana! Ben akıllı ve şâir bir kimseyim. Sözün güzelini de çirkinini de iyi bilirim. O halde şu zâtın söylediği şeyleri dinlememde ne sakınca olabilir? Güzel ise kabul eder, çirkinse reddederim” dedi ve orada bekledi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ayrılıp evine gittiğinde o da arkasından giderek:

“–Yâ Muhammed! Kavmin bana senin hakkında şöyle şöyle dedi. Beni o kadar korkuttular ki sözünü işitmeyeyim diye kulaklarıma pamuk bile tıkadım. Sonra Allah’ın yardımıyla sözünü dinlemeye muvaffak oldum. Sen şu dâvânı bana bir anlatır mısın!” dedi.

Tufeyl devamla şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) bana İslâm’ı anlattılar ve Kur’ân okudular. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir din işitmemiştim. Hemen Müslüman olup Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ettim.”

Tufeyl İslâm’ın nûruyla nurlandı. Birkaç gün geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den izin istedi ve tebliğ niyetiyle kabilesinin yanına döndü. Bu esnâda, insanlara delil olarak kullanabileceği bir kerameti olması için Rasûl-i Ekrem’den Allah’a dua etmesini istedi. Allah Rasûlü’nün duası bereketiyle önce iki gözünün arasında kandil gibi bir nûr peydâ oldu. İnsanlar bunu garipserler diye nûrun başka bir yerde zuhur etmesini isteyince nûr, değneğinin ucuna geçti ve kandil gibi parlamaya başladı. Bu şekilde kavminin yanına dönerek İslâm’ı onlar arasında neşretti.[164]

Bu şekilde Kur’ân’ın tesiriyle müslüman olan insan pek çoktur. Bunlardan biri de Cübeyr bin Mutʻim’dir. O, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Kur’ân okuyuşunu dinleyince kalbi çatlayacak gibi olmuştur.[165] Kendisi hâdiseyi şöyle anlatır:

“Allah Rasûlü’nü akşam namazında Tûr Sûresi’ni okurken dinlemiştim:

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü sağlam bir şekilde îmân etmiyorlar. Yahut Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olan kendileri midir?”[166] âyetine geldiklerinde kalbim heyecandan neredeyse kanatlanıp uçacaktı.”[167]

Kur’ân’ın tesirinde kalanlardan biri de Süveyd bin Sâmit idi. O, hac veya umre için Mekke’ye gelmişti. Cesareti, şiirleri, yaşlılığı, soyu ve şerefi sebebiyle kabilesi ona “Kâmil” diyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Süveyd’in Mekke’ye geldiğini işitince, gidip kendisini Yüce Allah’a îmâna ve İslâm’a davet ettiler. Süveyd:

“–Belki de sende olan, benim yanımdakinin benzeridir!” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Senin yanındaki nedir?” diye sordular. Süveyd:

“–İçinde Lokman’ın hikmetli sözleri yazılı bir mecmua!” dedi. Allah Rasûlü (s.a.v):

“–Onu bana okuyabilir misin?” buyurdular. Süveyd okuyunca Rasûlullah (s.a.v):

“–Şüphesiz ki bu, güzel bir sözdür. Fakat Allah’ın bana indirdiği ve O’nun kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm bundan daha güzel ve daha üstündür. O, hidayet ve nûrdur!” buyurdular ve ona Kur’ân-ı Kerîm okuyup İslâm’a dâvet ettiler. Süveyd İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında:

“–Hiç şüphesiz ki bu, son derece güzel bir sözdür!” dedi. Sonra oradan ayrılıp Medine’ye, kavminin yanına gitti. Çok geçmeden de, Hazrecîler tarafından öldürüldü. Kabilesinden bâzı kişiler:

“–Biz onun müslüman olarak öldüğünü gördük!” demişlerdir. Böyle ise, Allah ona rahmet eylesin![168]

Aynı şekilde ilk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi de Efendimiz’in İbrahim sûresinin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuşmuşlardır.[169]

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî üslup ve muhtevasından insanlar gibi cinler de müteessir olmuşlardır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübarek fem-i saâdetlerinden Kur’ân’ı dinleyince:

