Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

Kur’ân’ın Allah (c.c) kelâmı olduğunu gösteren deliller nelerdir? Kur’ân’ın kısım kısım inmesindeki hikmetler nelerdir? Kur’ân-ı Kerîm’in ilâhî koruma altında olduğunu gösteren deliller ve Kuran'ı Kerim hakkında bilinmesi gerekenler...

Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Rabbimizin kelâmı olduğunu hem nazmındaki belâğat, hem de muhtevasındaki hakikat ve hikmetlerle her dâim ispat edip durmaktadır. Zira onun hem nazmı, hem de mânasında nice mucizeler gizlidir. O, sonsuz mucizevî hususiyetleriyle inkârcılara meydan okumaya devam etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, içinde yaşadığımız ve her an hârikulâde manzaralara şahit olduğumuz şu kâinâtın kendi kendine meydana geldiği düşüncesinin ne kadar köksüz ve anlamsız olduğunu ortaya koyar. Buna mukabil, bütün mahlûkâtı, ilim ve iradeye mâlik, azamet sahibi bir zâtın var ettiğini beyan eder. Yerlerde ve göklerde, canlı-cansız bütün varlıklarda görülen muhteşem nizâm ve âhenge dikkat çeker. Bu muazzam ölçü ve âhenk kesinlikle kendi kendine olamaz. Biraz düşündüğümüzde bütün bunları yaratan ve yöneten bir varlığın olduğunu ve O’nun; eşi, benzeri, şeriki ve yardımcısı olmayan tek bir ilâh olduğunu anlarız. O, sonsuz güç ve kudret sahibi, her işi hikmetle, yerli yerince ve en güzel şekilde yapan bir kâdir-i mutlaktır. O, her türlü kemâl sıfatlara ve üstün vasıflara sahip, her türlü noksan sıfattan da münezzeh ve uzaktır. Her şey O’nun el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir esmâsının tecellîsi ile var olmuştur. Kur’ân bize bu yüce zâtın Allah Teâlâ olduğunu haber verir.

Acaba hangi inkârcı Kur’ân’ın bu beyanını çürütüp kâinattaki devamlılık, nizâm ve âhengin tesadüf eseri olduğunu akıl ve mantığın reddedemeyeceği bir şekilde ispat edebilir? Bu gerçekten imkânsızdır. Allah’ın tabiata koyduğu ve fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat ilimleri tarafından incelenen ilâhî kanunlar, bir yaratıcı olmadan kendi kendine oluşabilir ve devamlılık sağlayabilir mi? Kesinlikle hayır!

İşte bütün bunları vâkıaya uygun olarak haber veren ve insan ve kâinat kitaplarıyla mükemmel bir uyum içinde olan yegâne kitap Kur’ân-ı Kerîm’dir. Verdiği bütün haberler doğru çıkan bu kitap, kendisinin Allah kelâmı olduğunu haber vermektedir. O hâlde onun bu haberine inanmaktan başka doğru yol yoktur. Yani Kur’ân-ı Kerîm, nazmındaki ve mânâsındaki mucizeleriyle kendisinin Allah kelâmı olduğunu kesin bir şekilde ispat etmektedir.

Allah Teâlâ övgüye lâyık olan ve hayranlık uyandıran bütün mevcûdâta yemin ederek Kur’ân’ın sıdkını ve azametini şöyle beyan eder:

“Görebildiklerinize ve göremediklerinize yemin ederim ki, o (Kur’ân), hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.” (el-Hâkka 69/38-43)

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesinden bahsederken Rahmân, Rahîm, Azîz, Hakîm, Hamîd, Rabbü’l-âlemîn gibi ulvî sıfatlarını hatırlatır.[1] Bu da hiç şüphesiz Kur’ân’ın azametini, şânının yüceliğini ve nüzûlünün ehemmiyetini ortaya koyar. Yani Kur’ân’ın azameti bu esmâ-yı hüsnânın azametinden gelmektedir. Onlardan Kur’ân’a akseden yücelik, onu kendisinde hiç şüphe olmayan biricik kitap hâline getirmiştir.[2]

1. Kur’ân-ı Kerîm Vahiy Yoluyla Gelmiştir

İnsanlar, sınırlı ve zayıf akıllarıyla, ilâhî ve uhrevî hakîkatleri tam olarak idrâk edemezler. Allah Teâlâ engin rahmetinin bir tecellîsi olarak bu hakîkatleri insanlar arasından seçtiği ve üstün vasıflarla donattığı peygamberlerine vahyederek açıkça beyân etmiştir. İşte Kur’ân-ı Kerîm de, ilâhî ve uhrevî hakîkatlerin en şümûllü bir şekilde ifâde edildiği bir mûcizeler mecmuası ve son ilâhî kitaptır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e “vahiy” yoluyla indirmiştir. Vahy (وَحْي), kelimesi lügatte, gizli ve süratli bir şekilde bildirmek, gizli konuşmak, seslenmek, fısıldamak, ilham etmek, emretmek, işaret etmek, yazı yazmak, bir şeyi başkasına ulaştırmak, elçi göndermek mânâlarına gelir.

Istılah olarak vahiy, Yüce Allah’ın insanlara ulaştırılmasını istediği tâlimatlarını, emirlerini ve yasaklarını peygamberlerine, alışılmışın dışında gizli bir yolla süratli bir şekilde ulaştırmasıdır.

Vahiy Allah’ın insanlığa en büyük lütfu ve rahmetidir. Onu daha önceki bütün peygamberlerine göndermişti. Son olarak da bizim peygamberimize ihsân eyledi. Hz. Âişe (r.a), Peygamber Efendimiz’e vahyin ilk defa nasıl geldiğini sormuş, o da anlatmıştı. Âişe (r.a) bunları bize şöyle nakletmiştir:

“Rasûlullah (s.a.v)’e ilk vahyin başlaması sâdık rüyalar halinde olmuştu. Onun gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak aynen gerçekleşirdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hâli sevdirildi. Bunun üzerine Hıra dağındaki mağarada halvete çekilmeye başladı. Birkaç gün bazan de günlerce orada kalıyor ve kendini ibadete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya dönüyordu. Bu durum Hira’da kendisine ilâhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gün Hira’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği Cebrâil (a.s) gelerek «Oku!» dedi. Rasûlullah (s.a.v) «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.

Allah Rasûlü (s.a.v) hâdisenin bundan sonraki seyrini şöyle anlatır:

“Melek beni yakalayıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine beni aynı şekilde tutup tâkatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap üzerine beni üçüncü kez tuttu ve tâkatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. Alâk sûresinin ilk beş âyetini okudu.”

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alâktan yarattı. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (el-Alak 96/1-5)

Bu hâdiseden hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, kalbi korkudan titreyerek eşi Hz. Hatice’nin yanına dönüp “Beni örtün, beni örtün!” buyurdular. Korku hâli dininceye kadar bu halde kaldılar. Sonra başından geçenleri muhtereme zevcesine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave ettiler. Bunun üzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice (r.a), Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e şunları söyledi:

“–Hayır, asla öyle düşünme! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanı görüp gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü kaldırırsın, yokluk içinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya çıkan mühim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”

Bu sözlerden sonra Hz. Hatice, Rasûl-i Ekrem’i amcazadesi Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliyye döneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka, İbrânice yazı bilir ve İncil’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gözleri görmez olmuştu. Hatice (r.a), Varaka’ya:

“–Amcazadem, dinle bak yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka:

“–Hayrola yeğenim ne oldu, söyle bakalım” diye sorunca Rasûlullah (s.a.v) gördüğü şeyleri bir bir kendisine anlattılar. Bunun üzerine Varaka:

“–Bu gördüğün, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s)’a gönderdiği Nâmûs diye adlandırılan Cebrâil’dir. Âh! Keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman keşke hayatta olsaydım!” dedi. Bu sözler üzerine Allah Rasûlü (s.a.s):

“–Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordular. O da:

“–Evet, zira senin getirdiğin gibi bir şey (vahiy) getirip de düşmanlığa uğramayan kimse yoktur. Eğer davet günlerine yetişirsem sana var gücümle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. O günlerde Fetret-i vahiy vukû buldu (yani bir müddet için vahiy kesildi.)[3]

Câbir ibn-i Abdullah el-Ensarî (r.a) bu hadise şunları ilave etmiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) fetret-i vahiyden bahsederken söz arasında şöyle buyurdular:

«Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hırâ’da bana gelen Melek sema ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde korktum. (Evime) dönüp:

“‒Beni örtün, beni örtün!” dedim. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri’nin

“Ey örtüye bürünen Rasûlüm, kalk da sana îmân etmeyenleri inzâr et (uyar)! Rabbinin azamet ve kibriyâsından bahset! Elbiseni pâk ve mutahhar tut! Putlara ibadet necâsetini terk etmekte dâim ol!”[4] âyetlerini inzâl buyurdu. Artık vahiy kızıştı ve peş peşe gelmeye devam etti».”[5]

1.1. Vahyin Geliş Şekilleri

Vahiy tek kaynaktan inmekle birlikte farklı şekillerde gelirdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması ancak vahiy ile yahut perde arkasından ya da bir elçi gönderip, izni ile dilediğini vahyetmesi şeklinde olabilir. Muhakkak ki O çok yücedir, engin hikmet sahibidir.” (eş-Şûrâ 42/51)

Bu âyet-i kerîme ve Efendimiz’den gelen bilgilere dayanarak vahyin geliş şekillerini şöyle sıralayabiliriz:

- Vahyin ilk geliş şekli, sâdık rüyâ şeklinde olmuştur. Rasûlullah (s.a.v), sonradan meydana gelecek hâdiseleri rüyasında görür ve bunlar aynen Efendimiz’in gördüğü şekilde gerçekleşirdi.

- Bazen Cebrâil (a.s) aslî sûretiyle görünerek vahiy getirmiştir. Bu iki defa olmuştur. İlki peygamberliğin başlangıcında Hıra mağarasında; ikincisi ise Miraç gecesi Sidretü’l-Münteha’da olmuştur.

- Vahiy bazen meleğin görünmeden Allah’ın sözünü Hz. Peygamber’in kalbine ilham etmesi şeklinde gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e en zor gelen vahiy şekli bu idi. Bu esnada zil sesine benzer bir ses duyardı. Ses kesildiği zaman Peygamberimiz (s.a.v) vahyedilen âyetleri kavramış olurdu.

- Vahiy meleği bazen, “Cibrîl Hadîsi”nde[6] olduğu gibi insan sûretine girerek, vahyedilecek şeyi bildirirdi. Abdullah b. Abbâs’ın (ö. 68/687-88) naklettiği şu hâdise buna güzel bir misâldir:

“Babam Abbâs’la birlikte Rasûlullah (s.a.v)’in yanında idim. Allah Rasûlü’nün yanında biri vardı, başbaşa görüşüyorlardı. Bu sebeple babamla alâkadar olamadı. Yanından çıktığımızda babam:

«−Oğlum! Allah Rasûlü’nün bana iltifat etmediğini gördün değil mi?» dedi. Ben de:

«−Babacığım! Yanında biri vardı, onunla konuşuyordu» dedim.

Bunun üzerine hemen Rasûlullâh (s.a.v)’in yanına döndük. Babam:

«−Yâ Rasûlallah! Abdullah’a şöyle şöyle demiştim, o da sizin, biriyle başbaşa görüştüğünüzü söyledi. Gerçekten yanınızda biri var mıydı?» diye sordu. Rasûlullah (s.a.v) bana hitâben:

«−Ey Abdullah! Sen onu gördün mü?» buyurdular. Ben de «Evet! Gördüm» dedim. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

«−O Cebrâîl idi. Bu sebeple seninle alâkadar olamadım» buyurdular.”[7]

Cebrâil (a.s) çoğu zaman sahâbeden Dihye (r.a)’ın sûretinde görünerek gelirdi. Ebû Osman (r.a) şöyle anlatır: “Bana şöyle haber verildi: Bir gün Cibrîl (a.s) Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Bu esnâda Efendimiz’in yanında hanımı Ümmü Seleme (r.a) vardı. Cebrâîl (a.s) Allah Rasûlü (s.a.v) ile biraz konuştuktan sonra kalkıp gitti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, Ümmü Seleme vâlidemize:

«−Bu kimdir?» diye sordular veya buna benzer bir şey söylediler. Ümmü Seleme (r.a):

«−Bu, Dıhye’dir» dedi. Ümmü Seleme (r.a) daha sonra:

«−Allah’a yemin ederim ki, Peygamber Efendimiz’in hutbede Cibrîl (a.s) ile aralarındaki konuşmadan bahsettiğini işitinceye kadar hâlâ o gelen kişinin Dıhye olduğunu zannediyordum» dedi. Böyle veya buna benzer bir söz söyle­di.”[8]

- Bazen Peygamber Efendimiz uyanık iken melek görünmeden vahyi kalbine ilkâ ederdi.

- Vahiy, Peygamberimiz uyanık iken doğrudan doğruya Allah’ın kelamını duyması şeklinde de gelmiştir. Bu tür vahye Rasûlullah (s.a.v) Miraç gecesinde mazhar olmuşlardır. Beş vakit namazın farz olması bu şekildedir.

- Allah Rasûlü (s.a.v) uykuda iken meleğin vahiy getirdiği de olmuştur. Ancak bu yolla Kur’ân vahyi inmemiş, bazı sünnet vahiyleri gelmiştir.[9]

1.2. Vahiy Esnâsında Görülen Haller

Hangi yolla ve ne şekilde gelirse gelsin vahyin belli bir ağırlığı vardı. O, ağırlığıyla yüce dağları yerle bir edecek bir azamet ve kuvvetteydi.[10] Yüce Rabbimiz vahyin ilk geldiği günlerde Rasûlüne, “Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz” buyurmuştu.[11] Bu sebeple, gelen vahiyler Allah Rasûlü’nün üzerinde kuvvetli bir tesir bırakır ve Efendimiz’de şu haller görülürdü:

- Üzerine büyük bir ağırlık çökerdi. Vahiy, Allah Rasûlü (s.a.v) deve üzerinde iken geldiğinde, hayvan vahyin ağırlığına tahammül edemez, ayakları bükülür ve çökerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), Adbâ isimli devesinin üzerinde bulundukları sırada Mâide Sûresi’nin üçüncü âyeti nâzil olmaya başlayınca devenin ayakları kırılacak gibi olmuş, Allah Rasûlü (s.a.v) devenin üzerinden inmişlerdi.[12]

Zeyd bin Sâbit (r.a) şöyle anlatır: “Rasûlullâh (s.a.v)’in yanında oturuyordum. Bu esnâda Allah Rasûlü’ne vahiy hâli geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallâhi Rasûlullah’ın dizinden daha ağır bir şey görmedim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.”[13]

Ubâde bin Sâmit (r.a) da bu konuda şöyle buyurmuştur: “Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e vahy indirildiği zaman onun ağırlığını hissederler ve mübarek yüzlerinin rengi atardı.[14]

- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanında bazen arı vızıltısına benzer sesler işitilirdi. Hz. Ömer (r.a) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v)’e vahiy indiği zaman, yüzünün yakınlarında arı uğultusu gibi bir ses işitilirdi. Bir gün ona vahiy indirildi. Bir müddet bekledik. Sonra o hâl açıldı. Kıbleye yönelerek ellerini kaldırıp:

“Allah’ım bizim (hayrımızı ve terakkîmizi) artır, bizi (hayrımızı, mertebemizi ve sayımızı) noksanlaştırma! Bize ikrâm et, zillete düşürme. Bize ihsanda bulun, mahrum etme. Bizi tercih et, (düşmanlarımızı) bize tercih etme. Allâh’ım, bizi râzı kıl ve bizden râzı ol!” diye dua ettiler. Sonra:

“−Bana on âyet indirildi. Kim bunları tatbik ederse cennete girer” buyurup Mü’minûn sûresinin ilk on âyetini okudular:

“Muhakkak ki, mü’minler felâha ermişlerdir: Ki onlar namazlarında huşû içindedirler, boş şeylerden yüz çevirirler, zekâtı verirler, iffetlerini korurlar, sadece eşleri ve ellerinin altında olan (câriyeleri) ile yetinirler, bundan dolayı da kınanacak değillerdir. Ama kim bunun ötesine geçmek isterse, işte haddi aşanlar onlardır. Yine onlar emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler, namazlarını muhafaza ederler. İşte vâris olacaklar onlardır, Firdevs cennetine varis olacak ve orada ebedî kalacaklardır».”[15]

- Vahiy gelirken Efendimiz’in mübârek yüzleri gül gibi kızarır, yanakları al al olurdu. Vahiy hâli zuhûr ettiğinde sahâbe-i kirâm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in üzerini bir örtüyle örterlerdi.

