Kur’ân-ı Kerîm İlâhî Koruma Altındadır

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i inişi esnasında cin ve şeytan saldırılarından, indikten sonra azılı müşriklerin tahrifinden koruduğu gibi, kıyâmete kadar da bu korumasına devam edeceğini şu ayetle müjdelemiştir: “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hıcr 15/9)

Kur’ân-ı Kerîm cinlerin ve insanların tahrifinden korunmuş yegâne ilâhî kitaptır. Onun membaının tamamen ilâhî olduğu ve onda hiçbir beşer izi bulunmadığı âyet-i kerîmelerde şöyle ifade edilir:

“Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût 29/48)

“O Allah ki, ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları her türlü günah kirlerinden temizleyip arındıracak, onlara kitâbı ve hikmeti öğretecek bir peygamber göndermiştir. Oysa onlar, daha önce apaçık bir şaşkınlık ve sapıklık içindeydiler.” (el-Cuma 62/2)

Cenâb-ı Hak önceki kitapları korumayı taahhüd etmemiş, onları koruma vazifesini o ümmetin âlimlerine ve zâhidlerine bırakmıştı.[1] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla vazifelendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (el-Mâide 5/44)

Bu âyet-i kerimeden, kendisini Allah’a vermiş olan rabbânîler ve âlimlerin, kitabullahın muhafazasına memur, onun üzerine gözcü ve murâkıb tayin edildiğini anlıyoruz. Ancak onlar bu vazifede kusur göstermişler ve ilâhî kitapları tahrif edilmiştir. Son ilâhî kitap ise kıyamete kadar bâkî kalacağı için Allah Teâlâ onun muhafazasını kullarına bırakmamış, bizzat kendi üzerine almıştır.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’i nâzil olmadan önce, inzâl buyururken ve indikten sonra dâima muhafaza etmiştir. Değerli, tertemiz, emîn ve kuvvetli meleklerine yazdırmış, yine aynı vasıflara sahip olan Cebrail (a.s) vâsıtasıyla Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e indirmiştir. Nâzil olmadan evvel Kur’ân, “şerefli ve sâdık yazıcı meleklerin elindeki yüksek, tertemiz ve çok değerli sahifelerde”[2] idi. Levh-i Mahfûz’da, lâyık olmayan her türlü şeyden korunuyordu.[3] Oradan yeryüzüne inerken nasıl korunduğunu da şu âyetlerde görüyoruz:

“Biz onu (Kur’ân’ı) hak olarak indirdik ve o da hak ile indi. Seni de ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (el-İsrâ 17/105)

“Biz yakın semayı yıldızların güzelliğiyle bezedik. Ve (onu) her türlü isyankâr şeytanî güce karşı koruduk. Onlar artık o yüce topluluğu dinleyemezler, (bölgeden) uzaklaştırmak için üzerlerine her yönden atış yapılır; ayrıca onlar (âhirette de) bitmez bir azaba çarptırılacaklardır. Ancak, (o yüce topluluktan) bir bilgi kırıntısı kapan olursa onu da delip geçen bir ışık topu kovalar.” (es-Sâffât 37/6-10)

“Hakikaten biz (cinler), göğü yokladık, onu güçlü muhafızlar ve alev toplarıyla doldurulmuş bulduk. Hâlbuki biz (daha önce, göğü) dinlemek için onun oturulabilecek yerlerinde otururduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse kendisini gözetleyen bir alev topuyla karşılaşıyor.” (el-Cin 72/8-9)

“Gaybı O bilir, gizlisini kimseye açmaz; ancak elçi olarak seçtiği başka. Allah, bu elçilerin her türlü durumlarını ilmiyle kuşattığı ve her şeyin sayısını belirlediği halde, Rablerinin mesajlarını tebliğ ettiklerini ortaya çıkarmak için onların önlerinden ve arkalarından gözcüler gönderir.” (el-Cin 72/26-28. Bkz. el-Mülk 67/5)

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i inişi esnasında cin ve şeytan saldırılarından, indikten sonra azılı müşriklerin tahrifinden koruduğu gibi, kıyâmete kadar da bu korumasına devam edeceğini müjdelemiştir:

“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hıcr 15/9)

“…Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)

“Kur’ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Şüphesiz o çok değerli ve sağlam bir kitaptır. Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O hüküm ve hikmet sahibi, övülmeye layık olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussılet 41/41-42)

Allah Teâlâ, Kitâb-ı Kerîm’ini mucizevî bir kelâm kılmak sûretiyle de muhafaza altına almıştır. Böylece insanlar ve cinler onda herhangi bir tahrif ve ilave yapamadıkları gibi ona benzer bir söz de getirememişlerdir. Böyle bir şeyi yapmış olsalar onların ifadeleri Kur’ân’ın mucizevî ifadelerinden derhal ayrılacağı için aklı başında kimse buna inanmayacaktır. Kur’ân’ın muhteşem üslûbu, muhkem bir kale gibi kuşatarak onu beşer müdahalesinden korumuştur.