“Şüphesiz biz, hayret verici bir Kur’ân dinledik. O Kur’ân rüşde erdiriyor, biz de ona îmân ettik. Rabbimizʼe hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” demişlerdir.[170]

Bu vasfı sebebiyle İslâm’ı tebliğin en kuvvetli vâsıtası Kur’ân olmuştur. Kur’ân’la tebliğin en can alıcı misâllerinden birini Medine’de İslâm’ın öncüsü Mus‘ab bin Umeyr’in, başta Üseyd bin Hudayr ve Saʻd bin Muaz olmak üzere insanları İslâm’a dâvetinde görürüz. Musʻab (r.a), Medine’de Kur’ân-ı Kerîm’le akılları ve kalpleri harekete geçirmiştir. Kur’ân’ın büyüleyici ve iknâ edici uslûbunu, kendisinin câzip ve müteessir tilavetiyle birleştirerek gönülleri İslâm’a kazandırmıştır. Böylece Mekke’den hicret edip gelen Muhâcirleri bağrına basacak Ensâr’ı yetiştirmiştir.[171]

Hicretin 9. senesinde Sakîf heyeti Medine’ye geldiğinde Rasûlullah (s.a.v) onları Mescid-i Nebevî’de misâfir etmişlerdi. Bu tercihleriyle onların kalplerinin yumuşamasını hedeflemişlerdir. Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri dinliyor ve müslümanların beş vakit namazda saf oluşlarını seyrediyorlardı. Nihâyet onlar da İslâm’a girdiler.[172]

Kur’ân-ı Kerim’den müteessir olan insanların bir kısmı iman ile şereflenirken, bir kısmı da nefsâniyetini yenemeyerek eski hâlinde kalmıştır.

4.4. Arap Olmayan İnsanlara Tesiri

Kur’ân-ı Kerim, Arapça bilen insanlara tesir ettiği gibi onun dilini anlamayan insanları da fesâhatı, belâğatı ve taşıdığı ilâhî feyzle tesiri altına alır. Buna dair birkaç misal verelim:

Habeşistan’a hicret eden müslümanlarla, onları geri döndürmek için gelen müşrikler Necâşî’nin huzûrunda bulunuyorlardı. Müşriklerin iftirâ ve yalanlarını dinleyen Necâşî, sözü müslümanların temsilcisi Cafer bin Ebî Tâlib’e verdi. Cafer (r.a) güzel bir konuşma yaptı. Bunu sükûnet ve dikkatle dinleyen Necâşî:

“–Peygamber olduğunu iddiâ eden o şahsın, Allah’tan aldığını söylediği şeylerden ezberinizde olan var mı?” diye sordu. Cafer (r.a), “Evet” deyince biraz okumasını istedi. Cafer (r.a) hûşû içinde Meryem Sûresi’nden okumaya başladı. Kur’ân’ı dinledikçe orada bulunan gayr-i Müslimlerin kalpleri yumuşamaya ve gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Câfer (r.a) tilâvetini bitirince Necâşi başını kaldırıp:

“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönerek:

“–Geldiğiniz yere geri dönün! Allah’a yemin ederim ki onları size aslâ vermem” deyip onları huzurunda çıkardı.[173]

Mânevî kıvâmı yüksek bir kalb ile okunan Kur’ân-ı Kerîm, işte ruhlara böylesine tesir eder. Herkes ilim ve irfân seviyesine göre ondan istifâde eder. Onda her türlü manevi hastalıklara şifa vardır. Her âyet-i kerîme, bir insanın veya toplumun önemli bir hastalığına devâ olacak keyfiyettedir. Bu sebeple tebliğci, hangi muhatabına hangi âyetleri veya sûreleri okuyacağını iyi bilmelidir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu hususa büyük îtinâ gösterirlerdi. Muhatabının durumuna göre âyetler seçer ve onları okurlardı. Ashâbını da bu şekilde yetiştirmişlerdi. Hatta Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), gönderdiği elçilere, gittikleri bölge halkının dînî ve itikadî durumlarına göre okuyacakları sûre ve âyetleri bildirirlerdi. Mesela Himyer reisine gönderdiği elçi Ayyâş bin Ebî Rebîa’ya Beyyine sûresini okumasını emretmişlerdi.[174]