Yaʻlâ bin Ümeyye bir gün Hz. Ömer’e, “Peygamber Efendimiz’e vahiy gelirken onu bana gösteriver!” demişti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Cîrâne’de bulunduğu esnâda, yanında sahâbîlerinden bir topluluk da varken bir kişi çıkageldi ve:

“–Yâ Rasûlallah! Güzel koku sürünmüş olarak umre için ihra­ma giren bir kimse hakkında ne buyurursunuz?” diye sordu. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) bir müddet sustular. Bu esnâda üzerinde vahiy halleri belirdi. Ömer (r.a) hemen Yaʻlâ’ya işaret etti. O da geldi. Allah Rasûlü’nün üzerine bir elbise örtülmüştü. Yaʻlâ başını bu örtünün içine sokup baktı. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yüzünün kızardığını gördü. Uyuyan kim­senin gidip gelen nefesi gibi hırıltıyla nefes alıp veriyordu. Sonra Rasûlullah’tan bu hâl yavaş yavaş açıldı. Peşinden:

“–Umreden sormuş olan kimse nerede?” buyurdular. Yanına hemen birisi getirildi. Rasûlullah (s.a.v) ona:

“–Bedenine ve elbisene bulaşan kokuyu üç kere yıka, üzerin­deki cübbeyi de çıkar, hacda yaptığın fiilleri umrede de yap!” buyurdular.[16]

- Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in mübârek alınları en soğuk günlerde bile buram buram terlerdi. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle nakleder: Rasûlullah (s.a.v) bir gün minber üzerinde aya­ğa kalktılar ve:

“‒Ben ancak benden sonra sizin üzerinize açılacak olan dün­ya bereketlerinden dolayı sizin için korkuyorum” buyurdular. Sonra dünyanın süsüne dalmaktan bahsettiler. Önce birini, sonra diğerini anlattılar. Bunun üze­rine sahâbîlerden bir zât ayağa kalkarak:

«‒Yâ Rasûlallah! Hiç hayır, şer getirir mi?» diye sordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu soruya cevap vermeyip bir müddet sükût ettiler. Biz, «Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e vahiy indiriliyor» dedik. İnsanlar sanki başları üze­rinde kuş varmışçasına sükût ettiler. Bir müddet sonra Rasûlullah (s.a.v) dökmekte olduğu teri mübarek yüzünden silerek:

«‒Biraz önce suâl soran nerede? Mal (hakîkaten) hayır mıdır?» (deyip, bunu üç defa tekrarladılar ve devamla) «Hakîkî hayır ve nimet, hayırdan başka bir şey getirmez (fakat dünya malı hakîkî hayır değildir. Şöyle ki): Bahar gelip etraf yeşerdiğinde, otlar arasında çok yiyeni öldüren veya ölüme yaklaştıran şeyler de biter. Lâkin yeşil otları hırsa kapılmadan yavaş yavaş yiyen hay­van, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz. Bu hayvan yeşil otlardan yiyip iki böğrünü doldurunca bahar güneşinin karşısına geçip biraz istirahat eder, kolayca tersler ve bevleder. Sonra yine yayılır. İşte bu dünya malı da yeşil ot gibi çekicidir, tatlıdır. Bu dünya malını hakkıyla alan ve onu Allah yoluna, yetimlere, fakirlere tahsis eden zengin müslüman ne hayırlı kişidir! Dünya malını hakkıyla almayan (haram mal toplayan hırslı) kişi de dâima yiyen ama bir türlü doymayan obur kimse gibi­dir. Kıyamet gününde bu mal kendi sahibinin cimriliğine bir şâhid olacaktır».”[17]

- Vahiy esnâsında Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in üzerinde bir heybet hâli zuhur ederdi. Ebû Hüreyre (r.a) şöyle der: “Vahiy geldiği zaman bize gizli kalmazdı. Vahiy geldiğinde, o hâl geçinceye kadar hiç birimiz gözünü kaldırıp Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bakamazdı.”[18]

1.3. Vahyin Çeşitleri

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen vahyi genel mânada ikiye ayırabiliriz:

Birincisi; اَلْوَحْيُ الْمَتْلُوُّ (el-Vahyu’l-Metlüvv) yani Kur’ân olarak okunan ve tilavetiyle ibadet edilen vahiydir. Kur’ân-ı Kerîm’in tüm sûre ve âyetleri bu kısma girer. Bu vahiyde mânâ da nazım da Allah’a âittir. Bu tür vahiy, bir hükümdarın elçisine yazılı bir mektup verip “bunu falana oku” diye emretmesine, elçinin de bunu bir harfini bile değiştirmeden aynen okumasına benzer.

İkincisi; اَلْوَحْيُ غَيْرُ الْمَتْلُوِّ (el-Vahyu Ğayru’l-Metlüvv) yani okunmayan vahiydir. Buna “hadis/sünnet vahyi”, “vahy-i beyân” gibi isimler verilir. Cebrail (a.s), Allah Teâlâ’dan telâkkî ettiği vahyi Peygamber Efendimiz’e getirir, o da Cebrâil’den aldığı bu mânaları kavrayarak kendi ifadeleriyle insanlara aktarırdı. Yani mânâ Allah’a, lafızlar ise Peygamber Efendimiz’a aittir.

Vahy-i Ğayr-i Metlüv de “Nebevî Hadis” ve “Kudsî Hadis” olmak üzere ikiye ayrılır:

  1. Nebevî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e izafe edilen söz, fiil, takrir ve sıfatların bütünüdür. Bu da iki kısımdır:
  2. Tevkîfî olan Nebevî hadis: Allah Rasûlü’nün mâna ve muhtevasını vahiyle Rabbinden alıp kendi sözleriyle insanlara açıkladığı dinî hakikatlerdir. Bu nevi hadiste mâna Allah’tan, lafızlar ise Rasûlü’ndendir.
  3. Tevfîkî olan Nebevî hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vahiy kaynaklı olmaksızın bizzat kendi akıl ve içtihadını kullanarak bir konuda görüş beyan etmesi, âyetlerden bir mâna çıkarmasıdır. Efendimiz (s.a.v) doğruya isabet buyurursa vahiy onun doğruluğunu ikrar eder ve bu tevfîkî hadis olur. Hata ederse, hemen vahiy gelerek onu düzeltir, o hâlde bırakmazdı. Nitekim Bedir esirlerinin öldürülmesi veya onlardan fidye alınması konusunda istişare neticesinde Efendimiz (s.a.v), Hz. Ebû Bekir’in fidye alınması yönündeki görüşünü benimsemişti. Fakat gelen Enfâl sûresi 67. âyet, Efendimiz’in bu kararda hata ettiğini ve nasıl hareket etmesi gerektiğini haber verdi.

Demek ki ister “tevkîfî” olsun ister “tevfîkî”, Allah Rasûlü’nün dinle ilgili bağlayıcı tüm hadisleri vahyin tasdikinden veya ikrarından geçmiştir. Netice itibariyle hepsi de Allah’ın muradına uygundur. Nitekim şu âyet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir:

“Peygamber, asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz. Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.” (en-Necm 53/3-4)

  1. Kudsî Hadis: Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in “Allah (c.c) şöyle buyurdu” diye Allah Teâlâ’ya izafe ederek naklettiği sözlerdir.

Vahy-i Metlüv dediğimiz Kur’ân-ı Kerîm vahyi ile Kudsî hadis arasında şu farklar vardır:

- Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın nazmı ve mânasıyla birlikte Rasûlü’ne vahyettiği, Araplara meydan okuduğu, Arapların onun en küçük bir sûresine bile benzer bir söz getiremedikleri Allah kelamıdır. Kur’ân’ın bu meydan okuması devam etmektedir ve Kur’ân kıyamete kadar mucize olarak kalacaktır. Hadis-i kudsîde böyle bir meydan okuma ve iʻcâz söz konusu değildir. Onun mânası Allah’tan, lafzı Peygamber Efendimiz’dendir.

- Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri tevâtür yoluyla günümüze kadar nakledilmiştir. Hadis-i kudsîlerin pek çoğu âhâd haberlerdir.

- Kur’ân-ı Kerîm’in tilavetiyle ibadet edilir. Hadis-i kudsî için böyle bir şey mevzubahis değildir.[19]

Bu îzahlardan, Allah Rasûlü’nün günlük sözleri dışındaki hadislerinin ve sünnetlerinin vahiy kaynaklı olduğu anlaşılır. Onun dâimâ ilâhî murâkabe ve koruma altında olduğu görülür. Allah Teâlâ onu aslâ kendi hâline bırakmamıştır. Bu sebeple de kendine olduğu gibi Rasûlü’ne de itaat ve ittibâyı emretmiştir.[20]

2. Kur’ân’ın Allah Kelâmı Olduğunu Gösteren Deliller

Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın vahyettiği kelâmıdır. Ne Cebrail (a.s)’ın ne de Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ona hiçbir müdâhalesi olmamıştır. Bunu pek çok yönden ispat etmek mümkündür. Hulâsaten şu delilleri zikredebiliriz:

2.1. Efendimiz’in Vahyi Ezberleme Gayreti

Vahyin başlangıcında Rasûlullah (s.a.v), nâzil olan âyetleri unutmamak için acele acele tekrarlar, dudaklarını kıpırdatırdı. Eğer Kur’ân, onun kendinden kaynaklanan bir söz olsaydı, böyle bir harekete ihtiyaç hissetmezdi. Allah Teâlâ şu âyetlerle, Rasûl’ünü bu davranıştan men etmiş ve vahyi kendisinin koruyup beyan edeceğini vaad etmiştir:

“Vahyi tam alma endişesiyle dilini kıpırdatma! Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize âittir. O hâlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et. Sonra onu beyân etmek de elbette bize âittir.” (el-Kıyâme 75/16-19)

İbn-i Abbâs (r.a) bu âyetlerin nüzulüyle ilgili olarak şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) nâzil olan âyet-i kerimeleri derhal ezberlemek için kendini meşakkate sokar ve bundan dolayı çok kereler mübarek dudaklarını kımıldatırlardı.” Bunu söylerken İbn-i Abbas (r.a):

“‒İşte bak Rasûlullah (s.a.v) dudaklarını nasıl kımıldattıysa ben de sana öylece kımıldatıyorum” buyurdu ve devam etti:

“Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri ona Kıyâme sûresinin 16-19. âyet-i kerimelerini inzâl buyurdu. Bunlardan «Onu zihinde toplayıp okumanı sağlamak bize âittir» âyeti «Kur’ân’ı senin sadrında toplamamız, ezberletmemiz ve sonra da senin onu okuyabilmen bize âittir» demektir. «O hâlde, onu okuduğumuz zaman okunuşunu takip et» âyeti «Kur’ân’ı Cibril’in diliyle sana okuduğumuzda onu dinle ve sükût ederek ona kulak ver!» demektir. «Sonra onu beyân etmek de elbette bize âittir» âyeti de «senin lisânınla onu açıklamak da bize aittir» demektir. İşte bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ne zaman Cibril (a.s) gelirse sükût buyurup onu dinler, Cibril (a.s) gidince getirmiş olduğu âyet-i kerimeleri o nasıl tilâvet etmişse Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) de öylece tilâvet ederlerdi.”[21]

Vahiy gelirken Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in aceleyle onu okumaya çalışması, vahye olan muhabbeti[22], vahyin lisânına verdiği halâvet[23] ve en mühimi de vazifesine verdiği ehemmiyet ve gösterdiği titizlik sebebiyle idi. O, gelen vahyin bir harfini bile kaçırmayayım ve unutmayayım diye hemen âyetleri ezberlemeye çalışıyordu. Cenâb-ı Hak ona bu hususta endişe ve telâş göstermemesini emrederek vahyi tam olarak kendisine ezberleteceğini vaad etti.[24]

Bu konuyla ilgili diğer bir âyet de şudur:

“Gerçekliğinde şüphe bulunmayan, her şeye hükümran olan Allah yüceler yücesidir. Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâ-hâ 20/114)

Yani, Cibrîl (a.s) vahyi bitirmeden unutma korkusuyla onu okumaya başlama! Gelen mücmel âyetlerin mânâlarını biz sana açıklamadan onları ashâbına okuma ve yazdırma! Kur’ân’la hüküm vereceğin zaman, biz sana meseleyi beyân edinceye kadar o konuda acele etme![25] “Rabbim, bana daha fazla âyet ve sûre indir, Kur’ân’a dâir ilmimi ve anlayışımı artır, senin kitabına dair daha çok şey öğrenmeyi ve onun mânâlarını daha iyi anlamayı bana nasîb eyle, ezber kuvvetimi artır” diye dua et.[26]

Bu âyette Kur’ân’ı nasıl dinleyip öğrenmek ve ezberlemek gerektiğine dâir güzel bir edep ve metot öğretiliyor. Onu önce dikkatlice dinlemek, sonra da güzelce okuyup ezberlemeye çalışmak gerekiyor. Böyle güzel bir inceliği bize öğrettiği için de Allah’ın huzûrunda boyun eğip O’na şükretmek ve “daha bilmediğimiz nice incelikleri bize öğret” diye dua etmek gerekiyor.[27]

Yine Rabbimiz, diğer bir âyette Peygamber Efendimiz’e, “Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın” diye vaadde bulunmuştur.[28]

Bu âyetler Kur’ân’ın, Peygamber Efendimiz’e âit sözler olmayıp ilâhî bir kaynaktan geldiğini ve ona öğretildiğini gösteren apaçık delillerdir.

2.2. Bazen Vahyin Gecikmesi

Risaletin ilk günlerinde meydana gelen “Fetret-i Vahiy” esnâsında ve daha sonra yaşanan muhtelif hâdiselerde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) vahyin nüzûlünü çok arzu etmişlerdi. Ancak Cebrâîl (a.s) onun istediği zaman değil, Allah Teâlâ ne zaman emrettiyse o zaman vahyi getirdi. Zira o, gökteki “Emîn”dir. Allah Teâlâ onu kerîm (değerli), çok kuvvetli, üstün vasıflarla müzeyyen, Arş’ın sahibi yanında itibarlı, göklerde kendisine itaat edilen ve güvenilir diye methetmiştir.[29] Semâlardaki Emîn, vahyi en güzel şekilde getirip yerdeki Emîn’e veriyordu. O da bu vahiyleri tam olarak insanlara ulaştırıyordu. Hatta kendisini azarlayan vahiyleri bile aynen tebliğ ediyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak onun bu emânet vasfını “O, gaybın bilgilerini (sizden) esirgemez”[30] âyetiyle tasdik ve tescil etmiştir. Bu durum Kur’ân’ın senedinin ve bize geliş yolunun ne kadar sağlam ve güvenilir olduğunu göstermektedir.

Bir defasında Rasûlullah (s.a.v), Hz. Cibrîl’e:

“–Niçin yanıma daha fazla gelmiyorsun?” diye sormuşlardı. Bunun üzerine:

“Biz ancak Rabbinin emri ile ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na âittir. Rabbin, unutmaktan münezzehtir”[31] âyeti nâzil oldu.[32]

Şimdi konuyla ilgili birkaç misal zikredelim: Kureyş müşrikleri, Nadr bin Hâris ve Ukbe bin Ebî Muayt’ı Medîne’deki yahudî hahamlarına göndermişlerdi. Yanlarındaki kitapta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz hakkında bir bilgi olup olmadığını soruyorlardı. Ehl-i kitap oldukları için onları kendilerinden daha bilgili ve kültürlü görüyor ve sözlerine itimat ediyorlardı. Yahudî hahamları onlara şu aklı verdiler:

“–Şimdi size söyleyeceğimiz üç şeyi ona sorun! Eğer onları bilirse, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Bilemezse, bir sahtekârdır ve söyledikleri şeyleri kendi kendine uyduruyordur. Bu durumda ona istediğinizi yapabilirsiniz. İlk olarak ona çok eski zamanlarda yaşamış olan gençleri (Ashâb-ı Kehf’i) sorun! Onların gerçekten garip, şaşırtıcı haberleri vardır. Sonra, çok dolaşan ve yeryüzünün doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden zâtı (Zülkarneyn’i) sorun? Bir de rûhu sorun?..”

Kureyşliler Allah Rasûlü’ne gelerek bunları sordular. Rasûlullah (s.a.v) de “inşâallah” demeyi unutarak:

“–Sorduklarınızın cevâbını size yarın vereceğim” buyurdular. Bunun üzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar. Allah Rasûlü (s.a.v) on beş gün (bir rivâyete göre kırk gün) beklediler. Fakat bu zaman zarfında Allah Teâlâ kendisine bu konularla ilgili ne bir vahiy indirdi ne de Cebrâîl (a.s)’ı gönderdi. Nihâyet Mekkeliler:

“–Muhammed bize yarın cevap vereceğim diye vaadde bulundu. Bugün on beş gün oldu hâlâ sorduklarımızdan hiçbiri hakkında bize bilgi vermedi” demeye başladılar. Vahyin gelmemesi elbette Allah Rasûlü’nü çok üzüyor, Mekkelilerin bu konuşmaları onu bir hayli incitiyordu. Sonunda Cebrâîl (a.s) geldi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında (artık gelmeyeceksin diye) sû-i zanda bulundum ve aynı zamanda seni özledim!” buyurdular. Cebrâîl (a.s):

“–Ben seni daha çok özledim, fakat ben vazifeli bir memurum, gönderildiğimde inerim, gönderilmediğimde gelemem!” dedi. Cebrâîl (a.s), Allah Teâlâ’dan Kehf Sûresi’ni getirmişti. Bu sûrede inkârcıların sorduğu Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn (a.s)’ın haberleri vardı. O esnâda bir de:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ancak az bir ilim verilmiştir”[33] âyeti nâzil oldu.[34]

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medine’ye ilk teşriflerinde on altı veya on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldılar. Hâlbuki kıblenin Beytü’l-Harâm’a doğru olmasını arzu ediyorlardı.[35] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bu arzusunu ifâde etmek için uzun zamandır yüzünü semâya çevirip duruyor, ilâhî emri bekliyorlardı. Çünkü Kâbe, İbrahim (a.s)’ın kıblesiydi ve ona yönelmek Arapları îmâna daha fazla teşvik ederdi. Üstelik Araplar Kâbe ile iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavâf ediyorlardı. Bir de, Kâbe’ye dönmek sûretiyle, yahudîlere benzemekten ve onların muhtelif ithamlarından kurtulacaklardı.[36] Ancak kıble, on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir süre bekledikten sonra, pek çok hikmete mebnî Kâbe istikâmetine çevrildi. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin!” (el-Bakara 2/144)[37]

Benî Mustalık Gazvesi’nden dönerken münâfıklar Hz. Âişe Vâlidemiz’e nâmus iftirâsı attılar (İfk Hâdisesi). Daha sonra da bunu insanlar arasında yaymaya başladılar. Rasûlullah (s.a.v) hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zira âilesine, iffet ve nâmusuna iftirâ atılmıştı. Bu durum insanların zihnine şüphe sokacak ve onun tebliğ vazifesini yerine getirmesini güçleştirecekti. Allah Rasûlü (s.a.v) işin hakikatini bilmiyor, ne olduğunu öğrenmek için vahiy bekliyordu. Âilesiyle ilgili olarak, “Ben onun hakkında iyilikten başka bir duruma şâhid değilim!” buyuruyor ve bekliyordu. İşi tedkik ve tahkik ettikten ve ashâbıyla gerekli istişâreleri yaptıktan sonra, en nihâyet Hz. Âişe’ye:

“Bak Âişe! Senin hakkında şöyle şöyle bir söz işittim. Şayet mâsum isen Allah seni temize çıkaracaktır. Yok, eğer günâha teşebbüs ettiysen, Allah’tan af dile!” buyurdular. Bu, gaybı bilmeyen bir beşerin ifâdesidir. İşin hakikatini ancak Allah Teâlâ bildirdiğinde öğrenecektir. Tam bir ay böylesine zor günler geçirdiler. Nihâyetinde Nûr Sûresi’nin âyetleri nâzil oldu. Hz. Âişe vâlidemizin mâsumiyeti âyet-i kerimelerle haber verildi.[38] Rasûlullah (s.a.v), vahye müdâhalede bulunabilseydi en fazla bugünlerde ihtiyacı vardı. Ancak vahiy tamamen Allah’a âittir. O istediği zaman istediği şeyi vahyeder. Allah’ın rasûl olarak seçtiği insanların hangi şartlar altında olursa olsun Allah adına bir söz uydurmalarına imkân yoktur. Bu, aklen herkesin kavrayabileceği bir durum olmakla birlikte Cenâb-ı Hak insanların zihnindeki şüpheleri tamamen izâle etmek için bunu bir de Kur’ân’da haber vermiştir:

“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (el-Hâkka 69/44-47)

Demek ki Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bütün sıkıntı, meşakkat ve iptilâlara rağmen tebliğ vazifesinde herhangi bir kusur göstermemiş, Allah’ın râzı olacağı şekilde vazifesini îfâ etmiştir. Diğer peygamberler de aynı şekilde sıdk ve emânetle vazifelerini îfâ etmişlerdir. Hayatlarında kitaplarına herhangi bir beşerî müdâhale olmamıştır. Önceki kitaplar hep peygamberlerin vefatından sonra tahrîf edilmiştir. İnananlar ve âlimler kitaplarına hakkıyla sahip çıkamamışlardır.