Hâsılı bugüne kadar Kurʼân-ı Kerîmʼe yönelik hiçbir şeytânî ve beşerî müdâhale teşebbüsü maksadına ulaşamadığı gibi, kıyâmete kadar da bu tür teşebbüsler, dâimâ neticesiz kalmaya mahkûmdur. Hiçbir insan ve cin şeytanı onu değiştiremez, tahrif edemez, ona herhangi bir bâtıl karıştıramadığı gibi ondan herhangi bir hakkı da eksiltemez.

Bu ilâhî muhafazanın yakın zamandaki bir tecellîsini nakledelim:

  1. asırdan beri Avrupalılar, kendi dinlerinin kitabındaki büyük farklılıkları görünce bundan rahatsız oldukları için bu psikoloji içinde Kur’ân üzerinde çalışmaya başladılar. Hattâ bazı müsteşrikler Kur’ân nüshaları üzerinde de benzeri bir çalışmanın yapılmasını üniversitelerine teklif ettiler. Münih Üniversitesi bu teklifi kabul etti ve onun bünyesinde Kur’ân Araştırmaları Enstitüsü kuruldu. Gayeleri dünyadaki mevcut bütün Kur’ân nüshalarının fotoğraflarını imkân nisbetinde toplamak idi. Toplama işini gerçekleştirdikten sonra nüshaları karşılaştırdılar. Bu iş yaklaşık altmış yıl kadar sürdü. Bu enstitünün faaliyetlerini bilen ve bazı üyeleri ile görüşen Muhammed Hamîdullah, bu konuda şu bilgileri vermektedir:

“Ben Fransa’da öğrenci iken 1934 yılında adı geçen Enstitünün müdürü Kur’ân nüshalarının sûretlerini almak için Paris’e gelmişti. Paris’deki Millî Kütüphane’de (Bibliotheque Nationale) Hicrî ikinci asırdan kalan en az iki Kur’ân nüshası mevcuttur. Bu zatı ziyaret etmiş ve meşgul oldukları iş hususunda kendisiyle konuşmuştuk. 1934 yılına kadar toplamış oldukları nüsha sayısının 42 bin olduğunu söyledi. Bu büyük rakam dünyanın çeşitli yerlerinden alınmış muhtelif asırlara ait tam veya noksan nüshaların fotoğraflarını ihtiva ediyordu. 1934 yılında nüshaları karşılaştırmaya devam ediyorlardı. Enstitünün kütüphanesinde Kur’ân tefsirlerini ve kıraat ilmine dair kitapları da toplamışlardı. Zira bunlarda sık sık diğer kırâatlar da zikrolunur. Mesela Fatiha Sûresi’ndeki Mâlik ve Melik kırâatları gibi. Onların gayeleri bu bilgileri de toplamaktı.

Daha sonra İkinci Dünya Harbi başladı. Harp sırasında, bir Amerikan bombası Münih Üniversitesi’ndeki bu enstitüye isabet etti. Binanın içinde bulunan şahıslarla birlikte toplanan malzeme de mahvoldu. Fakat bu imha hadisesi, benzer bir teşebbüsü imkânsız hale getirmiş değildir. Zira Münih’te ortadan kalkan nüshalar, Kur’ân nüshalarının asılları değil fotoğrafları idi. Prof. Pretzl, bu enstitünün üçüncü müdürü oluyordu, kendisi de bombardımanda ölmüştü. Enstitüde büyük âlimler ile onların birçok yardımcıları vardı. Bunlardan biri Jeffery adlı Amerikalı bir âlim idi. Bu şahıs, Kur’ân’daki rivayet farklarını bulmaya çalışırdı. Nitekim İbn Ebî Davud’un bu konu ile ilgili “Kitâbu’l-Mesâhif”ini neşretmişti. Jeffery’nin Abdulmuîd Han adlı benim de arkadaşım olan bir talebesi vardı. Jeffery İkinci Dünya Harbi’nden az önce, enstitünün çalışmaları hakkında bazı notlar yayınlamıştı. Ben bu notları göremedim. Bu sıralarda Abdulmuîd Han da vefat etmişti. Yalnız onun bana şifahi olarak naklettiğine göre Jeffery notlarında açıkça şöyle diyordu:

“Biz, şimdiye kadar rivayet farkı göremedik; gördüğümüz, kâtib hatasından ileri gelmiş olan istinsah farklarıdır.”