Yine Habeş Necâşîsi, Hz. Cafer ile birlikte Medine’ye 70 kişi göndermişti. Onların hepsi de, kilise ve din adamlarının en iyileri idi. Rasûlullah (s.a.v) onlara Yâsîn Sûresi’ni okudular. Onlar sûreyi sonuna kadar dinlediler, ağladılar ve hakîkati idrak ederek:

“–Bu, Hz. İsa’ya indirilene çok benziyor!” deyip müslüman oldular.[175]

Gerçek âlimlerin, Kur’ân-ı Kerîm’in hak kelâm olduğunu hemen anlayarak secdeye kapandıkları ve ondan ne kadar müteessir oldukları şu âyet-i kerîmelerden anlaşılmaktadır:

(Ey Rasûlüm!) De ki: O Kur’ân’a ister îmân edin ister etmeyin. Çünkü bundan evvel ilim verilmiş olanlar, kendilerine Kur’ân okununca çeneleri üstüne (yüzü koyun) kapanarak secde ederler ve; «Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaʻdi gerçekten tahakkuk edecektir» derler. (Tekrar tekrar) ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve bu da onların huşûunu artırır.” (el-İsrâ’ 17/107-109)

Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça bilmeyen gayr-i Müslimlere dahî tesir ettiğine misal olacak yaşanmış bir hâdise daha nakledelim: İstanbul Karaköy’deki Yeraltı Camii’nde imamlık ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalık yapan Hâfız Ali Üsküdarlı Hocaefendi (1885-1976) bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Romanya’da bir cami inşa edilmiş, açılışına da hem Kral ve Kraliçe hem de Osmanlı devletinden bir heyet davet edilmişti. Heyet başkanı nâzır Mahmud Es‘ad Efendi idi. Heyetle birlikte dört hâfız isteniyordu. Hâfızların seçimini benden istediler, ben de o zamanın en iyi üç hafızını seçtim.

Açılış bir Cuma günü yapıldı. Kral ve Kraliçe için cami içine kadar bir yolluk serilmiş, oturmaları için de taht’a benzer bir kürsü hazırlanmıştı. Halk ve devlet erkânı geldi. Merasim Cuma namazından önce Kur’ân tilâvetiyle başlayacak, konuşmalar olacaktı. Ezan okununca Kral ayrılacak, yolluk ve kürsü kaldırılıp Cuma namazı kılınacaktı. Cuma’dan sonra da mevlid okuyacaktık.

Merasim bu şekilde icra edildi, ezanı dört hâfız birden karşılıklı okuduk, lâhûtî bir ezan oldu.

Kraliçe, hristiyan olduğu halde benim Kur’ân tilâvetime hayran kalmış. Namazdan sonra saraya getirilmemi istemiş. Gönderdikleri husûsî bir saray arabasıyla oraya gittik. Beni Kraliçe karşıladı, kendilerine mahsus bir salona götürdü, taht gibi bir kürsüye oturmamı işaret etti, oturdum. Başka kimse yoktu. Romence bilmediğim için işaretle anlaşıyorduk. Karşıma oturdu ve camide okuduğum gibi okumamı istedi.

Okumaya başladım. Her sayfayı bitirdikçe duruyor, devam etmemi isteyip istemediğini anlamaya çalışıyordum. O ise gözyaşları içinde devam etmemi istiyordu. Tam beş sayfa Kur’ân-ı Kerîm okudum. Teşekkür etti, değerli hediyeler verip uğurladı. Ertesi gün bizi akşam yemeğine saraya davet etti. Bütün devlet erkânı gelmişti. Bizim heyet de resmî giyinmişti. Hâfızların üzerinde ise sırmalı cübbeler vardı…”[176]

Kur’ân’ın ifâdesindeki bu âhenk, mûsikî ve tesir, onun Allah’ın kelâmı oluşunun yanında sahip olduğu ses nizâmının, yani kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, uzun ve kısa hecelerin en uygun tarzda dizilişinin bir neticesidir. Kur’ân-ı Kerîm, bitmek ve tükenmek bilmeyen bir âhenkle doludur. Ekseriyâ bir sesten diğerine geçilerek oluşan âhengiyle kalpleri tahrîk eder. Mânâsını anlamayanlar bile bu eşsiz sadâ karşısında mütelezziz olurlar.[177]