2.3. Zaman Zaman İtâb Âyetlerinin İnmesi

Rasûlullah (s.a.v) kendi içtihadına bırakılan meselelerde bazen ilâhî hükme uymayan hükümler verdiğinde veya kendisinden bir zelle zuhur ettiğinde derhal uyarılıyor ve düzeltiliyordu. Hatta zaman zaman azarlandığı bile oluyordu. Bugün Kur’ân-ı Kerîm’de bunun birkaç misalini hâlâ okumaktayız.

Meselâ Rasûlullah (s.a.v) bir gün Kureyş’in bazı ileri gelenlerine İslâm’ı anlatıyorlardı. Daha önce müslüman olan âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmi Mektûm (r.a) yanına gelerek kendisini irşâd etmesini istedi. Fakat o esnada meşgul olduğu muhâtaplarını gücendirmek istemeyen Allah Rasûlü (s.a.v), onunla ilgilenemedi. Çünkü önde gelenlerden birinin müslüman olması kapıları açacak, ardından pek çok insanın iman etmesine sebep olabilecekti. İbn-i Ümmi Mektûm’un talebini ısrarla tekrarından dolayı da ona karşı yüzünü biraz ekşitti. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Suratını astı, yüzünü çevirdi. Çünkü ona gözü görmeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeyden müstağnî görenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!”[39] (Abese 80/1-10)[40]

Rasûlullah (s.a.v), amcası Ebû Tâlib için Allah’tan mağfiret dilemek isteyince:

(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne Peygamber’e yaraşır ne de inananlara!”[41] âyeti nâzil oldu.[42]

Münâfıkların reîsi Abdullah bin Übey bin Selûl’ün, Abdullah isminde sâlih ve sâdık bir oğlu vardı. Babası vefat edince Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelip cenâze namazını kıldırması için ısrâr etti. Allah Rasûlü (s.a.v) de münafıkların kalplerini yumuşatıp hakikî imana gelmelerine vesile olmak gibi bir takım mülâhazalarla bu isteği kabul ettiler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Onlardan ölmüş olan hiçbirine aslâ namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah ve Rasûlü’nü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (et-Tevbe 9/84)[43]

Allah Rasûlü (s.a.v), keyfî ve basit bahanelerle Tebük Seferi’ne iştirâk etmeyen seksen kişinin mâzeretlerini kabûl edip onlara izin vermişlerdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?!” (et-Tevbe 9/43)[44]

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sözü olsaydı, o, kendisi hakkında bu kadar şiddetli ve acı ifâdeler kullanmazdı. Bu tür konularda hiç değilse sükût ederek kusûrunu örtmek isterdi.

Konuyla ilgili bir misal de şu hâdisedir: Rasûlullah (s.a.v) Zeyd b. Hârise’yi (ö. 8/629) küçük yaşta köle olarak tanımış, onu azat ederek evlatlık edinmişti. Zeyd büyüdüğünde Rasûlullah Efendimiz onu halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirdi. Aralarında uyum olmadı. Bir sene kadar evli kaldılar. İyice bunalan Zeyd (r.a) nihayetinde Peygamber Efendimiz’e şikâyete geldi ve boşanmak istediğini söyledi. Rasûlullah (s.a.v) ona “Allah’tan kork ve zevcene sahip çık!” buyurdular. Hâlbuki Cenâb-ı Hak onların boşanacağını ve Zeyneb’in kendisiyle evleneceğini Rasûlullah’a bildirmişti. Ancak o, toplumda yaygın olan çok kuvvetli bir âdet sebebiyle insanların kendisini ayıplamasından ve bu evliliği aleyhine delil olarak kullanmasından korkuyor ve bu haberi kimseye söyleyemiyordu. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Bir zaman, Allah’ın kendisine lutufta bulunduğu, senin de lutufkâr davrandığın kişiye, «Eşinle evlilik bağını koru, Allah’tan kork» demiştin. Bunu derken Allah’ın ileride açıklayacağı bir şeyi içinde saklıyordun, kendisinden çekinme hususunda Allah’ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun. Zeyd onu boşayınca, mü’minlere evlâtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah’ın emri elbet yerine getirilecektir.” (el-Ahzâb 33/37)

Allah Teâlâ, insanların evlatlık edindikleri kimseleri kendi öz evlatları gibi görmelerinin yanlış olduğunu kuvvetli bir şekilde vurgulamak için Peygamber Efendimiz’e Hz. Zeyneb’le evlenmesini emretti. Müşrikler ve Münafıklar, “bize yasakladığı hâlde kendisi oğlunun boşadığı hanımla evlendi” diye dedikoduya başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerimeler indi:

“…Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı…” (en-Nisâ 4/23)

“…Allah evlâtlıklarınızı gerçek oğullarınız yapmamıştır…” (el-Ahzâb 33/4)

“…Mü’minlere evlâtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik…” (Ahzâb 33/37)

“Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-Ahzâb, 33/40)[45]

Allah daima hakkı söyler ve O’nun hükmü mutlaka yerine gelir. Zeyd (r.a), Allah Rasûlü’nün oğlu değil, din kardeşi idi. Her insanı babasına nispet etmek Allah katında daha doğru ve gerçekçidir. Bu sebeple o gün topluma iyice yerleşmiş olan bu yanlış anlayış ve âdet, bu evlilikle ortadan kaldırılmış oldu. O güne kadar Zeyd b. Muhammed diye çağrılan Zeyd’e, bu âyetlerin inmesinden sonra tekrar Zeyd b. Hârise diye hitap edilmeye başlandı.[46]

Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Şayet Muhammed (a.s), kendisine gelen vahiyden herhangi bir şey gizlemiş olsaydı «…Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. Hâlbuki en çok Allah’tan korkman gerekirdi...»[47] âyetini gizlerdi.”[48]

Yine Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Kim Rasûlullah (s.a.v)’in Allah’ın kitâbından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa Allah’a çok büyük bir iftirâ atmış olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun…” (el-Mâide 5/67)[49]

Naklettiğimiz misallerde de görüldüğü üzere vahiy tamamen Allah’ın irâdesiyle gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in çok istediği bazı zamanlarda gelmediği gibi bazen de onun tercihinin hatalı olduğunu bildirmiş ve kendisini îkâz etmiştir. Bütün bunlara rağmen Allah Rasûlü (s.a.v) kendisine inen vahyi, bir tek harfini bile gizlemeden tam olarak tebliğ etmiştir. İnsanlar ise kendi yazdıkları kitaplarda aleyhlerine olan herhangi bir şeyi yazmaz, kendilerini tenkid edip azarlamazlar.

Bu nevi âyetler aynı zamanda Rasûlullah (s.a.v)’in her zaman Allah Teâlâ’nın gözetiminde olduğunu göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, onun fiil ve sözleri bir tarafa, kalbindeki duyguları bile vahiyle tashih edilmiştir.

2.4. Bazen Vahyin Kapalı Gelmesi

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen vahiy bazen kapalı olurdu. Ashâb-ı kiram âyeti nasıl yaşayacaklarını sorarlar ancak Efendimiz (s.a.v), Allah’tan herhangi bir bilgi gelmeden kendiliğinden herhangi bir îzahta bulunamazdı. Meselâ;

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır; içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesâba çeker...”[50] âyet-i kerimesi nâzil olmuştu. Bu âyet ashâb-ı kirâma çok ağır geldi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzuruna varıp diz çökerek:

“–Ey Allah’ın rasûlü, biz şimdiye kadar gücümüzün yettiği amellerle; namaz, oruç, cihâd, sadaka ile mükellef kılınmıştık. Şimdi ise size bu âyet nâzil oldu ki bizim ona gücümüz yetmez. Biz içimizden geçirdiklerimiz sebebiyle de cezâlandırılırsak mahvolduk!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Siz de sizden önceki yahudî ve hristiyanlar gibi; «İşittik fakat isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Siz onların aksine; «İşittik ve itaat ettik. Bizi bağışla, dönüş sanadır» deyin!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm bu sözü tekrar etmeye başladılar ve dilleri böyle söylemeye alıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ kalplerindeki îmânı kuvvetlendirdi. Bir müddet sonra aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olarak, kapalı olan mânâ şöylece îzâha kavuştu:

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îmân etti, mü’minler de (îmân ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. «Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler. Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Siz şöyle duâ ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi muâheze etme (mes’ûl tutma)! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyler yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız Sen’sin. Kâfirlere karşı da bize yardım eyle!” (el-Bakara 2/285-286)[51]

Böylece ashâb-ı kiram, ellerinde olmadan kalplerine gelen havâtırdan mes’ûl olmadıklarını anladılar.[52]

2.5. Kur’ân’ın Hitap Şekli

Kur’ân’ın kendine mahsus bir üslûbu ve hitap tarzı vardır. Onun hitap tarzı incelendiğinde beşer sözü olmadığı veya insanın içinden doğan şuuraltı bir his olmadığı derhal anlaşılır. Âyetleri okuyan bir insan onlarda konuşan zâtın kesinlikle bir insan olmadığını hemen farkeder. Söz, sahibinin renginde zuhûr eder ve yüce bir Yaratan’a âit olduğunu gösterir.

Kur’ân’da kullarına hitâb eden zât dâimî sûrette Allah Teâlâ’dır. Yüce Rabbimiz emreden, yasaklayan, rasûlüne ne söyleyeceğini öğreten, seven, gazap eden, râzı olan veya olmayan zât olarak sözü dâimâ elinde tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in ilk âyeti emirle başlayıp yüzlerce defa قُلْ: Ey Nebî, onlara söyle”, قُولُوا: Ey insanlar, söyleyiniz” diye hitap edilmiştir. Bunun yanında insanlara sayılamayacak kadar emir verilmiş, bazı şeyleri yapmaları, bazılarını da yapmamaları söylenmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, vahyin başından itibaren kullarına yaratılmış olduklarını hatırlatacak şekilde âmir bir üslupla konuşmuş, her şeyin yaratıcısının kendisi olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu gösteren hitap tarzının bir yönü de, bütün âyetlerde Allah’ın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine ya açıktan ya bir zamirle veya gizli bir işaretle mutlaka yer verilmesidir. Kur’ân’da Allah’ın kemâl sıfatları, azamet ve celâli açık bir üslupla ve hiçbir beşerin kitabında olmayacak kadar çok zikredilir. Kur’ân-ı Kerîm, baştan sona Allah’ın esmâ-i hüsnâsı, kemâl sıfatları, ulûhiyeti, rubûbiyeti, hâlıkiyeti, rahmâniyeti ve kudsiyeti gibi mevzuların en yüksek anlatımı ile doludur. Onda “Allah” lafzı dünyadaki hiçbir kitapta olamayacak şekilde çoktur. Hangi sahifesine, hatta hangi satırına bakılsa orada muhakkak Allah’ın bir takım isim veya sıfatları bulunur. Kur’ân-ı Kerîm, dinî ve dünyevî muâmelâtla alâkalı hükümler, şahsî, âilevî ve ictimaî hayata dâir esaslardan hangisini işlerse işlesin, muhakkak bir vesîleyle Allah’ın isim veya sıfatlarından pek çoğunu orada zikreder.

Her şeyi elinde tutan Allah Teâlâ’nın azameti, Kur’ân’ın başından sonuna kadar her yerinde kuvvetli bir şekilde dâimâ hissedilir. Bu da, boş bir kuruntu, gurur ve kibirden kaynaklanan bir bencillik değil, hakîkaten öyle olduğu için gerçeklerin açıklanmasından kaynaklanan ve kendinden emîn, katʻî ifâdelerin verdiği bir havadır.[53] Bu azameti beşer kelâmında bulmak mümkün değildir.

Diğer mühim bir husus da Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunun, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hadîs-i şerîflerdeki üslûbundan çok farklı olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sözü olsaydı, her yönüyle onun hadislerine benzemesi gerekirdi. Bir insanda ise böylesine farklı iki üslûp hiç görülmemiştir.

3. Kur’ân’ın Kısım Kısım İnmesindeki Hikmetler

Kur’ân-ı Kerîm, toptan bir defada değil, yirmi üç yıl boyunca kısım kısım indirilmiştir. Bunun bir kısım hikmetleri âyet-i kerimelerde şöyle beyan edilir:

“Biz onu, insanlara aralıklarla okuyasın diye (sûreler ve âyetlere) ayrılmış Kur’ân yapık, peyderpey indirdik.” (el-İsrâ 17/106)

“İnkârcılar, «Kur’ân ona bütünüyle bir defada indirilseydi ya!» diyorlar. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik. Onlar ne zaman bir talep ileri sürseler biz sana mutlaka kesin gerçeği ve en güzel açıklamayı bildiririz.” (el-Furkân 25/32-33)

Kur’ân-ı Kerîm’in bir bütün hâlinde değil de kısım kısım indirilmesi ve ağır ağır okunmasının âyetlerde zikredilen hikmetlerini şöyle sıralayabiliriz:

  1. Rasûlullah (s.a.v) ve mü’minlerin kalplerine sebât vermek, onları desteklemek, cesaretlendirmek ve heyecanlarını artırmak. Allah Rasûlü (s.a.v) ve mü’minler müşriklerin inkâr, alay ve eziyetleri karşısında üzülüyor, zaman zaman ümitsizliğe kapılıyor ve Rabbimizin tesellisine ihtiyaç duyuyorlardı. Tebliğ faaliyetleri uzun bir zamana yayıldığı için vahiyle gelen tesellî ve takviye de bu zaman zarfında yenilenerek devam etmeliydi. Cibrâil (a.s) gibi kuvvetli bir dostun sık sık gelerek bilgi ve tâlimâtlar vermesi, Rasûlullah (s.a.v) ve mü’minler için muazzam bir güç ve ümit kaynağı oluyordu.

- Bazen Allah Rasûlü’ne önceki peygamberlerin kıssaları nakledilerek onların da aynı şeyleri yaşadıkları hatırlatılıyordu. Bu kıssaların içinde hem tesellî, hem ibret, hem de mücâdele usulleri yer alıyordu. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir uyarı ulaşıyor.” (Hûd 11/120)

- Cenâb-ı Hak bazen sabır tavsiye ediyordu: “Sen sabret; sabır göstermen de Allah’ın ihsanı sayesinde olacaktır. Onlardan dolayı üzülme, kurdukları tuzaklardan kaygı duyma. Çünkü Allah takvâ ile hareket edip ihsân sahibi olanların yanındadır.” (en-Nahl 15/127-128)

- Bazı âyetlerde teminât yer alıyordu: “Rasûlüm! Rabbinin hükmü yerine gelene kadar sabret. Çünkü sen bizim himâyemizde, gözetimimiz altındasın. Her kalktığında Rabbini hamd ile tesbih et!” (et-Tûr 52/48)

 “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen âyetleri tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O’nun elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (el-Mâide 5/67)

  1. Kur’ân-ı Kerîm’in kısım kısım indirilmesinin bir sebebi de Allah Rasûlü’nün ve mü’minlerin inen âyetleri okuyup ezberlemelerini ve anlamalarını kolaylaştırmaktı. Eğer Kur’ân-ı Kerîm bir defada inseydi onu ezberleyip anlamak oldukça zor olurdu. Zira o günlerde okuma yazma nispeti oldukça düşük olduğu gibi okuma ve yazma malzemesi de gayet azdı. Kur’ân’ın kısım kısım indirilmesiyle mühim konular farklı şekillerde tekrar tekrar anlatılarak net bir şekilde anlaşılması sağlanıyor, yazıyla kaydedilmesi de kolaylaşıyordu.
  2. Bu konuda diğer bir sebep, ilâhî hükümleri insanlara peyderpey tebliğ etmek, bunları mü’minlerle birlikte tedrîcî olarak tatbik etmekti. Zira insanın terbiye edilmesi zaman ister. Onların kalplerinde îmânı kökleştirerek ibadet ve muâmelâta dair ilâhî emirleri yapmaya iknâ etmek, kademe kademe gerçekleştirilecek bir eğitimi gerektirir. Kur’ân’ın nüzulünün 23 seneye yayılması insanların bu dönüşümünü gerçekleştirmiştir. Hz. Âişe vâlidemiz bu konuda şöyle demiştir:

“İlk nâzil olan sûre mufassal sûrelerden[54] biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ “İçki içmeyin!” emri inseydi insanlar:

“–Biz içkiyi kesinlikle bırakmayız!” derlerdi. Yine ilk olarak “Zinâ etmeyin!” emri gelseydi insanlar aynı şekilde:

“– Biz zinâyı aslâ bırakmayız!” derlerdi. Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Muhammed (a.s)’a, “Hayır, onlara va’dedilen (asıl azab) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır”[55] (gibi îmân ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben onun yanında iken (Medîne’de) inmiştir.”[56]

Toplumda iyice kökleşmiş olan içki, kumar, faiz gibi bir kısım haramların ortadan kaldırılması; oruç, zekât ve hac gibi nefislere zor gelen ibadetlerin yerleştirilmesi hep bu usulle yani tedricen olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm hitap ettiği fertleri ve toplumu çok yakından takip etmiş, meydana gelen tüm değişim ve gelişimi derin bir nazarla izlemiş, ortaya çıkan yeni hadiselerde mü’minlerin ihtiyaçlarını görüp müşkillerini halletmiş, onlara en güzel şekilde rehberlik etmiştir. Meselâ içkinin haram kılınması dört merhalede olmuştur. Birinci merhalede:

“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde ediyorsunuz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır”[57] âyeti inmişti. İçkinin güzel bir şey olmadığını anlayan bir kısım sahâbîler onu bırakmakla birlikte henüz haram kılınmadığı için içmeye devam edenler de olmuştu.