Biz de meselâ bir mektup yazdığımızda, farkında olmadan hata yaparız. Bazı kâtipler de Kur’ân’ı istinsah ederken yanılarak hatalar yapmışlardır. Buna dair bir misâl verelim: Kur’ân’da “Bismillâhirrahmânirrahîm” yerine “bismillâhirrahman” gördüğümüzde bu, rivayet hatası da olabilir, kâtip hatası da. Bu durum bir tek sûrede ve sûrenin başında vâkî olursa kâtibin hatası olduğuna hükmederiz. Fakat bütün sûrelerde görülürse rivayet hatası sayılır. Bu enstitünün bombardıman edilişine (hatırladığıma göre 1946 senesine) kadar Jeffery, sadece istinsah hatası bulduklarını, rivayet hatası müşahede etmediklerini söylüyor. Bu çalışma sonuçlanmamıştı; muhtemelen karşılaştırmadıkları nüshalar da vardı…

Bu enstitünün çalışması altmış sene devam etmişti; bu çalışmayı bütün Hristiyan ve Yahudi âlemi biliyordu. Çalışmaya çok sayıda âlim katılmıştı. Onların ellerinde olan veya görebilecekleri yerlerde bulunan çok nüsha vardı. Kur’ân’da ihtilaf olsaydı, bu âlimlerin incelemelerinin bunu ortaya koyması gerekirdi. Bunu göstermenin, kendilerince ciddî sebepleri de vardı. İncil’de iki yüz bin varyant bulmuşlardı; Kur’ân’da da fark bulmaya muhtaç idiler. Kur’ân’da bu farkları bulsalardı “İşte bakın! Kur’ân’a da güvenilmez, onda da ihtilâflar var” der gibilerden, farkları ifşa etmeleri gerekirdi.[4]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i muhâfaza etme vaʻdini gerçekleştirmek için önce onun okunup ezberlenmesini kolaylaştırmış,[5] onu en gelişmiş dilde indirmiş, onun için hâfızası ve anlayışı kuvvetli, niyeti sağlam, istikâmet üzere güçlü bir ümmet yaratmıştır. Her devirde mevcut olan bu insanlar Kur’ân’ın okunması, ezberlenmesi, yazılması ve matbaada tab edilmesi esnâsında âzamî hassâsiyeti göstermişlerdir. Meselâ Emevîler zamanında devlet; Âsım el-Cahderî, Nâciye bin Rumh ve Ali bin Asmaʻı insanların okumak için kopyaladıkları şahsî Mushafları inceleyerek içinde hatâ bulunanları imha etmekle vazifelendirmiştir.[6] Daha sonra da muhtelif heyetler kurularak Mushafların okunması, yazılması ve çoğaltılması kontrol edilmiştir. Mesela son olarak Türkiye’de “Mushaflar ve Dîni Eserler Tedkîk Heyeti” nâmı ile ilmî, resmî bir müessese kurulmuştur ki başlıca vazifesi, Kur’ân’da yazım hatasının zuhuruna fırsat vermemek­tir. Bu sebeple, her asırda yüz binlerce hâfızın ezberlediği ve milyonlarca matbu ve yazma nüs­haları bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in velev bir harfinin olsun değiştirilmesine ihtimal yoktur. Bazı Mushaflarda matbaa hatası olsa bile bunun derhal tashih edileceği şüphesizdir. Bir de İslâm âleminde “İlmü Resmi’l-Kur’ân” ismiyle bir ilim tedvin edilmiştir. Bu ilim, Mushaflara mahsûs hatt-ı ıstılâhî ile kıyâsî olan resm-i hat arasında hangi kelimelerde muhalefet bulunduğunu ve bunun hikmetini göstermektedir. Bu ilmin gâyesi ve faydası pek yüksek olduğundan öğretilmesi ve öğrenilmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir.[7]