Muhammed Hamîdullah’ın anlattığı şu hâdise de, Kur’ân’ın üslûbundaki insanı tesir altına alan ses âhengine güzel bir misaldir:

Fransız mûsikîşinas Abdullah Gilles Gilbert İstanbul’a gelmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvet edildiği bazı toplantılara katılmıştı. Kendisine bu okunan şeyin bir nazım (şiir) parçası değil de bir nesir olduğu açıklandığında büsbütün heyecanlanıp tesiri altında kalmış ve kısa bir zaman sonra da İslâm ile müşerref olmuştu. Merhûm’un bana sonradan bizzat açıkladığına göre:

“Dünyanın bütün dillerinde nazım eserlerinde ritim mevcut olmakla birlikte, bunların hiçbirinin nesir parçalarında ritim görülmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunun bir istisnâsını teşkil eder. Öyle ki Kur’ân-ı Kerîm okunurken, herhangi bir âyette geçen sâdece tek bir kelime değil, tek bir harf bile atlanacak olsa, bu dinleyenin kulağını tırmalamakta ve şiir okunurken mısralardaki duraklama ve aralıklara riâyet etmeme gibi bir ses bozukluğu ortaya çıkarmaktadır.”

Onun bu îzâh ve açıklamasını tam anlamamakla birlikte, takdir edip değerlendirmiştim. Kendisi bir başka gün İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki odamda beni ziyarete geldi. Pek sinirli ve rûhen üzgün bir hâldeydi:

“–Öyle zannediyorum ki İslâm ile müşerref olan atalarımız, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı kısımlarını atlamış (kaybetmiş) bulunuyorlar” dedi.

“–Böyle bir şey nasıl olur?” diye sormam üzerine durumu şöyle açıkladı:

“–Kur’ân’ın 110. Sûresi’nin 2. âyetini okurken: « يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ: Akın akın Allah’ın dinine giriyorlar» deyip duruyorlar. Böyle bir okuma mûsikî açısından uygun değil!”

Ben durumu idrâk edip şöyle bir îzahta bulundum:

“–Bu âyet aslında öyle değil de, « يَدْخُلُونَ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجاًۙ فَسَبِّحْ » şeklinde okunmalıdır. Efvâcâ kelimesi üzerinde bir duraklama yapılmamalıdır; bilâkis devam edilip fe-sebbih kelimesine geçilmelidir…”

Gilbert büsbütün hayret ve şaşkınlık içinde kaldı:

“–Yâ!.. Hakîkaten böyle mi?! Gerçekten senin okuduğun gibi ise işte şimdi tamam oldu; şimdi îmânımı tazelemeliyim, Allah beni affetsin!..” dedi.[178]

Bu Fransız mûsikîşinas Kur’ân’ın başından sonuna kadar sâdece son kısımda bir yere takılmış, oradaki doğru okuyuşu öğrenince de Kur’ân’ın baştan sona kusursuz bir ses âhengine sâhip olduğuna şâhitlik etmiştir. Bu muhteşem âhenk, farkında olarak veya olmayarak insanları büyüleyip tesiri altına almaktadır.

Dipnotlar:

[1] Ayrıca bkz. el-Kasas 28/49; et-Tûr 52/34.

[2] Bkz. el-Bakara, 24.

[3] Mustafa Sâdık er-Râfi’î, İ’câzü’l-Kur’ân ve’l-belâğatü’n-nebeviyye (Beyrut 2003), s. 142.

[4] el-Müddessir, 24.

[5] el-Kamer, 2.

[6] el-Furkân, 4.

[7] el-En‘âm, 25; el-Enfâl, 31, vb.

[8] Fussilet 41/26.

[9] Bkz. Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 29-35.

[10] İbn Hişâm, 1: 385.

[11] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; İsmail Karaçam, Sonsuz Mûcize Kur’ân, İstanbul 1987, s. 159-175; Nasrullah Hacımüftüoğlu, Kur’ân’ın Belâğatı ve İ’câzı Üzerine, Erzurum 2001, s. 58-62, 90.