İkinci merhalede Hz. Ömer, Muâz b. Cebel ve sahâbeden bir grup Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah bize içki hakkında fetvâ ver. Çünkü o aklı gidermektedir” dediler. Bunun üzerine:

“Rasûlüm! Sana içki ve kumarın hükmünü soruyorlar. Şöyle de: «Onlarda büyük bir günah ve zarar, bununla birlikte insanlar için birtakım faydalar da vardır; fakat günah ve zararları faydalarından daha büyüktür”[58] âyeti indi. Bu âyetin inişinden sonra bir takım müslümanlar içki içmeye devam edip: “Biz faydasını alır kötülüğünü terk ederiz” dediler. Bir kısmı ise içki içmeyi terk edip: “İçinde pek büyük bir günah olan bir şeye bizim ihtiyacımız yok” dediler.

Üçüncü merhalede Abdurrahmân b. Avf (r.a), içki içenlerden bazılarını evine dâvet etmişti. Yemekte içki içtiler ve sarhoş oldular. Namaz vakti olunca namaza durdular. İmam “Kâfirûn” sûresini okumaya başladı. Şöyle diyordu: “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiğinize ibâdet ederim.” Sûrenin sonuna kadar “ibâdet etmem” ifâdelerini hep “ibâdet ederim” şeklinde okudu. Bunun üzerine:

Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilecek derecede ayıkıncaya kadar namaza yaklaşmayın”[59] âyeti nâzil oldu.[60] Bu âyetin nüzûlünden sonra içki içenler epey azaldı. İçkiyi terkedenler: “Bizi namazdan alıkoyan bir şeyde hayır yoktur” dediler. Bazı kimseler ise namaz vakti dışında olmak üzere içki içmeye devam ettiler. Meselâ yatsı namazından sonra içiyor, sabahleyin sarhoşluğu gitmiş oluyordu. Veya sabah namazından sonra içiyor ve öğle vakti gelinceye kadar ayılıyordu.

Dördüncü merhalede İtbân b. Mâlik bir ziyâfet tertip edip müslümanlardan bazılarını dâvet etmişti. Dâvet edilenlerin içinde Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a) da vardı. İtbân misafirleri için deve kellesi kızartmıştı. Ondan doyuncaya kadar yediler ve sarhoş oluncaya kadar da içki içtiler. Sonra nesepleriyle övünmeye ve bu konuda şiirler söylemeye başladılar. Bu sırada Sa‘d, Ensâr’ı hicveden, kötüleyen bir şiir söyleyip kavmiyle övününce bir adam, devenin çene kemiğini alarak Sa‘d’ın başına vurup yardı. Sa‘d, Rasûlullah (s.a.v)’e gelerek Ensârîyi şikâyet etti. Bunun üzerine içkiyi kesin olarak yasaklayan şu âyetler indi:

“Ey iman edenler! İçki, kumar, tapınmak ve putlara kurban kesmek için dikilen taşlar, fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Hiç şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla sizin aranıza ancak düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz, değil mi?” (el-Mâide 5/90-91)[61]

  1. Kur’ân’ın kısım kısım indirilmesinin bir sebebi de inkârcıların devamlı ortaya attığı asılsız iddiaları, kafa karıştırıcı soruları, şüphe uyandırıcı misalleri zamanında cevaplandırmak, gerekli izahı anında yapmaktı. Böylece Allah Rasûlü’ne yöneltilen soru, itiraz ve iddialar tekrar tekrar ele alınıp muhtelif şekillerde cevaplandırılarak zihinlerde herhangi bir soru işareti bırakılmıyordu.
  2. Gelen vahiyler kolayca yazılıp ezberlenerek en sağlam şekilde korunabilmiştir.

Böylece İslâm 23 senede tefsir edilerek hayata geçirilmiş ve topluma muazzam bir İslâm kültürü yerleşmiştir. Bunları düşündüğümüzde İslâm kültürünün basit bir kültür olmadığını anlarız. Dolayısıyla onu en güzel şekilde anlayıp hazmedebilmek için yüzeysel çalışmalar yeterli değildir. Ciddî bir şekilde ve uzun müddet çalışmak, kaynakların derinliğine inmek gerekir. Kısa ve yüzeysel araştırmalarla İslâm hakkında fikir yürütmeye kalkanlar hep hata eder ve yanlıştan yanlışa sürüklenirler.

4. Kur’ân-ı Kerîm İlâhî Koruma Altındadır

Kur’ân-ı Kerîm cinlerin ve insanların tahrifinden korunmuş yegâne ilâhî kitaptır. Onun membaının tamamen ilâhî olduğu ve onda hiçbir beşer izi bulunmadığı âyet-i kerîmelerde şöyle ifade edilir:

“Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût 29/48)

“O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitâbı ve hikmeti öğretecek bir peygamber göndermiştir. Oysa onlar, daha önce apaçık bir şaşkınlık ve sapıklık içindeydiler.” (el-Cuma 62/2)

Cenâb-ı Hak önceki kitapları korumayı taahhüd etmemiş, onları koruma vazifesini o ümmetin âlimlerine ve zâhidlerine bırakmıştı.[62] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla vazifelendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (el-Mâide 5/44)

Bu âyet-i kerimeden, kendisini Allah’a vermiş olan rabbânîler ve âlimlerin, kitabullahın muhafazasına memur, onun üzerine gözcü ve murâkıb tayin edildiğini anlıyoruz. Ancak onlar bu vazifede kusur göstermişler ve ilâhî kitapları tahrif edilmiştir. Son ilâhî kitap ise kıyamete kadar bâkî kalacağı için Allah Teâlâ onun muhafazasını kullarına bırakmamış, bizzat kendi üzerine almıştır.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i nâzil olmadan önce, inzâl buyururken ve indikten sonra dâima muhafaza etmiştir. Değerli, tertemiz, emîn ve kuvvetli meleklerine yazdırmış, yine aynı vasıflara sahip olan Cebrail (a.s) vâsıtasıyla Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e indirmiştir. Nâzil olmadan evvel Kur’ân, “şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerde”[63] idi. Levh-i Mahfûz’da, lâyık olmayan her türlü şeyden korunuyordu.[64] Oradan yeryüzüne inerken nasıl korunduğunu da şu âyetlerde görüyoruz:

“Biz onu (Kur’ân’ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (el-İsrâ 17/105)

“Biz yakın semayı yıldızların güzelliğiyle bezedik. Ve (onu) her türlü isyankâr şeytanî güce karşı koruduk. Onlar artık o yüce topluluğu dinleyemezler, (bölgeden) uzaklaştırmak için üzerlerine her yönden atış yapılır; ayrıca onlar (âhirette de) bitmez bir azaba çarptırılacaklardır. Ancak, (o yüce topluluktan) bir bilgi kırıntısı kapan olursa onu da delip geçen bir ışık topu kovalar.” (es-Sâffât 37/6-10)

“Hakikaten biz (cinler), göğü yokladık, onu güçlü muhafızlar ve alev toplarıyla doldurulmuş bulduk. Hâlbuki biz (daha önce, göğü) dinlemek için onun oturulabilecek yerlerinde otururduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor.” (el-Cin 72/8-9)

“Gaybı O bilir, gizlisini kimseye açmaz; ancak elçi olarak seçtiği başka. Allah, bu elçilerin her türlü durumlarını ilmiyle kuşattığı ve her şeyin sayısını belirlediği halde, Rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini ortaya çıkarmak için onların önlerinden ve arkalarından gözcüler gönderir.” (el-Cin 72/26-28. Bkz. el-Mülk 67/5)

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i inişi esnasında cin ve şeytan saldırılarından, indikten sonra azılı müşriklerin tahrifinden koruduğu gibi, kıyâmete kadar da bu korumasına devam edeceğini müjdelemiştir:

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hıcr 15/9)

“…Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)

“Kur’ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Şüphesiz o çok değerli ve sağlam bir kitaptır. Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet 41/41-42)

Allah Teâlâ, Kitâb-ı Kerîm’ini mucizevî bir kelâm kılmak sûretiyle de muhafaza altına almıştır. Böylece insanlar ve cinler onda herhangi bir tahrif ve ilave yapamadıkları gibi ona benzer bir söz de getirememişlerdir. Böyle bir şeyi yapmış olsalar onların ifadeleri Kur’ân’ın mucizevî ifadelerinden derhal ayrılacağı için aklı başında kimse buna inanmayacaktır. Kur’ân’ın muhteşem üslûbu, muhkem bir kale gibi kuşatarak onu beşer müdahalesinden korumuştur.

Hâsılı bugüne kadar Kurʼân-ı Kerîmʼe yönelik hiçbir şeytânî ve beşerî müdâhale teşebbüsü maksadına ulaşamadığı gibi, kıyâmete kadar da bu tür teşebbüsler, dâimâ neticesiz kalmaya mahkûmdur. Hiçbir insan ve cin şeytanı onu değiştiremez, tahrif edemez, ona herhangi bir bâtıl karıştıramadığı gibi ondan herhangi bir hakkı da eksiltemez.

Bu ilâhî muhafazanın yakın zamandaki bir tecellîsini nakledelim:

  1. asırdan beri Avrupalılar, kendi dinlerinin kitabındaki büyük farklılıkları görünce bundan rahatsız oldukları için bu psikoloji içinde Kur’ân üzerinde çalışmaya başladılar. Hattâ bazı müsteşrikler Kur’ân nüshaları üzerinde de benzeri bir çalışmanın yapılmasını üniversitelerine teklif ettiler. Münih Üniversitesi bu teklifi kabul etti ve onun bünyesinde Kur’ân Araştırmaları Enstitüsü kuruldu. Gayeleri dünyadaki mevcut bütün Kur’ân nüshalarının fotoğraflarını imkân nisbetinde toplamak idi. Toplama işini gerçekleştirdikten sonra nüshaları karşılaştırdılar. Bu iş yaklaşık altmış yıl kadar sürdü. Bu enstitünün faaliyetlerini bilen ve bazı üyeleri ile görüşen Muhammed Hamîdullah, bu konuda şu bilgileri vermektedir:

“Ben Fransa’da öğrenci iken 1934 yılında adı geçen Enstitünün müdürü Kur’ân nüshalarının sûretlerini almak için Paris’e gelmişti. Paris’deki Millî Kütüphane’de (Bibliotheque Nationale) Hicrî ikinci asırdan kalan en az iki Kur’ân nüshası mevcuttur. Bu zatı ziyaret etmiş ve meşgul oldukları iş hususunda kendisiyle konuşmuştuk. 1934 yılına kadar toplamış oldukları nüsha sayısının 42 bin olduğunu söyledi. Bu büyük rakam dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış muhtelif asırlara ait tam veya noksan nüshaların fotoğraflarını ihtiva ediyordu. 1934 yılında nüshaları karşılaştırmaya devam ediyorlardı. Enstitünün kütüphanesinde Kur’ân tefsirlerini ve kıraat ilmine dair kitapları da toplamışlardı. Zira bunlarda sık sık diğer kırâatlar da zikrolunur. Mesela Fatiha Sûresi’ndeki Mâlik ve Melik kırâatları gibi. Onların gayeleri bu bilgileri de toplamaktı.

Daha sonra İkinci Dünya Harbi başladı. Harp sırasında, bir Amerikan bombası Münih Üniversitesi’ndeki bu enstitüye isabet etti. Binanın içinde bulunan şahıslarla birlikte toplanan malzeme de mahvoldu. Fakat bu imha hadisesi, benzer bir teşebbüsü imkânsız hale getirmiş değildir. Zira Münih’te ortadan kalkan nüshalar, Kur’ân nüshalarının asılları değil fotoğrafları idi. Prof. Pretzl, bu enstitünün üçüncü müdürü oluyordu, kendisi de bombardımanda ölmüştü. Enstitüde büyük âlimler ile onların birçok yardımcıları vardı. Bunlardan biri Jeffery adlı Amerikalı bir âlim idi. Bu şahıs, Kur’ân’daki rivayet farklarını bulmaya çalışırdı. Nitekim İbn Ebî Davud’un bu konu ile ilgili “Kitâbu’l-Mesâhif”ini neşretmişti. Jeffery’nin Abdulmuîd Han adlı benim de arkadaşım olan bir talebesi vardı. Jeffery İkinci Dünya Harbi’nden az önce, enstitünün çalışmaları hakkında bazı notlar yayınlamıştı. Ben bu notları göremedim. Bu sıralarda Abdulmuîd Han da vefat etmişti. Yalnız onun bana şifahi olarak naklettiğine göre Jeffery notlarında açıkça şöyle diyordu:

“Biz, şimdiye kadar rivayet farkı göremedik; gördüğümüz, kâtib hatasından ileri gelmiş olan istinsah farklarıdır.”

Biz de meselâ bir mektup yazdığımızda, farkında olmadan hata yaparız. Bazı kâtipler de Kur’ân’ı istinsah ederken yanılarak hatalar yapmışlardır. Buna dair bir misâl verelim: Kur’ân’da “Bismillâhirrahmânirrahîm” yerine “bismillâhirrahman” gördüğümüzde bu, rivayet hatası da olabilir, kâtip hatası da. Bu durum bir tek sûrede ve sûrenin başında vâkî olursa kâtibin hatası olduğuna hükmederiz. Fakat bütün sûrelerde görülürse rivayet hatası sayılır. Bu enstitünün bombardıman edilişine (hatırladığıma göre 1946 senesine) kadar Jeffery, sadece istinsah hatası bulduklarını, rivayet hatası müşahede etmediklerini söylüyor. Bu çalışma sonuçlanmamıştı; muhtemelen karşılaştırmadıkları nüshalar da vardı…

Bu enstitünün çalışması altmış sene devam etmişti; bu çalışmayı bütün Hristiyan ve Yahudi âlemi biliyordu. Çalışmaya çok sayıda âlim katılmıştı. Onların ellerinde olan veya görebilecekleri yerlerde bulunan çok nüsha vardı. Kur’ân’da ihtilaf olsaydı, bu âlimlerin incelemelerinin bunu ortaya koyması gerekirdi. Bunu göstermenin, kendilerince ciddî sebepleri de vardı. İncil’de iki yüz bin varyant bulmuşlardı; Kur’ân’da da fark bulmaya muhtaç idiler. Kur’ân’da bu farkları bulsalardı “İşte bakın! Kur’ân’a da güvenilmez, onda da ihtilâflar var” der gibilerden, farkları ifşa etmeleri gerekirdi.[65]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i muhâfaza etme vaʻdini gerçekleştirmek için önce onun okunup ezberlenmesini kolaylaştırmış,[66] onu en gelişmiş dilde indirmiş, onun için hâfızası ve anlayışı kuvvetli, niyeti sağlam, istikâmet üzere güçlü bir ümmet yaratmıştır. Her devirde mevcut olan bu insanlar Kur’ân’ın okunması, ezberlenmesi, yazılması ve matbaada tab edilmesi esnâsında âzamî hassâsiyeti göstermişlerdir. Meselâ Emevîler zamanında devlet; Âsım el-Cahderî, Nâciye bin Rumh ve Ali bin Asmaʻı insanların okumak için kopyaladıkları şahsî Mushafları inceleyerek içinde hatâ bulunanları imha etmekle vazifelendirmiştir.[67] Daha sonra da muhtelif heyetler kurularak Mushafların okunması, yazılması ve çoğaltılması kontrol edilmiştir. Mesela son olarak Türkiye’de “Mushaflar ve Dîni Eserler Tedkîk Heyeti” nâmı ile ilmî, resmî bir müessese kurulmuştur ki başlıca vazifesi, Kur’ân’da yazım hatasının zuhuruna fırsat vermemek­tir. Bu sebeple, her asırda yüz binlerce hâfızın ezberlediği ve milyonlarca matbu ve yazma nüs­haları bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in velev bir harfinin olsun değiştirilmesine ihtimal yoktur. Bazı Mushaflarda matbaa hatası olsa bile bunun derhal tashih edileceği şüphesizdir. Bir de İslâm âleminde “İlmü Resmi’l-Kur’ân” ismiyle bir ilim tedvin edilmiştir. Bu ilim, Mushaflara mahsûs hatt-ı ıstılâhî ile kıyâsî olan resm-i hat arasında hangi kelimelerde muhalefet bulunduğunu ve bunun hikmetini göstermektedir. Bu ilmin gâyesi ve faydası pek yüksek olduğundan öğretilmesi ve öğrenilmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir.[68]

4.1. Kur’ân-ı Kerîm’in Ezberlenmesi

Kur’ân’ı telakkîde aslolan, ilk günden beri hep onu ezberlemek olmuştur. Allah Teâlâ sâlih kullarının kalplerini kelâmı için bir kap, sadırlarını da onu ezberlemeleri için mushaf kılmakla ümmet-i Muhammed’e çok büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Fakat o (Kur’ân) kendilerine ilim verilmiş kimselerin sînelerinde parıldayan parlak âyetlerdir ve bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.” (el-Ankebût 29/49)

Bu âyetten anlaşılacağı gibi Kur’ân’ın asıl vasfı sadırlarda parlamaktır. Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e şöyle buyurur:

“Seni imtihan etmek ve seninle diğer insanları imtihan etmek için seni peygamber olarak gönderdim. Sana bir kitap indirdim ki onu su yıkayamaz! Onu uyurken ve uyanıkken okursun!”[69] Kur’ân’ı su yıkayamaz, çünkü sadırlarda korunmaktadır. Uyurken de uyanıkken de Kur’ân mü’minin kalbinde durur ve onu istediği zaman kolayca okur.[70] Zira Cenâb-ı Hak onu okuma, ezberleme ve öğüt alma için kolaylaştırdığını kuvvetli tekitlerle beyan buyurmuştur.[71] Bu sebeple Kur’ân’ın tamamını ezberleyemeyen bir mü’min, kolayına geldiği kadarını ezberlemelidir.

Kur’ân-ı Kerîm dünya üzerinde en fazla ezberlenen kitaptır. Başka bir benzeri de yoktur. Onun kısım kısım nâzil olan âyet ve sûrelerini herkesten evvel Rasûlullah (s.a.v) ezberliyordu. Cebrail (a.s), vahyi Allah Rasûlü’ne okuduğunda, âyetlerin nazmı ve mânaları Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde aldığı Kur’ân vahiylerini ezberliyor ve ezberden okuyordu.[72] Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın.” (el-A‘lâ 87/6-7)

Allah Teâlâ, diğer âyetlerde de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Kur’ân’ı ezberleteceğini, okutacağını ve mânasını öğreteceğini va‘detmişti.[73] Daha sonra da şöyle buyurmuştu:

“Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve “Rabbim! İlmimi arttır” de.” (Tâhâ 20/114)

Bu âyetler, daha önce inen Kıyâme sûresinin 17-19. âyetlerini hem tefsir hem de tekid etmektedir. Zira orada Allah Rasûlü’ne dilini kıpırdatmaması söylenirken bunun ne kadar süreceği açıklanmamıştı. Daha sonra inen bu âyet ise, Rasûlullah (s.a.v)’e, Cebrâil’in getirdiği vahyin tamamını dinledikten sonra okumaya başlamasını emretmiştir.