4.1. Kur’ân-ı Kerîm’in Ezberlenmesi

Kur’ân’ı telakkîde aslolan, ilk günden beri hep onu ezberlemek olmuştur. Allah Teâlâ sâlih kullarının kalplerini kelâmı için bir kap, sadırlarını da onu ezberlemeleri için mushaf kılmakla ümmet-i Muhammed’e çok büyük bir lütuf ve ikramda bulunmuştur. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Fakat o (Kur’ân) kendilerine ilim verilmiş kimselerin sînelerinde parıldayan parlak âyetlerdir ve bizim âyetlerimizi ancak zâlimler inkâr eder.” (el-Ankebût 29/49)

Bu âyetten anlaşılacağı gibi Kur’ân’ın asıl vasfı sadırlarda parlamaktır. Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e şöyle buyurur:

“Seni imtihan etmek ve seninle diğer insanları imtihan etmek için seni peygamber olarak gönderdim. Sana bir kitap indirdim ki onu su yıkayamaz! Onu uyurken ve uyanıkken okursun!”[8] Kur’ân’ı su yıkayamaz, çünkü sadırlarda korunmaktadır. Uyurken de uyanıkken de Kur’ân mü’minin kalbinde durur ve onu istediği zaman kolayca okur.[9] Zira Cenâb-ı Hak onu okuma, ezberleme ve öğüt alma için kolaylaştırdığını kuvvetli tekitlerle beyan buyurmuştur.[10] Bu sebeple Kur’ân’ın tamamını ezberleyemeyen bir mü’min, kolayına geldiği kadarını ezberlemelidir.

Kur’ân-ı Kerîm dünya üzerinde en fazla ezberlenen kitaptır. Başka bir benzeri de yoktur. Onun kısım kısım nâzil olan âyet ve sûrelerini herkesten evvel Rasûlullah (s.a.v) ezberliyordu. Cebrail (a.s), vahyi Allah Rasûlü’ne okuduğunda, âyetlerin nazmı ve mânaları Efendimiz’in kalbine iyice yerleşiyordu. Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde aldığı Kur’ân vahiylerini ezberliyor ve ezberden okuyordu.[11] Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın.” (el-A‘lâ 87/6-7)

Allah Teâlâ, diğer âyetlerde de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Kur’ân’ı ezberleteceğini, okutacağını ve mânasını öğreteceğini va‘detmişti.[12] Daha sonra da şöyle buyurmuştu:

“Sana vahyi tamamlanmadan Kur’ân’ı okumada aceleci davranma ve “Rabbim! İlmimi arttır” de.” (Tâhâ 20/114)

Bu âyetler, daha önce inen Kıyâme sûresinin 17-19. âyetlerini hem tefsir hem de tekid etmektedir. Zira orada Allah Rasûlü’ne dilini kıpırdatmaması söylenirken bunun ne kadar süreceği açıklanmamıştı. Daha sonra inen bu âyet ise, Rasûlullah (s.a.v)’e, Cebrâil’in getirdiği vahyin tamamını dinledikten sonra okumaya başlamasını emretmiştir.

Bu âyetlerde Kur’ân’ı ezberleme metoduyla ilgili mühim esaslara temas edilmektedir:

- Öncelikle hocayı düzgün bir şekilde dinlemek emredilmiştir. Zira ancak bu sâyede doğru bir ezber yapılmış olur.

- Dikkatli olmak, zihni toplamak, ezberi engelleyici hal ve hareketlerden uzak durmak gerekmektedir.

- Allah’a tevekkül ederek, O’nun kendi kitabını ezberlemeye çalışanlara yardım edeceğini bilmelidir.

- Bir de ilmimizi artırması için Allah’a dua etmelidir.

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân-ı Kerîm’i her vesileyle devamlı ezberden okurlardı. Bu durum sahabenin Kur’ân’ı ezberlemesini kolaylaştırırdı. Rasûlullah (s.a.v) kıldırdığı namazlarda bize göre uzun sayılabilecek sûreler okurlardı. Hele gece namazlarında kıyâm ve kıraati gerçekten uzun olurdu. Cüzlerle ifade edilecek derecede Kur’ân tilâvet ederlerdi. Şu rivâyet bu açıdan ne kadar dikkat çekicidir:

Bir gün nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e iktidâ ederek namaza duran Huzeyfe (r.a) şöyle anlatıyor:

“Bir gece Allah Rasûlü’yle beraber namaza durdum. Bakara sûresini okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devam etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır» diye düşündüm. Ancak yine devam etti.”