[12] Tafsîlât için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Peygamberi’nden Rahmet Esintileri ve Kur’ân Mûcizesi (İstanbul: Erkam Yayınları, 2010), s. 221-372; a.mlf., Kâînât, İnsan ve Kur’ân’da Tefekkür (İstanbul: Erkam Yayınları, 2012), s. 27-97; a.mlf., Hak Din İslâm (İstanbul: Erkam Yayınları, 2012), s. 95-115.

[13] Rummânî, en-Nüket fî İ’câzi’l-Kur’ân (Selâsü Resâil fî İ’câzi’l-Kur’ân içinde, nşr. Muhammed Halefullah - Muhammed Zağlûl Sellâm), Kahire, ts., s. 101.

[14] Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi-ta‘rîfi hukûki’l-Mustafâ, Mısır 1995, 1: 227-247.

[15] Bâkıllânî, İʻcâzü’l-Kur’ân, Beyrut 1988, s. 50-68.

[16] Süyûtî, el-İtkân, 4: 9.

[17] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân: 131 vd.

[18] Süyûtî, Mu’tereku’l-akrân fî i‘câzi’l-Kur’ân, 1: 3.

[19] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 160.

[20] Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn, 1: 115.

[21] Muhammed Abdullah Derrâz, en-Nebeü’l-Azîm, Dâru’l-kalem, ts., s. 102.

[22] İbn Atiyye, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, Beyrut 1413, 1: 52.

[23] Recez: Arap şiirindeki aruz bahirlerinden biridir.

[24] Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 468.

[25] Fussilet 41/13.

[26] Bkz. İbn Hişâm, 1: 313-314; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: 111-112; Heysemî, 6: 20.

[27] İbn Sa‘d, 1: 302-303; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2: 286; İbn Haldun, Târih, 2: 2, 51.

[28] el-Hıcr 15/94.

[29] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1976, 1: 82.

[30] Zemahşerî, Esâsü’l-belâğa, Dâru’l-Fikr, 1409/1989, s. 351, “صدع” maddesi.

[31] Yûsuf 12/80.

[32] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, 1: 82; İbn -i Aşûr, et-Tahrîr, 1: 107.

[33] Ebü’l-Hasen Alî b. Muhammed el-Mâverdî (ö. 450/1058), A‘lâmu’n-nübüvve, Beyrut: Dâru’l-Hilâl, 1409, s. 86.

[34] Salah Abdülfettah Hâlidî, el-Beyan fî i‘câzi’l-Kur’ân, Ammân 1991, s. 234.

[35] el-Cin 72/27.

[36] Vâhıdî, s. 411; Kurtubî, 16: 223, (el-Hucurât, 13); Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 187.

[37] İbn Mâce, İkâmetü’s-Salah, 56.

[38] Âl-i İmrân, 118.

[39] el-Bakara 2/94-95.

[40] el-Mü’min, 56.

[41] el-Haşr 59/11.

[42] el-Enfâl 8/7.

[43] Âl-i İmrân 3/154, 167.

[44] Âl-i İmrân 3/122.

[45] Buhârî, Şehâdât, 5. Krş. Buhârî, Nikâh, 80. Bkz. Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 195-197.

[46] Buhârî, Nikâh, 80.

[47] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/3191-3194; Ahmed, 1: 276; Kurtubî, el-Câmi, 14: 3.

[48] el-Bakara 2/24.

[49] el-Kamer 54/45.

[50] el-Kasas 28/85.

[51] el-Feth 48/16, 27.

[52] en-Nasr 110/2.

[53] et-Tevbe 9/33; el-Feth 48/28; es-Saff 61/9.

[54] el-Hicr 15/10. Başka misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-i‘câzi’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-sünneti’l-mutahhara, Dımeşk, 2003, s. 20-24.

[55] Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide -el-İ’câzü’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm- (İstanbul: Ravza Yayınları, 2017), s. 20-21.

[56] Buhârî, Kader, 1; Müslim, Kader, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16/4708.

[57] Bkz. Abdülmecid ez-Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler, trc. Resul Tosun (İstanbul: Kayıhan Yayınları, 2014), s. 15-17.