Bu âyetlerde Kur’ân’ı ezberleme metoduyla ilgili mühim esaslara temas edilmektedir:

- Öncelikle hocayı düzgün bir şekilde dinlemek emredilmiştir. Zira ancak bu sâyede doğru bir ezber yapılmış olur.

- Dikkatli olmak, zihni toplamak, ezberi engelleyici hal ve hareketlerden uzak durmak gerekmektedir.

- Allah’a tevekkül ederek, O’nun kendi kitabını ezberlemeye çalışanlara yardım edeceğini bilmelidir.

- Bir de ilmimizi artırması için Allah’a dua etmelidir.

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân-ı Kerîm’i her vesileyle devamlı ezberden okurlardı. Bu durum sahabenin Kur’ân’ı ezberlemesini kolaylaştırırdı. Rasûlullah (s.a.v) kıldırdığı namazlarda bize göre uzun sayılabilecek sûreler okurlardı. Hele gece namazlarında kıyâm ve kıraati gerçekten uzun olurdu. Cüzlerle ifade edilecek derecede Kur’ân tilâvet ederlerdi. Şu rivâyet bu açıdan ne kadar dikkat çekicidir:

Bir gün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e iktidâ ederek namaza duran Huzeyfe (r.a) şöyle anlatıyor:

“Bir gece Allah Rasûlü’yle beraber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine devam etti.”

Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde Âl-i İmrân ve en-Nisâ sûrelerini de okumuşlar. Huzeyfe (r.a) onun bu esnadaki kıraatini de şöyle tavsif ediyor:

“Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «سُبْحَانَ اللّٰهِ» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra, «سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ» diyerek doğruldu. Rükûda kaldığına yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلٰى» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.”[74]

Allah Rasûlü (s.a.v)’in ve ashâbının her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı.[75] Böylece Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte sahâbe-i kirâm da durumlarına göre Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyorlardı. Bu şekilde Kur’ânı ezberleyen pek çok sahâbînin ismi geçmektedir. Bunların bir kısmı Kur’ân’dan bazı sûreleri ezber bildikleri gibi, içlerinden Kur’ân’ı başından sonuna kadar ezberleyen “hâfız”lar da vardı.[76]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz âyetler ve sûreler nâzil oldukça onları hemen ashabına ezberletmeye çok büyük ihtimam gösterirlerdi. “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”[77] buyurmak sûretiyle buna teşvik ederlerdi. Sahabe-i kirâm, inzâl edilen âyetleri bizzat yazmak veya yazmayı bilmiyorsa birisine kendisi için yazdırıvermek için güçleri yettiğince koşar, Kur’ân’ı indiği gibi ezberlemek maksadıyla sabah akşam Allah Rasûlü’ne okurlardı. Öyle ki bu gayrete şaşıran kâfirler, ileri geri konuşmaya başlamışlardı. Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir:

“İnkâr edenler; «Bu (Kur’ân), olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir» dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. Yine onlar dediler ki: «(Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, öncekilerin masallarıdır».” (el-Furkân 25/4-5)

Civar kabilelerden Medine’ye gelen heyetler ve kalacak yeri olmayan muhacirler, Allah Rasûlü’nün gözetimi altında Mescid-i Nebî’nin sofasında barınır, orada devamlı Kur’ân’ı okur, birbirlerine dinletir ve müzâkere yaparlardı. Bu esnada mescidi arı vızıltısı gibi bir uğultu kaplardı. Nitekim, “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek ibadet edenlerle birlikte candan sebat et!”[78] âyeti onlar hakkında nâzil olmuştur. Suffe ismi verilen bu mübarek mekân, serî bir şekilde Kur’ân muallimleri yetiştiren ve dışarıdan İslâm’ı öğrenmek için gelerek bir müddet orada kalan insanların en kaliteli eğitimi tatbikî olarak aldığı bir medrese hüviyetinde idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onları bir müddet sonra muhtelif kabilelere hoca olarak veya kendi kabilelerine tebliğci olarak gönderirlerdi. Bunlardan 70 hâfız Bi’r-i Maûne fâciasında pusuya düşürülüp şehid edildiğinde Rasûlullah (s.a.v) buna çok üzülmüş ve bir ay boyunca hainlere beddua etmişlerdi.[79] Bu hadiseden sonra sahabenin Kur’ân hıfzı konusunda gösterdiği ihtimam daha da artmıştı.[80]

Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edip vahiy tamamlandığında pek çok kişi Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş, namazlarda okuyordu. Zira Müzzemmil sûresinin başında emredildiği üzere gecenin yarısından fazlasını namaz ve Kur’ân tilavetiyle geçirebilmek için en azından Kur’ân’ın büyük bir kısmını ezberlemeleri gerekiyordu.

Daha sonra gelen İslam ulemâsının en mühim esası da Kur’ân’ı ezberlemeden diğer ilimlere başlamamak olmuştur. Âlimlerin hayatlarını okuduğumuzda hep küçük yaşta Kur’ân’ı ezberledikleri, sonra ilim talebine başladıkları kaydedilmektedir. İmam Nevevî ilim tâlibinin âdâbından bahsederken şöyle der: “Ezberlemeye, tekrar ve mütalaaya en mühimlerinden başlamalı ve önem sırasına göre gitmelidir. İlk başlayacağı şey Kur’ân-ı Azîz’i ezberlemek olmalıdır. Zira o, ilimlerin en mühimidir. Selef, hadisi ve fıkhı ancak Kur’ân’ı ezberleyen kimseye öğretirlerdi.”[81]

İlim yoluna girmeyen nice insan da Kur’ân’ı ezberlemeyi hayatının ideali hâline getirmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki tarih boyunca hiçbir millet, kendilerine gönderilen ilâhî kitaba, Ümmet-i Muhammed’in Kur’ân’a gösterdiğinden daha fazla itina göstermemiştir. Müslümanlar, ilk günden beri Kur’ân-ı Kerim’le uzaktan yakından alâkası olan her şeyi muhafaza, mütâlaa ve tedvin konusunda diğer ümmetleri geride bırakmışlardır. Hiçbir ümmetin kendilerine gelen kitabı küçüğüyle büyüğüyle, genciyle yaşlısıyla, şehirlerde, köylerde asırlar boyunca ezberleyerek muhafaza ettiğine tarih şahitlik etmemiştir. Merkezlerden en uzak köşelerde bile Kur’ân’ı okuyan biri, bir kelimesinde veya harfinde hata edecek olsa kendisine doğruyu gösterecek kimseler mutlaka bulunur. Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitap bu itinaya nâil olamamıştır.[82]

Kur’ân-ı Kerîm’in korunup en sağlam bir şekilde günümüze kadar gelmesinde “ezber” kadar “yazı”nın da büyük bir rolü olmuştur:

4.2. Kur’ân-ı Kerîm’in Yazıya Geçirilmesi

Kur’ân-ı Kerîm, okuma ve yazmanın çok az olduğu ümmî bir topluma inmeye başladı. Bu sebeple ilk inen âyetlerde hemen okumanın, yazmanın, kalemin, kitabın ve satırların ehemmiyetine dikkat çekildi. Ümmî bir toplumu ilim ve irfan sahibi medenî bir toplum hâline getirmek için okumanın, araştırmanın ve kalemle yazmanın şart olduğuna vurgu yapıldı. İlk inen âyetlerde şöyle buyruldu:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alâktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (el-Alak 96/1-5)

 İkinci vahiyde ise şöyle buyruldu:

“Nûn. Kaleme ve kalem ehlinin satır satır yazdıklarına yemin olsun!” (el-Kalem 68/1)

Kur’ân-ı Kerîm’in başta gelen isimlerinden birinin “kitap” olması ve sık sık tekrarlanması da, zımnen onun yazılması gerektiğini hatırlatıyordu.

Bu âyetlerin mânâsını en iyi anlayan kişi hiç şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.v) idi. Bu sebeple O, kalb-i şerîflerine inen âyetleri bir taraftan hemen insanlara tebliğ ederken, bir taraftan da hiç ara vermeden yazdırıyorlardı. Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Rivâyetlere bakıldığında bunların sayısının altmış beşe (65) kadar çıktığı görülür. Âyetler indikçe Sevgili Peygamberimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve onlara vahyi yazdırırdı. Onlar da, inen âyetleri zamanın yazı malzemeleri üzerine yazarlardı. Bu malzemeler hurma ağacının yaprakları, kabukları, kürek ve kaburga kemikleri, işlenmemiş deri, ince deri (rakk), çanak çömlek, parşömen, tahtadan yapılmış levhalar ve bezler idi. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah (s.a.v), vahiy kâtiplerine yazdıklarını okutur ve hataları varsa düzeltirdi.[83] Bu hususta meşhur vahiy kâtibi ve hâfız sahâbi Zeyd b. Sâbit (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) bana vahyi yazdırıyor ve bitirince de yazdığım vahyi okutuyorlardı. Eğer herhangi bir yanlış veya noksan bulurlarsa bunu hemen tashih ediyorlardı. Ben de ancak ondan sonra kalkıp söz konusu vahyi insanlara bildiriyordum.”[84]

Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrâil (a.s) bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz (s.a.v) de kâtiplerine yazdırıyorlardı.[85] Sağlam bir şekilde yazılmış olan bu sahife Allah Rasûlü’ne teslim edilip hâne-i saadete konuyordu. Ashâb-ı kiramdan isteyenler, sonra kendileri için şahsî nüshalar istinsah edebiliyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere tebliğ ediyorlardı. Müslümanlar da gelen vahyi ezberliyor, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ediyordu.[86] Hatta çok sayıda sahabînin yanında Kur’ân, yazı malzemelerine kaydedilmiş halde bulunuyordu. Çünkü ilk günden beri sahabilerin gelen vahiyleri yazdıkları veya bilenlere yazdırdıkları malumdur.[87] Ancak Allah Rasûlü’nün son ânına kadar vahiy devam ettiği ve bazı âyet ve hükümlerin neshedilmesi muhtemel olduğundan Kur’ân sûrelerinin yazıldığı sayfalar, iki kapak arasına toplanıp kitap haline getirilmemişti.[88]

Ashâb-ı kiramın bir kısmı hadis-i şerifleri de yazıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v) birbirine karışmaması ve Kur’ân’a olan ilginin azalmaması gibi sebeplerle ilk zamanlar sahabe-i kiramın kendisinden Kur’ân’dan başka bir şey yazmasını yasakladıkları rivayet edilir.[89] Ancak bunun geçici bir süre için olduğu anlaşılmaktadır.

Nâzil olan bütün âyet ve sûreler, Allah Rasûlü’nün hayatında bu şekilde yazıyla kaydedildi. Allah Rasûlü’nün ve ashâb-ı kiramın bu ihtimamına bakarak, ihmal edilip yazılmayan veya kaybolan bir âyetin olduğunu düşünmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmete kadar kalmasını takdir buyurduğu ve neshetmediği bütün âyetler ve sûreler, Allah’tan geldiği şekilde sağlam olarak kayıt altına alınmıştır. Bu hakikate işaret eden birkaç delili burada zikredelim:

- Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, bir tefsire göre, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden ve nüshalarından bahsedilmektedir:

“Hayır! Şüphesiz bu âyetler birer öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. O, mukaddes sayfalardadır; yüce makamlara kaldırılmış, tertemiz sayfalarda. Seçkin ve erdemli elçilerin ellerinde.” (Abese 80/11-16)

- Şu âyet-i kerimeler, bir tefsire göre Kur’ân’ın yazılı olduğunu ve ona dokunmak için abdestli olmak gerektiğini haber verir:

“Şüphesiz o, çok değerli, pek şerefli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitapta bulunur. Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.” (el-Vâkıa 56/77-79)

- “Allah tarafından, tertemiz sayfalar okuyan bir rasûl…”[90] âyeti de Kur’ân’ın yazıldığını açıkça göstermektedir.

- Hz. Ömer (r.a), biʻsetin ilk yıllarında kız kardeşi ve eniştesinin evlerinde okudukları ve Tâhâ sûresinin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfayı görmüş ve onu okuyarak iman nimetine erişmiştir.[91]

- Râfi b. Mâlik (r.a) Akabe Bey’atı’na katıldığında, Rasûlullah (s.a.v) o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etmişlerdir. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfi (r.a) getirmiştir.[92]

4.3. Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ı Cebrâil’e Arzı

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), her sene ramazan ayında Cebrail (a.s) ile Kur’ân’ı birbirlerine karşılıklı olarak arz ederlerdi. Yani o vakte kadar inmiş olan âyetleri iki defa okumuş olurlardı. Son sene bunu iki defa yaparak 4 hatim yapmışlardı.[93] Bu hadiseden vefatının yaklaştığını anlayan Rasûlullah (s.a.v), sahabeyi toplayarak Kur’ân’ı onlara son bir kez daha arzetmişlerdi. Buna “Arza-i Ahîra” denir.[94] Arza-i ahîra’ya “Cemʻ-i Nebevî: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Kur’ân’ı toplaması” ismi de verilir.[95]

İbn Mesûd (r.a) şöyle der: “Rasûlullah ve Cebrâil birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.”[96]

Yine bir rivâyete göre Cebrâil (a.s)’la yapılan son mukabelenin ardından; Rasûlullah (s.a.v), Zeyd b. Sâbit ve Übey b. Ka‘b, Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü (s.a.v), Übey’e iki kez okudu.[97]

İslâm âleminde asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelen “mukâbele” geleneği, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Cebrâil (a.s) ve ashâbıyla yaptığı bu karşılıklı arzdan bize kadar gelen güzel bir sünnettir. Bu faaliyetler Kur’ân’ın korunup nesilden nesile nakledilmesine hizmet etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in muhafazası ve tebliği hususunda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vefatından sonra Hulefâ-i Râşidîn’in de çok büyük hizmetleri olmuştur:

4.4. Hz. Ebû Bekir’in Kur’ân’a Hizmetleri

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, hayatta oldukları müddetçe vahyin gelmesi devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm derlenip tek Mushaf haline getirilmemişti. Efendimiz’in vefâtından sonra, Hz. Ömer’in de teşvikleriyle Ebû Bekir (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i cem ettirmiştir. Bu mühim iş için çok zeki, dikkatli, müttakî, emin, âlim, hâfız, vahiy kâtibi ve arza-i ahîrede bulunmuş, Efendimiz’in Cebrâil’le olan mukâbelesini başından sonuna kadar dinlemiş ve elindeki yazılı nüsha ile karşılaştırmış olan Zeyd b. Sâbit (r.a)’ı vazifelendirdi. O, Kur’ân’ı sağlam bir metotla cemʻ ederek Müslümanların Kur’ân hakkında ihtilafa düşmesini önledi, onların dinî ve kültürel birliğini temin etti.[98]

Hz. Ebû Bekir zamanındaki cemʻ ile ilgili en meşhur rivayet Zeyd b. Sâbit’ten şu şekilde nakledilmiştir: Ebû Bekir (r.a), mürtedlere (dinden dönenlere) karşı yapılan Yemâme savaşı esnasında beni çağırdı. Gittim. Yanında Ömer (r.a) oturuyordu. Hz. Ebû Bekir bana şöyle dedi: “Bak! Ömer bana gelip; «Kurrâ’nın (Kur’ân âlimlerinin) de katılmış bulunduğu Yemâme savaşları şiddetlendi. Ben hâfızların şehit olarak tükenmelerinden, onlarla birlikte Kur’ân’ın da zayi olmasından korkuyorum.[99] Bu sebeple Kur’ân’ın cemʻ edilmesini emretmeni uygun görüyorum!» dedi. Ben bu teklifi; «Rasûlullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yaparım?» diye kabul etmek istemedim.[100] Ancak Ömer; «Bunda hayır var!» diye ısrar etti. Ben her ne kadar bu meseleye yanaşmak istemediysem de Ömer, bunu ısrarla istedi. Sonunda Allah Teâlâ, Ömer’in dediklerine aklıma uygun gösterdi. Ben de meselenin lüzumuna aynen Ömer gibi inanmaya başladım.”