Rasûlullah (s.a.v) bu şekilde Âl-i İmrân ve en-Nisâ sûrelerini de okumuşlar. Huzeyfe (r.a) onun bu esnadaki kıraatini de şöyle tavsif ediyor:

“Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde «سُبْحَانَ اللّٰهِ» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْعَظِيمِ» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra, «سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ» diyerek doğruldu. Rükûda kaldığına yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede, «سُبْحَانَ رَبِّيَ الْأَعْلٰى» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.”[13]

Allah Rasûlü (s.a.v)’in ve ashâbının her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı.[14] Böylece Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte sahâbe-i kirâm da durumlarına göre Kur’ân-ı Kerîm’i ezberliyorlardı. Bu şekilde Kur’ânı ezberleyen pek çok sahâbînin ismi geçmektedir. Bunların bir kısmı Kur’ân’dan bazı sûreleri ezber bildikleri gibi, içlerinden Kur’ân’ı başından sonuna kadar ezberleyen “hâfız”lar da vardı.[15]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz âyetler ve sûreler nâzil oldukça onları hemen ashabına ezberletmeye çok büyük ihtimam gösterirlerdi. “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”[16] buyurmak sûretiyle buna teşvik ederlerdi. Sahabe-i kirâm, inzâl edilen âyetleri bizzat yazmak veya yazmayı bilmiyorsa birisine kendisi için yazdırıvermek için güçleri yettiğince koşar, Kur’ân’ı indiği gibi ezberlemek maksadıyla sabah akşam Allah Rasûlü’ne okurlardı. Öyle ki bu gayrete şaşıran kâfirler, ileri geri konuşmaya başlamışlardı. Kur’ân’da bu durum şöyle ifade edilir:

“İnkâr edenler; «Bu (Kur’ân), olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir» dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. Yine onlar dediler ki: «(Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah akşam okunmakta olan, öncekilerin masallarıdır».” (el-Furkân 25/4-5)

Civar kabilelerden Medine’ye gelen heyetler ve kalacak yeri olmayan muhacirler, Allah Rasûlü’nün gözetimi altında Mescid-i Nebî’nin sofasında barınır, orada devamlı Kur’ân’ı okur, birbirlerine dinletir ve müzâkere yaparlardı. Bu esnada mescidi arı vızıltısı gibi bir uğultu kaplardı. Nitekim, “Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek ibadet edenlerle birlikte candan sebat et!”[17] âyeti onlar hakkında nâzil olmuştur. Suffe ismi verilen bu mübarek mekân, serî bir şekilde Kur’ân muallimleri yetiştiren ve dışarıdan İslâm’ı öğrenmek için gelerek bir müddet orada kalan insanların en kaliteli eğitimi tatbikî olarak aldığı bir medrese hüviyetinde idi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) onları bir müddet sonra muhtelif kabilelere hoca olarak veya kendi kabilelerine tebliğci olarak gönderirlerdi. Bunlardan 70 hâfız Bi’r-i Maûne fâciasında pusuya düşürülüp şehid edildiğinde Rasûlullah (s.a.v) buna çok üzülmüş ve bir ay boyunca hainlere beddua etmişlerdi.[18] Bu hadiseden sonra sahabenin Kur’ân hıfzı konusunda gösterdiği ihtimam daha da artmıştı.[19]

Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) vefat edip vahiy tamamlandığında pek çok kişi Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını ezberlemiş, namazlarda okuyordu. Zira Müzzemmil sûresinin başında emredildiği üzere gecenin yarısından fazlasını namaz ve Kur’ân tilavetiyle geçirebilmek için en azından Kur’ân’ın büyük bir kısmını ezberlemeleri gerekiyordu.

Daha sonra gelen İslam ulemâsının en mühim esası da Kur’ân’ı ezberlemeden diğer ilimlere başlamamak olmuştur. Âlimlerin hayatlarını okuduğumuzda hep küçük yaşta Kur’ân’ı ezberledikleri, sonra ilim talebine başladıkları kaydedilmektedir. İmam Nevevî ilim tâlibinin âdâbından bahsederken şöyle der: “Ezberlemeye, tekrar ve mütalaaya en mühimlerinden başlamalı ve önem sırasına göre gitmelidir. İlk başlayacağı şey Kur’ân-ı Azîz’i ezberlemek olmalıdır. Zira o, ilimlerin en mühimidir. Selef, hadisi ve fıkhı ancak Kur’ân’ı ezberleyen kimseye öğretirlerdi.”[20]