[58] Gary Miller (Abdülahad Ömer), The Amazing Qur’an/Eşsiz Mûcize Kur’ân, trc. Dr. Erdoğan Baş (İstanbul: Erkam Yayınları, 2007), s. 34-39. Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 294-298.

[59] el-En‘âm 6/67.

[60] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler.

[61] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 298-300; Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar (İstanbul, 2009), s. 117-130.

[62] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 303-305; Celal Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri (İstanbul: Mârifet Yayınları, 1997), s. 288-289; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 131-132.

[63] Muvatta’, Hudud 11; Kurtubî, 16: 188.

[64] Topbaş, Hak Din İslâm, s. 107; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 328-329; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 144-154.

[65] Bkz. İlim-Ahlâk-Îman, Derleyen: M. Rahmi Balaban, sf. 189-190; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 211-213.

[66] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler; Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 307-308; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 167-168.

[67] Bu hususta bkz. en-Neccâr, es-Semâ, s. 95-109.

[68] Bkz. Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 143-144.

[69] Bkz. Zindânî, Kur’ân’da İlmî Mucizeler; Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 312-314.

[70] Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 147-148.

[71] Bkz. el-Bakara 2/29; Âl-i İmrân 3/133; el-Enbiyâ 21/30; Fussılet 41/12; Kâf 50/6; el-Hadîd 57/21; el-Mülk 67/3-5; en-Nâziât 79/27; el-Ğâşiye 88/18.

[72] Bkz. http://www.physics.metu.edu.tr/~ecevit/bilinen_evren_gercekleri.ppt, (Erişim: 21. 06. 2007); http://gokyuzu.org (Erişim: 21.06.2007); http://www.ozaltin.8k.com/NN/2.htm. (Erişim: 16.10.2004); Yûsuf el-Hâc, Mevsûatü’l-İ’câzi’l-İlmî, s. 413-417; Ekrem Ahmed İdrîs, el-Felek ve’t-Tıb Emâme Azameti’l-Kur’ân, s. 19-112; Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, İstanbul 2005, s. 66.

[73] Bkz. https://www.kozmikanafor.com/galaksiler/ (Erişim: 18.01.2019)

[74] Bkz. https://www.kozmikanafor.com/evrendeki-gokada-galaksi-sayisi-ne-kadar/ (Erişim: 18.01.2019)

[75] http://www.biltek.tubitak.gov.tr, Evren/Gökbilim Sözlüğü, (Erişim, 06.12.2005).

[76] http://www.biltek.tubitak.gov.tr, Evren/Evrenin Yapıtaşları/Gökadalar/Gökada Kümeleri, (Erişim, 06.12.2005).

[77] Ayrıca bkz. ez-Zâriyât, 7; en-Necm, l; et-Tekvîr, 15; et-Târık, 1; eş-Şems, 1-2, 5.

[78] Yûsuf el-Hâc, Mevsûatü’l-İ’câzi’l-İlmî, s. 413.

[79] Nebülöz: Yıldızlardan başka fezâda görülen beyaz lekelerdir. Işıklı ve gaz durumunda çok büyük kütlelerdir. Beyazımsı bulutlara benzediklerinden bu ad verilmiştir.

[80] Kırca, Kur’ân-ı Kerîm’de Fen Bilimleri, s. 165; en-Neccâr, es-Semâ, s. 82-93; Faruk Yılmaz, Kâinâtın Yaratılışı, s. 64-67, 255-258.

[81] Şakir Kocabaş, Kur’ân’da Yaratılış, İstanbul 2004, s. 19.

[82] Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 28; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 34.

[83] Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 165-166; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 31-35.

[84] Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 34.

[85] el-Enbiyâ 21/104.

[86] İbrâhîm, 48.

[87] Bkz. en-Neccâr, es-Semâ, s. 82, 105-106, 187-194; http://www.biltek.tubitak.gov.tr, Evren/Evrenin Kaderi/Kapalı Evren.

[88] Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, s. 94, 127.

[89] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 17: 396; İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 50 (el-İsrâ 17/12).

[90] Bkz. Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 44-46.

[91] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 317-318; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 166.

[92] Tevrat, Tekvin, Bâb 1:31.

[93] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 321-322; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 28.

[94] Bkz. Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 25; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 202-204.