Sonra Ebû Bekir (r.a) bana yönelerek şunları söyledi: “Sen genç ve akıllı bir kimsesin, hiç bir hususta sana karşı bir itimatsızlığımız yok. Üstelik sen Allah Rasûlü’ne vahiy kâtipliği yaptın, nâzil olan vahiyleri yazdın. Şimdi Kur’ân âyetlerini araştır ve onları iki kapak arasına topla!” Allah’a yemin ederim ki, Hz. Ebû Bekir bana dağlardan birini taşıma vazifesi verseydi bu teklif ettiği işten daha ağır gelmezdi. Kendisine itiraz ettim; “Siz, Rasûlullah’ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?” dedim. Ebû Bekir (r.a) beni ikna için; “Vallahi bu hayırlı bir iştir!” dedi, talebine ısrarla devam etti. Öyle ki sonunda Allah Teâlâ, Ebû Bekir’in kabul ettiği bu iş hakkında benim kalbime de itmi’nan verdi, bu iş aklıma yattı. Bunun üzerine ben de Kur’ân’ı toplamaya başladım. Gereği gibi araştırdım ve onu yazılı bulunduğu hurma dallarından, ince taş levhalardan ve hafızların ezberlerinden topladım. Nihayet Tevbe sûresinin sonunu Ebû Huzeyme el-Ensarî’nin yanında buldum. O âyeti ondan başka kimsenin yanında (yazılı olarak[101]) bulamadım. Bu âyet, «Le kad câekum rasûlün min enfusikum azîzun aleyhi mâ anittum...» sözlerinden Berâe sûresinin so­nuna kadar devam eden iki âyet idi.[102] Neticede toplanan bu sahifeler, vefat edinceye kadar Hz. Ebû Bekir’in yanında kaldı. Sonra hayatı müddetince Hz. Ömer’in yanında kaldı. Bundan sonra onun kızı Hz. Hafsa’nın yanında kaldı.[103]

Bu en mühim vazife için Zeyd b. Sâbit’in tercih edilmesi bilinçli bir karardır. Zira o, gayreti ve kabiliyeti sebebiyle Rasûlullah (s.a.v) tarafından beğenilip takdir edilen ve kendisine mühim vazifeler verilen bir şahsiyettir. O küçük yaşta pek çok sûreyi ezberlemiş, buna memnun olan Rasûlullah (s.a.v) ondan yahudilerin diliyle yazmayı öğrenmesini istemiş o da on beş gün geçmeden onların yazısını öğrenmişti. Yahudiler Rasûl-i Ekrem’e mektup yazdıklarında onu kendisine okuyuveriyor, bu mektuplara cevap yazdırmak istediğinde de onun adına yazıveriyordu.[104]

Bir müddet sonra Zeyd, vahiy kâtipliği yapmaya başladı.[105] Allah Rasûlü (s.a.v) Zeyd’in Kur’ân bilgisini daima methetti. Onun Kur’ân’ı diğer bir kısım sahabeden daha çok ezberlediğini söyledi.[106] O, Rasûl-i Ekrem ile Cebrâil’in Ramazan’da yaptığı Arza-i Ahîra’ya katıldı ve vefat edinceye kadar insanlara buna göre Kur’ân öğretti. Bunlara ilaveten o genç, zekî ve mükemmel bir ahlâka sahipti. İşte bu sebeple Kur’ân’ı cem etme vazifesi ona verildi. Hz. Osman zamanında da Mushaf çoğaltan kâtiplerin başına tayin edildi.[107]

Zeyd (r.a), Kur’ân’ın cem’i için teşekkül ettirilecek heyete başkanlık yapacak, bu çalışmayı teklif eden Hz. Ömer de ona tam destek verecekti. Halifenin ferman ve talimatını müteakiben Hz. Ömer mescidin kapısında durup; “Kim Rasûl-i Ekrem’den Kur’ân âyetleri telakkî ettiyse onu getirsin!” dedi. Zira sahâbîler Kur’ân âyetlerini sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.[108] Bilal b. Rebâh da Medine sokaklarını gezerek ilanda bulunuyor ve elinde Rasûl-i Ekrem’in bizzat yazdırdığı âyetler bulunan sahâbîlerin onları getirmesini söylüyordu.[109] Yani bu ilmî çalışma tam anlamıyla bir toplum gayretiyle büyüyüp gelişiyordu. Zaten çalışma, merkezî bir toplanma yeri olan Mescid-i Nebevî’de yapılıyordu.[110]

Zerkeşî’ye göre âyetler dağınık kaynaklardan toplanarak hâfızların ezberleriyle karşılaştırılmış, böylece herkesin bu işten haberi olmuş, yanında yazılı bir âyet bulunan hiç kimse bu işin haricinde kalmamış, böylece kimse Mushaf’a konulan âyet ve sûreler hakkında herhangi bir şüphe duymamış ve Kur’ân’ın seçkin belirli kişilerden toplandığı gibi bir şikâyette bulunmamıştır.[111]

Daha evvel deri, hurma dalları gibi yazı malzemeleri üzerine yazılmış olan Kur’ân, Hz. Ebû Bekir’in emriyle neticede sahifeler üzerine yazılarak cemʻ edilmiş oldu.[112] Ashab-ı kiram Kur’ân’ın günümüze kadar gelen bu cemʻi üzerinde o gün ittifak ettiler. Bu da Kur’ân’ın ümmet içinde bekasını sağlayarak Allah’tan kullarına bir rahmet ve kolaylık oldu ve Allah’ın Kur’ân’ı koruma vaʻdi böylece tahakkuk etti.[113]

Bu nüshada âyetler ge­liş sırasına göre değil, Rasûlullah’ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait olduk­ları sûrelere yazılmıştır. Burada kaydedilen tüm âyetlerin tevâtür yoluyla bize kadar intikal etmiş olduğunda ümmetin icmaı vardır.

Kur’ân, Rasûl-i Ekrem’in vefatından altı ay sonra toplanmıştır. O zaman bizzat Rasûl-i Ekrem’den Kur’ân dinleyenlerin hemen hepsi hayatta idi. Allah Rasûlü’nden Kur’ân’ı alarak ezberleyen ashab-ı kiram, Kur’ân’ın toplanmasına nezaret ediyorlardı.[114] Sonunda bütün sûrelerin âyetleri, Zeyd b. Sabit tarafından sahabenin çoğunluğunun kontrolü altında husûsî sayfalarda toplandı. Sonra da bu sayfalardan yüzlerce mushaf yazıldı.[115] Hz. Ebû Bekir zamanındaki cemʻ ameliyesi yaklaşık bir sene sürdü.[116]

4.5. Hz. Osman (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri

Hz. Osman (r.a) zamanında İslâm coğrafyası iyice genişlemiş ve Arap olmayan pek çok insan İslâm’a girmişti. Kıraat ve harf farklılıkları sebebiyle insanlar arasında zaman zaman ihtilaflar çıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine Osman (r.a), bazı sahabilerin teşvikiyle çok mühim ve şerefli bir hizmete karar verdi. Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’ân’ı tek Mushaf haline getiren Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir heyet kurdu. Bu heyet Mushaf’ı istinsah edip çoğalttı. Aralarında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkınca, Kureyş lehçesini esas aldılar. Hz. Osman da bu nüshaları muhtelif merkezlere gönderdi.

Bazı rivayetlere göre on iki kişilik bu heyet, Hz. Osman’ın emriyle Mushaf’ı yeniden cemʻ etmiştir. Ellerindeki Mushaf’ı Hz. Ebû Bekir zamanında cemʻ edilen Mushaf ile karşılaştırmış ve aralarında hiçbir fark olmadığını görmüşlerdir.[117]

Osman (r.a) merkezî şehirlere birer Mushaf gönderip şahsî Mushafları yaktırmak sûretiyle insanları bir araya toplamış, onları Kur’ân hakkında ihtilafa düşmekten korumuştur. Hz. Osman, Mushafların doğru okunup anlaşılmasını sağlamak üzere onlarla birlikte kurrâ sahâbîleri de merkezî şehirlere göndermiştir. Böylece Kur’ân, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ağzından nasıl çıktıysa harfi harfine aynen diğer insanlara öğretilmiş, bu konuda çok büyük bir titizlik gösterilmiştir. Bir kimsenin kendi başına yazılı bir malzemeden Kur’ân öğrenmesine müsaade edilmemiş, mutlaka yazıyla birlikte ehil bir hocanın ağzından öğrenmesi istenmiştir. Nitekim bu hususta, Kur’ân’ın en küçük ses hareketlerine kadar nasıl okunacağını öğreten Tecvîd ismiyle bir ilim dalı teşekkül etmiştir ki bu ancak bir hocadan tatbikat yoluyla öğrenilebilir. Bu, “Kur’ân’ı bir fem-i muhsinden alma” yani düzgün bir ağızdan öğrenme geleneği, ilk günden zamanımıza kadar aynen tatbik edilegelmiştir.

Mushaf’a yaptığı bu şerefli hizmet, Hz. Osman’ın en büyük faziletlerinden biridir. Bütün sahabe bu konuda ona muvafakat etmiştir. İbn Mesʻûd’un, vazife kendisine verilmediği için baştan biraz kırıldığı ancak daha sonra diğer sahabeye muvafakat ettiği rivayet edilir.[118] Hz. Ali bu hususta; “Bunu Osman yapmasaydı ben mutlaka yapardım!” demiştir.[119] Dört imam Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a), Kur’ân’ın cemʻinin, dinin maslahatlarından biri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki onlar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in haklarında: “Benim ve benden sonraki hidâyet üzere olan Râşit Halifeler’in sünnetine sımsıkı sarılın!”[120] buyurduğu Halifeler’dir.[121]

Cenâb-ı Hak, “Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir”[122] âyet-i kerimesinin zımnında Kur’ân’ın Mushaflarda cemʻ edileceğini, toplanacağını haber vermiştir.[123] Bu âyetteki Kur’ân’ın cemʻinden murad, onun bir bütün halinde toplanması ve âyetlerinin tertibidir.[124]

Kur’ân’ın muhafaza edileceğini ifade eden âyetler,[125] dolaylı olarak onun cemʻ edileceğine de işaret etmektedir. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak bir kudsî hadiste; “(Ey Rasûlüm) sana suyun yıkayamayacağı bir kitap indirdim” buyurmuştur.[126] Bu hadis, Benî Âdem’in Kur’ân’ı yok etmek için ortaya koyacağı gayretlerin başarıya ulaşamayacağından kinayedir. Allah onu koruyacaktır. Onu koruma yolu ise Mushaflarda cemʻ edilmesi, insanların kalplerinin onu tilavete ve tefsir etmeye yönlendirilmesidir.[127] Bu hususta Hulefâ-i Râşidîn’in takdire şâyan gayretleri olmuştur. Kur’ân iki kapak arasına toplanmış, âlimler onun üzerinde ittifak etmiş, mütevatiren gelen nakiller de buna şahitlik etmiştir. Böylece Kur’ân’ın korunması vaʻdi, halifelerin eliyle gerçekleşmiştir. Bu da onların faziletleri cümlesindendir.[128]

Kıyâme sûresindeki “kur’ân”, “cemʻ” ve “beyân”[129] kelimelerini yakın mânalara hamletmek belâgat açısından doğru görülmemiştir. Âyetteki “Onun cemʻi bize aittir” ifadesi, “onu mushaflarda toplama vaʻdimi yerine getirmek bana aittir” demektir. Âyetin “onu okutmak bize aittir” kısmı, “tevatür silsilesinin kopmaması için ümmetin kıraat âlimlerini ve avamını Kur’ân tilâvetine muvaffak kılarız” demektir. Bir sonraki “Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir” âyeti ise “âlimlerin bir kısmını Kur’ân’ın garib kelimelerini, sebeb-i nüzûlünü açıklamaya, böylece ahkâmını doğru bir şekilde beyan etmeye muvaffak kılarak her asırda Kur’ân’ın mânalarını açıklamak bana aittir” demektir. Âyette “cemʻ” ile “kur’ân” kelimeleri arasında “vav” harfi kullanılırken, “kur’ân” ile “beyan” kelimesi arasında “sümme” edatı kullanılmıştır. Bu da Kur’ân’ın tilavetinin, cem‘i ile birlikte olacağına, tefsir ilminin ise daha sonra ortaya çıkacağına işaret etmektedir. Vâkıada da böyle olmuştur. Cenâb-ı Hak bu vaʻdini Şeyhayn’in eliyle tahakkuk ettirmiştir. Bu da “Hilâfet-i Hâssa”nın[130] gereklerindendir.[131]

Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm bize “yazı”, “ezber” ve “bir üstad” yanında tâlim görme gibi üç sağlam yol ile tam ve kâmil bir şekilde ulaşmıştır. İlk müslümanlar kısa bir müddet sonra, bol miktarda bulunan ve ucuz fiyata satın alınabilen “kâğıt”ın üretim yolunu keşfettiler. Böylece parşömen, papirüs gibi nadir ve pahalı yazı malzemelerinden kurtuldular. İşte bu durum, bütün orta çağ boyunca Kur’ân-ı Kerîm’in bol miktarda yazılıp dağıtılması yanında her çeşit ilmin müslümanlar arasında çıkıp yaygın hale gelmesine de hizmet etmiştir.[132]

 Kur’ân’ın muhafaza edilip bir harfi bile değişmeden bize kadar naklini sağlayan mühim bir sebep daha vardır ki o da Müslümanların Kur’ân’ın hükümleri ile amel etmeleri, onu yaşayarak kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmalarıdır. Bir bilgiyi öğrenmenin en iyi yolu onu hayata geçirmek ve tatbik sahasına koymaktır. Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayabilmek için müslümanlar onunla ilgili bütün ilimleri öğreniyor, üzerinde çalışıyor ve mânâlarını anlamaya gayret ediyorlardı. Âdetâ kılı kırk yararcasına Kur’ân’ı bütün incelik ve tafsîlâtıyla inceliyor, bir harfinden, hatta bir harekesinden bile hükümler çıkarıyorlardı. Tecvid ve kıraat âlimleri onun en ince ses özelliklerini, en küçük ses hareketlerini dahi öğrenip talebelerine naklediyorlardı. Bu faaliyetler de Kur’ân’ın nokta nokta öğrenilip ezberlenmesini ve böylece muhafaza edilmesini sağlıyordu.

5. Kur’ân-ı Kerîm Hakkı Çekinmeden Söyler

Allah Teâlâ’nın bir ism-i şerifi de el-Hakk’tır.[133] O, inkârı mümkün olmayan, varlığı ve ulûhiyyeti kesin olan ve mutlaka iman edilmesi gereken Yüce Zât’tır. Hakkın ta kendisi, mahzâ ve bizzat haktır. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“İşte O Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Hakkın dışında sapkınlıktan başka ne olabilir ki? O hâlde nasıl yoldan çıkarılabiliyorsunuz?” (Yûnus 10/32)

“O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı tastamam verecektir ve onlar Allah’ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır.” (en-Nûr 24/25)

Yüce Rabbimiz Hak olduğu gibi O’nun va‘di, sözleri, fiilleri de haktır, O’na kavuşmak da haktır.[134] Dolayısıyla biz kullarına ikram ettiği Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim yönü de onun hak olmasıdır. Kur’ân’ın isimlerinden biri de “el-Hak”tır.[135] Kur’ân-ı Kerim haktır; doğruyu, hakikati bildirir ve kendisine sarılanları en doğru ve en sağlam yola götürür.[136] Onun bütün haberleri, anlattığı tarihî kıssaları, yerlere ve göklere dair verdiği bilgileri gerçeğe birebir uygundur. Zira herşeyi yaratan ve yöneten, o kelâmın sâhibi olan Allah’tır, herşeyi bilen O’dur ve herşey O’na aittir. Kimseye ihtiyacı olmadığı gibi kimseden korkusu da yoktur. Yani Allah’ı, hak olmayan bir şeyi söylemeye sevkedecek bir sebep yoktur. Allah Teâlâ bu hakikati bizlere, hak kelâmında şöyle haber verir:

“Biz Kur’ân’ı sadece gerçeğin bilgisi olarak indirdik, o da (sana) yalnız gerçeği söyleyerek geldi; seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (el-İsrâ 17/105)

“…Hak ve hakikati Allah söyler, doğru yolu da o gösterir.” (el-Ahzâb 33/4)

“Allah Teâlâ (iblise şöyle) buyurdu: “O zaman gerçek -ki ben hep gerçeği söylerim- şudur: Kesinlikle ben cehennemi, sen ve bütün sana uyanlarla dolduracağım!” (Sâd 38/84-85)

Bu sebeple Hak olan Rabbimizin hak sözü olan Kur’ân-ı Kerîm daima hakkı ve hakikati söyler ve bunu hiçbir şeyden çekinmeden en kuvvetli bir üslupla ifade eder. Yeri geldiğinde düşmanlarının en hassas damarlarına basmaktan bile çekinmez. Âdeta onların irinleşmiş yaralarına neşter vurur. Kılıcını onların cahiliye hamiyetleri ve kâfir taassupları üzerine indirir. Zira “O, yaptığının sonucundan korkacak değildir.” (eş-Şems 91/15)

Bîsetin ilk yıllarıydı. Allah Rasûlü (s.a.v.) insanları gizli gizli İslâm’a davet ediyordu. Mekke müşrikleri O’nun bu davetinden son derece rahatsız oluyorlardı. Bunlar Peygamber Efendimiz’e adeta ateş püskürüyorlardı. Neredeyse gözleriyle onu öldürüp yok etmek istiyorlardı. Onun hiçbir sözüne tahammülleri yoktu. Aleyhlerinde söylenecek en küçük bir söz onları iyice köpürtmeye yetiyordu. Buna rağmen Ahnes b. Şerîk, Velid b. Muğîre, Ebû Cehil gibi azılı müşrikler hakkında nâzil olan[137] şu ilâhi ifadeler hakkı hiç çekinmeden söylüyordu:

“Şu halde seni yalancılıkla itham edenlere boyun eğme! İsterler ki sen tâviz veresin, onlar da tâviz versinler. Olur olmaz yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp iğneleyen, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günahkâr, huysuz ve sert, bütün bunlardan sonra bir de ne idüğü belirsiz kimselere, serveti ve çocukları var diye sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, «Öncekilerin masalları!» der. Yakında onun alnına (cehennemlik) damgasını vuracağız!” (el-Kalem 68/8-16)

Yine rivayete göre Velid hakkında inen[138] şu ayetler de son derece serttir ve hakikati açıkça ortaya koymaktadır:

“Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak! Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim; önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! (Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. «Bu» dedi, «Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.» Ben onu Sekar’a (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin Sekar nedir? Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz; insanları kavurur.” (el-Müddessir 74/11-29)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e peygamberlik vazifesi verilmiş, o da Rabbinin kendisine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başlamıştı. Atalarının dininde ısrar eden küfrün elebaşları ise onun bu ibâdet şeklinden rahatsız oluyorlardı. Bir gün Ebû Cehl:

“‒Muhammed sizin aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürüyor mu?” dedi. Kendisine “Evet!” cevabı verilince:

“‒Lât ve Uzza’ya yemin ederim ki onu, bunu yaparken görürsem mutlaka boynuna basarım. Yahut mutlaka yüzünü toprağa gömerim!” dedi. Az sonra Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v) namaz kıldığını görerek ya­nına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi, fakat insanlar onun birdenbire geri çekildiğini ve elleriyle kendisini korumaya çalıştığını gördüler. Hayretle, “Sana ne oldu böyle?” diye sorunca Ebû Cehil:

“‒Gerçekten onunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve bir takım kanatlar var!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de:

“‒Bana yaklaşmış olsaydı melekler onun uzuvlarını birer birer koparırdı!” buyurdular. Bunun üzerine Allah -azze ve celle-:

“Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Şüphesiz dönüş Rabb’inedir. Namaz kılarken bir kulu (namazdan) men edeni gördün mü? Ne dersin, o (Peygamber) doğru yolda ise yahut takvâyı emrediyorsa? Ne dersin o (men eden, Peygamber’i) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa? (Bu adam) Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmez mi! Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse mutlaka onu perçeminden, o yalancı, günahkâr perçemden yakalayıp (cehenneme atarız). O vakit hemen gidip meclisini (adamlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hayır! Ona itaat etme! Secdeye kapan ve Allah’a yakınlaş!”[139] âyetlerini indirdi.[140]