[95] el-Bakara 2/115’e işaret edilmektedir.

[96] Mevlânâ, Mesnevî, Cilt: 1, Beyt: 1396-1399.

[97] http://www.medyapazari.com/turkiye/atom-bombasinin-tehlikelerinden-haberdar.html

[98] Defne Bayrak, Neden Müslüman Oldular?, s. 144-145.

[99] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1993, 1: 254; Topbaş, Hak Din İslâm, s. 109-110; Kırca, Kur’ân ve Fen Bilimleri, s. 196-198; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 184-186.

[100] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 338-339; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 155-159; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 173-177.

[101] Reşit Rızâ, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm, 11: 341-342.

[102] Bkz. Topbaş, Hak Din İslâm, s. 112-114; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 159-160; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 177-180.

[103] Bkz. Topbaş, Hak Din İslâm, s. 114; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 37-39; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 166-167.

[104] Bkz. Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 327-328; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, s. 160-165; Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide, s. 164-173.

[105] Kur’ân’ın ilmî mûcizeleriyle ilgili tafsilât için bkz. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, 1980 (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London 1981; Zaglul Ragıb Muhammed en-Neccâr, es-Semâ fi’l-Kur’âni’l-Kerîm -min âyâti’l-i’câzi’l-ilmî, Beyrut: Dâru’l-Ma’rife, 2004; Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 293-372; Çelik, Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul, 2009; İmâduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, 1991, Vol. 8, No. 1: 1-13; Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul 1996; M. Sinan Adalı, Kur’ân Mucizeleri, İstanbul 2010; Ali Muhammed Muhammed es-Sallâbî, el-Mu’cizetü’l-hâlide -el-İ’câzü’l-ilmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm-, İstanbul: Ravza Yayınları, 2017.

[106] Bkz. Osman Nûri Topbaş, “Takrîz”, Ömer Çelik, Hakk’ın Dâveti Kur’ân-ı Kerîm Meâli ve Tefsîri (İstanbul: Erkam Yayınları, 2013), 1: 15.

[107] Hattâbî, Beyânü i‘câzi’l-Kur’ân: 24, 64. Süyûtî, el-İtkân, 4: 14-16.

[108] Elmalılı, 4: 2989, (er-Ra‘d 13/31).

[109] Kutub, Fî Zılâl, 4: 2061, (er-Ra’d 13/31).

[110] Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 313-314.

[111] Buhârî, İ’tisam, 1; Fedâilu’l-Kur’ân, 1; Müslim, İman, 279.

[112] İbn Mâce, İkâme, 176.

[113] el-Enfâl 8/2; et-Tevbe 9/125; el-İsrâ 17/82.

[114] et-Tevbe 9/124-125; el-İsrâ 17/82; Fâtır 35/42.

[115] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 247.

[116] İbn Hibbân, Sahîh, 2: 386.

[117] el-Mâide 5/118.

[118] Ahmed b. Hanbel, 5: 156; Nesâî, İftitâh, 79.

[119] el-Müzzemmil 73/12-13.

[120] Beyhakî, Şuab, 1: 522/917; Ali el-Müttakî, 7: 206/18644.

[121] Müslim, Müsâfirîn, 236.

[122] Ebû Dâvûd, Salât, 146-147/873; Nesâî, Tatbîk, 73/1130; Ahmed, 6: 24.

[123] Bkz. Müslim, Münâfıkîn, 23-26.

[124] el-Enbiyâ 21/104.

[125] en-Nisâ 4/123.

[126] Tirmizî, Tefsir, 4/3039 (Tirmizî hadisin “garib” olduğunu, isnadı hakkında bazı sözler söylendiğini ifade etmiştir). Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 9: 241-243, 247; İbn Kesîr, Tefsîr, 2: 417.

[127] et-Tûr 52/7-8.

[128] İbn Recep el-Hanbeli, et-Tahvîf mine’n-nâr, Dımaşk, 1979, s. 30.

[129] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 13: 269; Ebû Nuaym, Hilye, 1: 51; Ahmed, Zühd, s. 119; Beyhakî, Şuab, 5: 20.

[130] Gazâlî, İhyâ, 4: 184; Muhibbu’t-Taberî, er-Riyâdu’n-nadra, 2: 375.

[131] et-Tûr 52/27.

[132] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2: 211.

[133] Kâf 50/19.

[134] Ebu Nuaym, Hilye, 1: 327; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 14: 61; Beyhakî, Şuab, 5: 23.

[135] el-Hadid 57/16.

[136] el-Mutaffifîn 83/6.

[137] Mervezî, Muhtasaru Kıyâmi’l-leyl, s. 61.

[138] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Müslim, Şi’r, 2.

[139] Bkz. İbn Abdilber, el-İstîâb, 3: 1335; Süheylî, (v. 581), Ravdu’l-ünf, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1412, 1: 119.

[140] Bkz. İbn Abdilber, el-İstîâb, 3: 1337. Krş. İbn Sa’d, 1: 300; 6: 33; Beyhakî, Şuab, 6: 287/4194; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 4: 516; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7: 153.

[141] el-Hac 22/34.

[142] el-Furkân 25/12-13.

[143] Bkz. Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23; Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd, s. 267/1930; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 12 cilt, Hind: Dâiretü’l-Meârifi’n-Nizâmiyye, 1326, 3: 242.

[144] el-Müddessir 74/8-10.

[145] İbn Saʻd, Tabakât, 7: 150; Ebu Nuaym, Hilye, 2: 258; Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 4: 516.

[146] et-Tahrîm 66/6.

[147] Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, 8: 438-439.

[148] İbn Hişâm, 1: 337-338.

[149] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45; İbn Hişâm, 1: 395-396.

[150] İbn Abdilber, el-İstîâb, 4: 1779.

[151] İbn İshak, Sîret, s. 121; Beyhakî, Delâil, 2: 165; İbn Kesir, el-Bidâye, 3: 80.

[152] İbn Hişâm, 1: 367.

[153] el-Hâkka 69/38-41.

[154] el-Hâkka 69/42-44.

[155] Ahmed b. Hanbel, 1: 17; Heysemî, 9: 62.

[156] İbn Hişâm, 1: 369-371.

[157] Sâd 38/67.

[158] Fussilet 41/26; İbn Hişâm, 1: 395-396.

[159] Abdülkâdir Atâ, Azametü’l-Kur’ân, s. 87.

[160] en-Nahl 16/90.

[161] Hâkim, 2: 550; Taberî, Câmiu’l-beyân, 29: 195-196.

[162] en-Nahl 16/90.

[163] Bkz. İbn Hibbân, Sikât, 1: 80-88; Beyhakî, Delâil, 2: 422-427; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, 5: 250-251; İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: 187-189; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7: 220.

[164] İbn Hişâm, 1: 407-408; İbn Sa‘d, 4: 237-238.

[165] Ahmed, 4: 83, 85.

[166] et-Tûr, 35-37.

[167] Buhârî, Tefsîr, 52.

[168] Bkz. İbn Hişâm, 2: 34-36; Belâzurî, 1: 238; Taberî, Târih, 2: 233; Beyhakî, Delâil, 2: 419; İbnü’l-Esîr, Kâmil, 2: 94-95; Halebî, 2: 160.

[169] İbn Hişâm, 2: 38-40; İbn Sa‘d, 1: 217-219; Heysemî, 6: 42.

[170] el-Cin 72/1-2; Hattâbî, Beyân, 64-65.

[171] İbn Hişâm, 2: 43-46; İbn Sa‘d, 3: 604-605; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1: 112-113.

[172] Ahmed, 4: 218; Vâkıdî, el-Meğâzî, 3: 965.

[173] İbn Hişâm, 1: 358-360; Taberî, Câmiu’l-beyân, 7: 4, (el-Mâide 5/83).

[174] İbn Sa‘d, 1: 282.

[175] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 7: 4 (el-Mâide 5/82); Kastalânî, Mevâhib, 1: 292; Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, 2: 31.

[176] Hayreddin Karaman, Bir Varmış Bir Yokmuş -Hayatım ve Hatıralar-, İstanbul: İz yayıncılık, 2008, 1: 331-332.

[177] Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet, s. 156-162.

[178] Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Târihi, s. 94-95.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar

İslam ve İhsan

KUR’ÂN-I KERÎM ALLAH KELÂMIDIR

Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.