Rasûlullah (s.a.v) bir gün Mescid-i Haram’a girdiği sırada, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Velid bin Mugîre ve daha birçok kimseler Kâ‘be’nin Hatîm’inde oturuyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) da varıp yanlarına oturdular. Kâ‘be’nin çevresinde, tapılmak üzere dikilmiş, kurşunla sağlamlaştırılmış üç yüz altmış put bulunuyordu. O sırada, Nadr bin Hâris de gelip yanlarına oturdu. Rasûlullah (s.a.v) konuşmaya başlayınca, Nadr bin Hâris itiraz etti. Rasûlullah (s.a.v), verdiği cevapla onu susturdu. Sonra da, ona ve oradakilere Enbiyâ sûresinin:

“Siz ve Allah’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. Eğer onlar birer ilâh olsalardı oraya (cehenneme) girmezlerdi. Hâlbuki hepsi (tapanlar da tapılanlar da) orada ebedî kalacaklardır. Onlar orada inim inim inleyecekler, kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir”[141] âyetlerini okudular. Sonra da kalkıp gittiler. Putları aleyhinde okunan âyetler Kureyş müşriklerinin çok ağırına gitti.[142]

Medine-i Münevvere’de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e düşmanlık eden, onun davasına karşı her türlü entrika çeviren Yahudiler ve münafıklar vardı. Bunlar da pek yaman düşmanlardı. Şerlerinden korkulması ve sakınılması gereken kimselerdi. Allah Rasûlü’nü öldürmek ve yok etmek için nice sinsi planlar yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm yahudilerin bu sinsi planlarını ve münafıkların ikiyüzlülüğünü her defasında gün yüzüne çıkardı, onları bütün insanların önünde rezil rüsva eyledi. Mesela yahudiler hakkında şu tür âyetler nâzil oldu:

“Yemin olsun ki, onları insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun; müşriklerden de çok; her biri ister ki bin sene yaşasın. Oysa çok yaşatılması hiç kimseyi azaptan kurtaramaz. Allah onların yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” (el-Bakara 2/96)

“Onlar, hep yalana kulak veren ve durmadan haram yiyen kimselerdir. Sana gelirlerse aralarında hüküm ver veya onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hüküm verirsen aralarında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah âdil olanları sever.” (el-Mâide 5/42)

“Yahudiler «Allah’ın eli bağlanmış!» dediler. Asıl kendi elleri bağlanmıştır ve söyledikleri yüzünden lânetlenmişlerdir. Aksine O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi verir. Rabbinden sana indirilen, onlardan birçoğunun azgınlığını ve inkârcılığını kuşkusuz artıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş ateşini tutuşturmuşlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çaba harcarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.” (el-Mâide 5/64)

“De ki: «Ey yahudiler! Başka insanların değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostu olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şayet sözünüze sadıksanız haydi ölümü temenni edin!» Ama onlar daha önce yapıp ettikleri yüzünden asla ölümü istemeyeceklerdir. Allah zalimleri çok iyi bilmektedir.” (el-Cuma 62/6-7)

Bir kısım âyetler de münafıkların iç yüzünü ortaya koyuyor, onları rezil ediyordu. Bunların bir kısmı da şöyledir:

“Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği men ederler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir. Allah, erkeğiyle kadınıyla münafıklara ve açıktan inkârcılık yapanlara, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşini vaad etmiştir. Onlara bu yeter de artar! Allah onları lânetlemiştir ve onlar için devamlı bir azap vardır.” (et-Tevbe 9/67-68)

“Münafıklar sana geldiklerinde, “Şahitlik ederiz ki sen gerçekten Allah’ın elçisisin” derler. Senin hiç şüphesiz kendi elçisi olduğunu Allah elbette biliyor; ama Allah şahitlik eder ki münafıklar (inandık derken) kesinlikle yalan söylemektedirler. Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin! Şöyle ki, onlar sözde inandılar ama gerçekte inkâr ettiler; bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık anlayıp kavrayamazlar. Onlara şöyle bir baktığında dış görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir (böyle güvendeymiş gibi görünürler). Ama her gürültüyü de kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Nasıl da haktan yüz çeviriyorlar!” (el-Münâfikûn 63/1-4)

Hâsılı Kur’ân-ı Kerim’de her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan ve her şeyi bilen sonsuz kudret sahibi Allah’ın üslûbu açıkça görülmektedir. Onda herşeye hâkim olan ve hiçbir mahlûktan korkmayan yüce bir zâtın üslûbu vardır.

6. Kur’ân-ı Kerîm Âlemşümuldür, Ahkâmı Ebedîdir

Kur’ân-ı Kerim, muayyen bir bölgeye ve kavme has değil, nüzulünden kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Zira o, daha nâzil olmaya başladığı ilk günlerden itibaren kendisinin “âlemler için bir öğüt ve uyarı” olduğunu bildirmiş, daha sonraları da Mekke devrinin sonuna kadar zaman zaman bunu hatırlatmıştır.[143] Onu getiren peygamberin de “âlemlere rahmet olarak” gönderildiği ifade edilmiştir.[144]

Kur’ân’ın üslûbu bütün insanlara yöneliktir. O “Ey insanlar!”, “Ey Âdemoğulları!” diye hitap etmektedir. Husûsî isimleri fazla zikretmez, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ismi bile sadece dört yerde geçer. Ona daha ziyade, mukaddes vazifesini bildiren “rasûl”, “nebî” kelimeleriyle hitap edilir. Bazı âyetler sebepler üzerine inmiş olmakla birlikte hükümleri umumîdir. Bunlarda da şahıslar ve sebepler değil davranış ve karakterler ön plana çıkar.

Kur’ân’ın bütün âlemlere hitap ettiğini haber veren âyetlerin tamamının Mekke devrinde inmiş olması onun ayrı bir mucizesidir. Bu âyetlerle daha risaletin başında iken İslâm’ın Arabistan hudutlarından çıkarak tüm dünyaya yayılacağı beyan edilmiş olmaktadır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’ 34/28)

Âyet-i kerime, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ve dolayısıyla Kur’ân’ın muayyen bir millet, kavim, dil, kültür, çevre veya coğrafyaya değil, bütün zamanlara ve mekânlara gönderildiğini ifade etmektedir.

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (el-Aʻrâf 7/158)

Burada sadece Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e iman etmek değil, bununla birlikte söz ve fiillerine uyulması da emredilmiştir.

“…Bu Kur’ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu…” (el-Enʻâm 6/19)

Bu âyet-i kerimeye göre Kur’ân’daki ahkâm kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şamildir. Tâbiînin büyük âlimlerinden Saîd bin Cübeyr (r.a) şöyle der:

“Kur’ân kime ulaşırsa, sanki o kişi Muhammed (s.a.v)’i görmüş gibi (onun uyarısına muhatap) olur.”[145]

Allah Rasûlü (s.a.v), risâletinin ilk günlerinde akrabâlarını evine dâvet edip izzet ü ikramdan sonra onlara şöyle buyurmuştu:

“…Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi Araplar içinde dünyâ ve âhiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum.

Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz bu hususta daha önce görmediğiniz mûcizelerden bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Bu vazîfemde bana yardımcı ve kardeş olmayı, böylece cenneti kazanmayı hanginiz kabûl eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”[146]

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:

  1. Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
  2. Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
  3. Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganîmet, bana helâl kılındı.
  4. Bana şefaat izni verildi.
  5. Benden önceki peygamberler, sâdece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.”[147]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i ve getirdiği Kur’ân’ı inkâr edenlerin yeri ise cehennemdir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir önder ve bir rahmet olarak Musa’nın Kitab’ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur’ân’a) inanırlar. Hangi zümre de onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar.” (Hûd 11/17)

Bu âyette zikredilen “ahzâb: zümreler”, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı savaşmak için kuvvet toplayan Kureyş ve Arap kabileleri olduğu gibi o günden itibaren kıyamete kadar gelecek olan müşrik, yahudi, hristiyan, mecûsî ve sair bütün inkârcı fırkalardır.

Saîd bin Cübeyr (r.a) “Bana Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den sahih olarak bir hadîs-i şerîf ulaştığında onun tasdikini mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’de bulmuşumdur” dedikten sonra:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten, yahudi veya hristiyan olsun, her kim beni işitir de risâletime îmân etmeden ölürse mutlaka Cehennem ehlinden olur”[148] hadîsinin manasını tasdik eden âyetin yukarıda naklettiğimiz Hûd sûresinin 17. âyeti olduğunu söylemiştir.[149]

İnsan hangi zümreye, hangi dine mensup olursa olsun kurtulup ebedî saadete erebilmesi için Kur’ân’a îman etmesi şarttır. Allah Teâlâ, yahudi ve hristiyan gibi din mensuplarını ve Araplar gibi kendilerine herhangi bir kitap gelmeyen ümmî toplumları, yani bütün insanları müslüman olmaya dâvet etmektedir:

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: «Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.» Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: «Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?» de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Âl-i İmrân 3/20)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ehl-i kitaptan olup da hem kendi peygamberine hem de Muhammed (s.a.v)’e îmân eden kimseye iki ecir verileceğini müjdelemişlerdir.[150]

Bir gün Hz. Ömer (r.a), elinde bir kısım Tevrât sayfaları ile Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar. Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım” dedi. Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd (r.a), Hz. Ömer’e:

“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullah’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi. Hatâsını anlayan Hz. Ömer (r.a) hemen:

“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed (s.a.v)’den, önder olarak Kur’ân’dan râzı olduk” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da şöyle buyurdular:

“–Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ (a.s) aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.”[151]

Rasûlullah (s.a.v) Arap yarımadasını İslâm’a dâvet ettikten sonra Bizans, İran, Habeşistan gibi Arap olmayan diğer milletlere de dâvet mektupları göndermiştir. Kendisinden ve akrabalarından başlayıp kavmini, şehrini, kıtasını ve tüm kıtaları, hatta cinler âlemini dâvet ederek yakından uzağa doğru Allah’ın dinini bütün zamanlara ve mekânlara ulaştırmıştır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’in insanların yanında cinlere de gönderildiğini ifade ederek şöyle buyurur:

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar «Kendi aleyhimize şahitlik ederiz» derler; dünya hayatı onları aldatmış oldu ve (âhirette) kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” (el-Enʻâm 6/130)

“Bir zamanlar cin topluluğundan bir grubu, Kur’ân’ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik. Yanına geldiklerinde «Susup dinleyin!» dediler, okuma sona erince de uyarıcılar olarak kendi topluluklarına döndüler. «Ey halkımız!» dediler, «Biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş, kendinden öncekileri tasdik eden, gerçeğe ve doğru yola kılavuzluk eden bir kitap dinledik. Ey halkımız! Allah’ın davetçisine uyun ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acılı azaptan korusun.» Allah’ın çağrıcısına kulak vermeyenler yeryüzünde O’nu âciz bırakamayacak, O’na karşı bir yâr ve yardımcı da bulamayacaklardır; bunlar apaçık bir sapkınlık içindedirler.” (el-Ahkâf 46/29-32)

“Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak, ey sorumluluk yüklenmiş iki varlık! Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.” (er-Rahmân 55/31-33)

Cin sûresinde de onların Kur’ân’ı dinleyip iman ettikleri ve kavimlerine tebliğci olarak döndükleri haber verilir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de cinlere Rahmân sûresini okuduğunu haber vermiştir.[152]

Hz. Âdem ilk insan ve ilk peygamberdi. Allah Teâla ona bir kısım sahifeler indirmişti. İlk insan topluluğunu ilgilendiren ve onların ihtiyaçlarını karşılayan vahiyler göndermişti. Daha sonra gelen peygamberlere de zamanlarının ihtiyacına göre kitaplar ve vahiyler geldi. Bütün peygamberlere vahyedilen dinin ismi İslâm’dır. Hepsinin özü birdir. İhtivâ ettikleri inanç esasları aynıdır. Çünkü hepsinin kaynağı Yüce Allah’tır.[153] Bu sebeple biz tüm peygamberlere ve kitaplara inanırız. Allah’tan geldikleri şekliyle tek din olan İslâm’ı öğretmeleri itibarıyla aralarında bir farklılık yoktur.[154]

Önceki kitapların içerdiği ana esaslar aynı olmakla birlikte, bunların zaman ve mekân itibarıyla teferruata dair meselelerde bir takım farklılıklar göstermesi tabiîdir. Çünkü zaman ve mekânın değişmesiyle birlikte insanların ihtiyaçları da değişmektedir. Sade bir hayat yaşayan ilk insanların ihtiyaçlarıyla, daha sonraki devirlerde yaşayan insanların ihtiyaçları birbirinden çok farklıdır. Bu sebepledir ki insanı yaratan, onu en iyi şekilde bilen ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah Teâla, her dönemdeki insanlara ihtiyaçlarına göre hükümler göndermiştir. En kâmil ve kalıcı hükümleri ise son peygamberi Hz. Muhammed  -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e göndermiştir. Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceği için, artık vahiyde bir değişiklik olmayacak, insanlar hayatlarını bu nihâî vahye göre tanzim edeceklerdir. Peygamberimizle birlikte din kemale ermiştir ve ondan başka bir din de kabul edilmeyecektir.[155]

“Muhammed Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”[156] âyet-i kerimesinin haber verdiğine göre Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberler silsilesinin son halkası, ona indirilen Kur’ân-ı Kerim de ilâhî kitapların sonuncusudur. Bundan sonra başka bir peygamber gelmeyeceği ve başka bir kitap inmeyeceğine göre, Kur’ân-ı Kerim’in içerdiği anlam ve mesajların cihânşümul olması zarûrîdir. Zira Cenâb-ı Hak kullarını hidayetsiz bırakmaz.

Dipnotlar:

[1] ez-Zümer 39/1; Fussılet 41/2, 42; el-Câsiye 45/2; el-Ahkâf 46/2.

[2] Mahmûd bin Ahmed ed-Dûserî, Azametü’l-Kur’âni’l-Kerîm, Demmâm: Dâru İbn Hazm, 1426, s. 94-95.

[3] Buhârî, Bed’ül-Vahy 3; Müslim, İman 252.

[4] el-Müddessir, 1-5.

[5] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 3.

[6] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün mescidde iken Cebrâîl (a.s) temiz kıyafetli bir insan sûretinde yanına gelerek, îman, İslâm, ihsân ve kıyâmet alâmetleri hakkında sualler sordu. Böylece ashâb-ı kirâma dinlerini öğretti. İşte bu hâdiseyi anlatan hadîse “Cibrîl Hadîsi” denilir. (Bkz. Buhârî, Îman, 37; Müslim, Îman, 1, 5)

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 293-294; Ebü’l-Hasen Nureddin Ali b. Ebî Bekr el-Heysemî (v. 807/1405), Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid, thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî (Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî, 1414/1994), 9: 276.

[8] Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 185.

[9] Bkz. Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1987), 1: 3-7.

[10] Bkz. Haşr 59/21.

[11] el-Müzzemmil 73/5.

[12] Ahmed, 2: 176; 6: 445; Ebû Abdillah Muhammed b. Saʻd (v. 230), et-Tabakâtü’l-kübrâ, thk. İhsan Abbas (Beyrut: Dâru Sâdır, 1968), 1: 197; Ebû Caʻfer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân fî te’vîli’l-Kur’ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir (Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1420/2000), 6: 106.

[13] Bkz. Ahmed, V, 190-191; Buhârî, Salât, 12, Cihâd, 31; Ebû Dâvûd, Cihâd, 19.

[14] Müslim, Hudûd, 13.

[15] Tirmizî, Tefsir, 23/3173.

[16] Buhârî, Hac, 17. Krş. Müslim, Hac, 8.

[17] Buhârî, Cihâd, 37, Rikâk,7.

[18] Müslim, Cihâd, 84.

[19] Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1987, s. 26.

[20] Âl-i İmrân 3/31; en-Nisâ 4/80…

[21] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 4, Tefsîr, 75; Müslim, Salât, 147.

[22] Taberî, Câmiu’l-beyân, 24: 65, 66.

[23] Ebû Hafs Sirâcüddîn Ömer b. Ali en-Numânî (v. 775), el-Lübâb fî ulûmi’l-Kitâb, thk. Âdil Ahmed - Ali Muhammed (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1419/1998), 19: 559.

[24] Taberî, Câmiu’l-beyân, 24: 67.

[25] Mukâtil b. Süleyman (v. 150/767), Tefsîru Mukâtil b. Süleymân, thk. Abdullah Mahmûd Şahhâte (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423), 3: 43; Taberî, Câmiu’l-beyân, 18: 382; İbn Atıyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gālib el-Endelüsî, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Abdü’s-Selam Abdü’ş-Şâfî Muhammed (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422), 4: 66; Nâsırüddîn Ebû Saîd Abdullāh b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, thk. Muhammed Abdurrahman el-Merʻaşlî (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1418), 4: 40; Ebû Hayyân, 7: 387-388.

[26] Semerkandî, Bahru’l-ulûm, 2: 414; Vâhıdî, el-Vecîz, s. 706; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, 3: 177-178.

[27] Bkz. Zemahşerî, 3: 90.

[28] el-A‘lâ 87/6-7.

[29] eş-Şu‘arâ 26/193; en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21.

[30] et-Tekvîr 81/24.

[31] Meryem 19/64.

[32] Buhârî, Tefsir 19/2, Bed’ü’l-Halk 6, Tevhid 28; Tirmizî, Tefsir, 19/3157; Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiʻ li-ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed el-Berdûnî, İbrahim Itfeyyiş (Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye, 1384/1964), 11: 128-129.

[33] el-İsrâ 17/85.

[34] Bkz. Taberî, Câmiu’l-beyân, 15: 238-239, [el-İsrâ 17/85]; Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1420), 21: 204, [Meryem 19/64].

[35] Buhârî, Îmân, 30.

[36] Ebü’s-Suûd Muhammed b. Muhammed, İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ts.), 1: 174, (el-Bakara 2/144).

[37] Buhârî, Îman, 30; Tefsir, 2/12, 18; Salât, 31; Müslim, Mesâcid, 11; Nesâî, Kıble, 1, Salât, 22; İbn Sa‘d, 1: 241-242.

[38] Bkz. en-Nûr 24/11-21; Buhârî, Şehâdât 15, 30, Hibe 15, Cihâd 64, Megâzi 11, 34, Tefsir 12/3, 24/6, 11, Eymân 18, İʻtisan 28, Tevhîd 35, 52; Müslim, Tevbe 56.

[39] Bu âyet-i kerîmelerdeki itâb (azarlama), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in zellesi sebebiyle vâkî olmuştur. Zelle, peygamberlerin işlediği gayr-i irâdî hatâdır. Bu zelleler peygamberlere murâd-ı ilâhî ile şu gâyelere mâtuf olarak yaptırılır:

  1. Cennete girmeleri teminat altında olan peygamberlere âcizliklerini idrâk ettirmek,
  2. Kendilerinin lûtf-i ilâhîye müstağrak olduklarını bilerek vazifelerine ihtimam göstermelerini sağlamak,
  3. İşlenen zelleyi ümmete irşad vesilesi kılmak,
  4. Seçkin kulların, böyle îkazlar karşısında rikkat-i kalbiyye sahibi olup bu ve benzeri fiillerden kaçınarak Kur’ân ahlâkına kavuşmalarını temin etmek,
  5. Peygamberlerin de beşer olduğunu gösterip, insanların hristiyanlıkta olduğu gibi onlara ulûhiyet izâfe etmesine mânî olmak.

[40] Bkz. Tirmizî, Tefsir, 80/3331; Muvatta’, Kur’ân, 8.

[41] et-Tevbe 9/113.

[42] Buhârî, Tefsîr, 9/16; Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî en-Neysabûrî (v. 468/1076), Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, thk. Kemâl Besyûnî Zağlûl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411/1990), s. 266-267.

[43] Buhârî, Tefsîr, 9/12-13; Müslim, Münâfıkîn, 3; Tirmizî, Tefsîr, 9/3097-8; Neseî, Cenâiz, 40, 69.

[44] Abdurrahman b. Ebî Bekir Celâlüddin es-Süyûtî, Lübâbü’n-nükûl, tahric: Abdürrazzak el-Mehdî (Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1426/2006), s. 126.

[45] Abdulfettâh el-Kâdî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 62.

[46] Bkz. Ahmed, 3: 195-196; Müslim, Nikâh, 89, 93, 95; Tirmizî, Tefsîr, 33/3207, 3212; İbn Kesîr, 11: 112-116, 171-175.

[47] Ahzâb 33/37.

[48] Tirmizî, Tefsîr, 33/3207.

[49] Müslim, İman, 287.

[50] el-Bakara 2/284.

[51] Bkz. Müslim, Îmân, 199-200; Tirmizî, Tefsîr, 2/2992; Ahmed, 1: 233; II, 412; Vâhidî, s. 97.

[52] İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz, 1: 390.

[53] Bkz. Murat Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İlâhî Azamet (İstanbul, Yedirenk, 2011), s. 312-331.

[54] Mufassal sûreler, Mushaf-ı Şerîf’in son bölümü olup, tercih edilen görüşe göre 50. sûre olan Kâf’tan itibâren Nâs’a kadarki kısımdır. Kısalığı sebebiyle sık sık Besmele ile ayrıldığı için bu isim verilmiştir.

[55] el-Kamer 54/46.

[56] Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6.

[57] en-Nahl 16/67.

[58] el-Bakara 2/219.

[59] en-Nisâ 4/43.

[60] Vâhidi, Esbâbu’n-nuzûl, s. 73.

[61] Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 1: 374; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 43; Taberî, Câmi’u’l-beyân, 7: 45-46; Ebû Muhammed Huseyn b. Mesʻûd el-Beğavî (v. 516/1122), Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsîri’l-Kur’ân, thk. Muhammed Abdullah en-Nemr - Osman Cumʻa Dumeyriyye - Süleyman Müslim el-Harş (Dâru’t-Taybe, 1417/1997), 1: 277.

[62] Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an hakâiki gavâmızı’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407), 1: 636-637.

[63] Abese 80/13-16.

[64] el-Vâkıa 56/77-79.

[65] Bkz. Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, “The Practicability of Islam in This World”, Islamic Cultural Forum (Tokyo, Nisan 1977), s. 15; a.mlf., Kur’ân-ı Kerim Târihi Ders Notları (Erzurum 1978), s. 10-11; A. Jeffery, Materials, Preface (Leiden 1937), s. 1; Muhammed Mustafa el-A‘zamî, Kur’an Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), s. 260; Celâl Kırca, Kur’ân ve Bilim (İstanbul 1997), s. 114-116.

[66] el-Kamer 54/17.

[67] İbn Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.), s. 37.

[68] Bkz. Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul 1973, I, 27.

[69] Müslim, Cennet, 63; Ahmed, 4: 162.

[70] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî (ö. 676/1277), el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim b. Haccâc (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1392), 17: 198; Ahmed (Arnaût), 29: 34-35.

[71] el-Kamer 54/17, 22, 32, 40.

[72] el-Bakara 2/97; eş-Şuʻarâ 26/192-195.

[73] el-Kıyâme 75/16-19.

[74] Müslim, Müsâfirîn, 203. Krş. Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (v. 852/1449), el-Metâlibü’l-âliye bi-zevâidi’l-mesânîdi’s-semâniye, haz. Saʻd b. Nâsır b. Abdilaziz eş-Şesrî (Dâru’l-Âsıme - Dâru’l-Ğays, 1419-1420), 4: 389/585.

[75] Bkz. Müslim, Müsâfirîn 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4: 9; İbn Mâce, Salât 178.

[76] Abdurrahman b. Ebî Bekir, Celâlüddin es-Süyûtî, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim (el-Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-Âmmetü li’l-Kütüb, 1394), 1: 72.

[77] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2; Ahmed, 1: 153.

[78] el-Kehf 18/28.

[79] Bkz. Ahmed, 3: 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

[80] Kevserî, Makâlât, s. 25.

[81] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb (Dâru’l-Fikr, ts.), 1: 38.

[82] Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1952), Makâlâtü’l-Kevserî, el-Envâr, 1373, s. 23. Bkz. Itır, Cemʻu’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 43-51; Murat Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri ve Tefsirdeki Yeri, İstanbul: Erkam Yayınları, 1440/2018, s. 160-162; a.mlf., Ebedî Yol Haritası İslâm, İstanbul: Erkam Yayınları, 1430/2009, s. 223-228.

[83] Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 4; Tirmizî, Menâkıb 74/3954.

[84] Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 1: 152; 8: 257.

[85] Buhârî, Tefsîr 2/45; Ebû Dâvûd, Salât 120-121/786; Tirmizi, Tefsir 9/3086.

[86] Bkz. M. M. el-A’zami, Kur’ân Tarihi, s. 106-107; Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, trc. Salih Tuğ (İstanbul: İfav Yayınları, 2000), s. 42.

[87] Bkz. Abese 80/13; el-Beyyine 98/2; Buhârî, Ezân, 54, Fedâilü’l-Kur’ân, 6; Beyhakî, Şuab, 4: 8/2108; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 12-13; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 105-116.

[88] Ebû Abdillah Bedrüddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî (v. 794), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim (Dâru İhyâi’l-Kütüb, 1376/1957), 1: 235; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 12; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 117.

[89] Ahmed, 3: 12, 21, 39, 56; Müslim, Zühd, 72.

[90] el-Beyyine 98/2.

[91] İbn Hişâm, Sîret, 1: 368-371.

[92] İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: 152; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 2: 157.

[93] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5, Fedâilü’l-Kur’ân, 7, Menâkıb, 25; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 98-99; İbn Mâce, Cenâiz, 64; Ahmed, 1: 405, 6: 282; Kevserî, Makâlât, s. 26.

[94] Kevserî, Makâlât, s. 26.

[95] Kevserî, Makâlât, s. 42.

[96] Taberî, Câmi’u’l-beyân, 1: 28. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 405.

[97] Mukaddimetân, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, s. 26.

[98] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide -muhâveletün li-nakdi’r-rivâyeti’t-târîhiyye vifka menâhici’l-muhaddisîn-, Riyâd, 1432, s. 74.

[99] Kur’ân’ı binlerce kişi ezberlemiş, tedârüs etmiş ve Arap Yarımadası’nın her tarafına taşımıştı. Bu sebeple Kur’ân’ın eksilmesinden korkulmuyordu. Hz. Ömer’in korktuğu şey, Hurûf-i Sebʻa’dan bazı şeylerin ve Allah Rasûlü’nün huzurunda yazılan sayfaların kaybolmasıyla onların yazılış şekillerinin bilinememesi idi. Yani o, Rasûlullah (s.a.v) tarafından hususî olarak takrir edilen Resm-i Mushaf’ın kaybolmasından korkmuştu (Fermâvî, Abdülhay Hüseyn, Resmü’l-Mushaf ve naktuhû, Mekketü’l-Mükerreme: Dâru Nûri’l-Mektebât, 1425/2004, s. 93, 105).

[100] Kevserî’ye göre Hz. Ebû Bekir, Kur’ân’ın yazıya geçirilmesini günah saydığı için değil, Kur’ân sayfalara yazıldığında, onun muhafazasını herkesin başkasından bekleyeceği ve ezberlenmesi konusunda tembelliğe yol açabileceği mülahazasıyla başlangıçta bu işte tereddüt etmiştir. (Makâlât, s. 28)

[101] Sahabiler tevâtür halinde bu âyetleri ezbere biliyorlardı ama Zeyd (r.a) işi sağlama almak istiyor, yazı ve iki şahit de talep ediyordu.

[102] et-Tevbe 9/128-129. Yani Zeyd bu âyeti, Nebiyy-i Ekrem’in vahiy kâtiplerinden bi­rinin yanında yazılmış olarak bulamamıştır. Yoksa bu âyeti ondan başkası ez­berlememişti demek değildir. Zira bu âyeti pek çok kimse ezberlemiş, namaz içinde ve namaz haricinde tilavet etmekte idi. Diğer rivayetlere bakarak Hz. Zeyd’in bu ifadesini, “Bu âyetleri ilk anda sadece Ebû Huzeyme’nin yanında buldum, daha sonra Hâris b. Huzeyme de onları yazılı olarak getirdi” şeklinde anlamak da mümkündür (Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, 1: 239; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 15). Nitekim Übey b. Kaʻb’ın bu âyetleri, Rasûlullah’ın kendisine okuttuğunu söyleyerek onlara imla ettirdiği rivayet edilir. (Ebû Bekr Abdullah b. Ebî Dâvûd (v. 316/929), Kitâbü’l-Mesâhif, thk. Muhammed b. Abduh (Kâhire: el-Fârûk el-Hadîse, 1423/2002), s. 56 [isnâdında ınkıtâʻ vardır]; Ebü’l-Hasen Alemüddîn Alî b. Muhammed es-Sehâvî (v. 643/1245), Cemâlü’l-kurrâ’ ve kemâlü’l-ikrâ’, thk. Mervân el-Atıyye - Muhsin Harâbe (Beyrut: Dâru’l-Me’mûn, 1418/1997), s. 163) Neticede Allah tarafından adaleti ve dürüstlüğü teyit edilen sahabiler, bu âyetleri bize tevatüren nakletmişlerdir. Hz. Zeyd’in bu ifadesi aynı zamanda, Kur’ân’ın cemʻi esnasında Zeyd’in kendi yazı ve ezberinin yeterli görülmeyip işin çok sıkı tutulduğunu ve sağlam yapıldığını göstermektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 13)

[103] Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân 3, 4, Tefsir, 9/20, Ahkâm 37; Tirmizî, Tefsir, 9/3103; Taberî, Câmiu’l-beyân, 1: 59-60.

[104] Ahmed, 5: 186. Bkz. İbn Saʻd, 2: 358; Buhârî, Ahkâm, 40; Ebû Dâvûd, İlim, 3/3645; Tirmizî, İstizan, 22/2715; İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 34-36.

[105] Ahmed, 5: 190-191. Krş. Buhârî, Salât, 12, Cihâd, 31; Ebû Dâvûd, Cihâd, 19; İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 37.

[106] Vâkıdî, el-Meğâzî, 3: 1003.

[107] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 237; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 119.

[108] İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 62, 113; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 14; Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 123.

[109] Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 121.

[110] Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 123.

[111] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 238. Krş. İsbîndârî, Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke Döneminde Yazılışı, s. 151; Kayhan, Kur’ân Vahyinin Yazıldığı İlk Malzeme, s. 122, 134.

[112] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 16.

[113] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 237.

[114] Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 91.

[115] Kevserî, Makâlât, s. 28.

[116] Hamed, Ğânim Kaddûrî, Resmü’l-Mushaf -dirâsetün lüğaviyyetün târîhıyye-, Bağdâd: el-Lecnetü’l-Vataniyye, 1402/1982, s. 105. Bkz. Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri, s. 160-170.

[117] Bkz. Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 131-135.

[118] Bkz. Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü Risâle, 1405/1985, 1: 488; İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28).

[119] İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 67 (İsnâdı “zayıf”tır); İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28).

[120] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4607; Tirmizî, İlim, 16/2676; İbn Mâce, Mukaddime, 6/42-43; Dârimî, Mukaddime, 16/96; Ahmed, 4: 126; Hâkim, 1: 174/329.

[121] İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28-29).

[122] el-Kıyâme 75/17.

[123] Şah Veliyyullâh Ahmed b. Abdirrahîm ed-Dihlevî (v. 1176/1762), İzâletü’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ, thk. Takıyyüddîn en-Nedvî (Dımeşk: Dâru’l-Kalem, 1434/20139), 1: 232, 2: 392. Krş. Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 80.

[124] Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 80.

[125] el-Hıcr 15/9; el-Kıyâme 75/16-19.

[126] Ahmed, 4: 162; Müslim, Cennet, 63; İbn Hibbân, Sahîh, thk. Şuayb Arnaût, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1414, 2: 422; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübra, 9: 34.

[127] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 1: 230-231.

[128] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 2: 148.

[129] el-Kıyâme 75/17-19.

[130] Dihlevî hilafeti ikiye ayırır: 1) el-Hilâfetü’l-Âmme: Nebiyy-i Ekrem’e vekâleten dini ikame, cihadı devam ettirme, hadleri tatbik ve bunlarla alâkalı işleri yürütmekle vazifeli umumi idarecilik. 2) el-Hilâfetü’l-Hâssa: Nübüvvet Hilâfeti de denen daha hususi bir halifeliktir ki bunun şartları şunlardır: a) Temiz bir fıtrata sahip olmak, b) Rasûl-i Ekrem’in elindeki bir ney gibi olmak, yani onun yolunu aynen takip etmek, Kur’ân’da ve sünnette Nebiyy-i Ekrem’e nisbet edilen bazı işlerin bu halifenin eliyle gerçekleşmesi, c) Hilâfetine dair şâriʻ tarafından nas veya işaretin bulunması d) İlk muhâcirlerden olması, Hudeybiye’de ve Bedir, Tebük gibi diğer büyük gazvelerde bulunması, Nûr sûresinin nüzulü esnasında sahabi olması, e) cennetle müjdelenmesi, f) Ümmetin en üst tabakasından olması, g) Rasûl-i Ekrem’in kendisine kavlî ve fiilî olarak defalarca, bir sultanın vezirine muamele ettiği gibi davranmış olması, h) Sözünün dinde delil olması, ı) Hilafeti esnasında naklen ve aklen ümmetin en faziletlisi olması (İzâletü’l-hafâ, 1: 85-130). Ona göre hilafetin bir zahiri, bir de batını vardır. Zahiri, dini ikame için insanları ve devleti idare etmek, hükmetmektir. Batını ise nübüvvete dair sıfatlarında Rasûl-i Ekrem’e benzemektir (İzâletü’l-hafâ, 2: 364). Kim zahirî hilafet ile batınî hilafeti cemʻ ederse o “el-Halîfetü’l-Hâs” diye isimlendirilir (İzâletü’l-hafâ, 2: 366).

[131] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 1: 232-233. Bkz. Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri, s. 171-174.

[132] Bkz. Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 52.

[133] el-En‘âm 6/62; Yûnus 10/30, 32; el-Kehf 18/44; Tâhâ 20/114; el-Hacc 22/6; el-Muminûn: 23/116; en-Nûr 24/25; Lokman 31/30; Fussilet 41/53.

[134] Bkz. Yûnus 10/5, 82; Lokman 31/33; Buhârî, Deavât, 9; Müslim, Müsâfirîn, 199; en-Nesâî, Kıyâmü’1-Leyl, 9; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “hkk” md.

[135] el-En’am 6/66; Hûd 11/17; el-Enbiyâ 21/18; Sebe’ 34/48-49; el-Hâkka 69/51;

[136] el-Bakara 2/252; Âl-i İmrân 3/103; Yûnus 10/108; el-İsrâ 17/9, 105; ez-Zümer 39/2, 41; el-Câsiye 45/6.

[137] İbn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, 1: 360; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 23: 535; Kurtubî, 18: 229, 231; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 8: 193.

[138] Vâhıdî, Esbâbu nüzûli’l-Kur’ân, s. 468; İbnu’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, 4: 361; Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, 30: 704; Alûsî, Rûhu’l-meânî, 15: 135.

[139] el-Alâk 96/6-19.

[140] Müslim, Münâfıkîn, 38; Ahmed, 2: 370. Krş. Buhârî, Tefsîr, 96/4.

[141] el-Enbiyâ 21/98-100.

[142] İbn Hişâm, 1: 382; Taberî, Câmiu’l-beyân, 17: 96-97; İbn Kesîr, Tefsir, 3: 198-199; Ezrakî, Ahbâru Mekke, 1: 120-121; İbn Sa’d, 2: 136; Vâhidi, Esbâbü’n-nüzûl, 206.

[143] el-Enʻâm 6/90; Yûsuf 12/104; Sâd 38/87; el-Kalem 68/52; et-Tekvîr 81/27.

[144] el-Enbiyâ 21/107.

[145] Fahrettin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 12: 178.

[146] Bkz. Ahmed, 1: 159; İbn Sa‘d, 1: 187; Heysemî, 8: 302; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2: 63; Belâzurî, 1: 119; Halebî, 1: 283.

[147] Buhârî, Teyemmüm, 1. Diğer bir rivâyette Allâh Rasûlü üç husûsa daha işâret buyururlar:

“1. Bana cevâmiu’l-kelim olma (az sözle pek çok mânâlar ifâde edebilme) husûsiyeti bahşedildi.

  1. Peygamberlik benimle sona erdi ve mühürlendi, benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
  2. Uyuduğum bir esnâda bana yeryüzü hazînelerinin anahtarları getirildi ve önüme kondu.” (Müslim, Mesâcid, 5, 6)

[148] Müslim, Îmân, 240.

[149] Taberî, Câmiu’l-beyân, 15: 279 [Hûd, 17]. Krş. Heysemi, 8: 261-262.

[150] Buhârî, İlim, 31.

[151] Heysemî, 1: 174. Krş. Ahmed, 3: 338, 387.

[152] Tirmizî, Tefsîr, 1/3291.

[153] eş-Şûrâ 42/13.

[154] el-Bakara 2/136, 285. Bk. Âl-i İmran 3/84.

[155] Âl-i İmrân 3/19, 84; el-Mâide 5/3.

[156] el-Ahzab 33/40.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar

İslam ve İhsan

KURAN'I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ MADDELER HALİNDE

Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.