İlim yoluna girmeyen nice insan da Kur’ân’ı ezberlemeyi hayatının ideali hâline getirmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki tarih boyunca hiçbir millet, kendilerine gönderilen ilâhî kitaba, Ümmet-i Muhammed’in Kur’ân’a gösterdiğinden daha fazla itina göstermemiştir. Müslümanlar, ilk günden beri Kur’ân-ı Kerim’le uzaktan yakından alâkası olan her şeyi muhafaza, mütâlaa ve tedvin konusunda diğer ümmetleri geride bırakmışlardır. Hiçbir ümmetin kendilerine gelen kitabı küçüğüyle büyüğüyle, genciyle yaşlısıyla, şehirlerde, köylerde asırlar boyunca ezberleyerek muhafaza ettiğine tarih şahitlik etmemiştir. Merkezlerden en uzak köşelerde bile Kur’ân’ı okuyan biri, bir kelimesinde veya harfinde hata edecek olsa kendisine doğruyu gösterecek kimseler mutlaka bulunur. Kur’ân-ı Kerim’den başka hiçbir kitap bu itinaya nâil olamamıştır.[21]

Kur’ân-ı Kerîm’in korunup en sağlam bir şekilde günümüze kadar gelmesinde “ezber” kadar “yazı”nın da büyük bir rolü olmuştur:

4.2. Kur’ân-ı Kerîm’in Yazıya Geçirilmesi

Kur’ân-ı Kerîm, okuma ve yazmanın çok az olduğu ümmî bir topluma inmeye başladı. Bu sebeple ilk inen âyetlerde hemen okumanın, yazmanın, kalemin, kitabın ve satırların ehemmiyetine dikkat çekildi. Ümmî bir toplumu ilim ve irfan sahibi medenî bir toplum hâline getirmek için okumanın, araştırmanın ve kalemle yazmanın şart olduğuna vurgu yapıldı. İlk inen âyetlerde şöyle buyruldu:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alâktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (el-Alak 96/1-5)

 İkinci vahiyde ise şöyle buyruldu:

“Nûn. Kaleme ve kalem ehlinin satır satır yazdıklarına yemin olsun!” (el-Kalem 68/1)

Kur’ân-ı Kerîm’in başta gelen isimlerinden birinin “kitap” olması ve sık sık tekrarlanması da, zımnen onun yazılması gerektiğini hatırlatıyordu.

Bu âyetlerin mânâsını en iyi anlayan kişi hiç şüphesiz Allah Rasûlü (s.a.v) idi. Bu sebeple O, kalb-i şerîflerine inen âyetleri bir taraftan hemen insanlara tebliğ ederken, bir taraftan da hiç ara vermeden yazdırıyorlardı. Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Rivâyetlere bakıldığında bunların sayısının altmış beşe (65) kadar çıktığı görülür. Âyetler indikçe Sevgili Peygamberimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve onlara vahyi yazdırırdı. Onlar da, inen âyetleri zamanın yazı malzemeleri üzerine yazarlardı. Bu malzemeler hurma ağacının yaprakları, kabukları, kürek ve kaburga kemikleri, işlenmemiş deri, ince deri (rakk), çanak çömlek, parşömen, tahtadan yapılmış levhalar ve bezler idi. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah (s.a.v), vahiy kâtiplerine yazdıklarını okutur ve hataları varsa düzeltirdi.[22] Bu hususta meşhur vahiy kâtibi ve hâfız sahâbi Zeyd b. Sâbit (r.a) şöyle der:

“Rasûlullah (s.a.v) bana vahyi yazdırıyor ve bitirince de yazdığım vahyi okutuyorlardı. Eğer herhangi bir yanlış veya noksan bulurlarsa bunu hemen tashih ediyorlardı. Ben de ancak ondan sonra kalkıp söz konusu vahyi insanlara bildiriyordum.”[23]

Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrâil (a.s) bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz (s.a.v) de kâtiplerine yazdırıyorlardı.[24] Sağlam bir şekilde yazılmış olan bu sahife Allah Rasûlü’ne teslim edilip hâne-i saadete konuyordu. Ashâb-ı kiramdan isteyenler, sonra kendileri için şahsî nüshalar istinsah edebiliyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere tebliğ ediyorlardı. Müslümanlar da gelen vahyi ezberliyor, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ediyordu.[25] Hatta çok sayıda sahabînin yanında Kur’ân, yazı malzemelerine kaydedilmiş halde bulunuyordu. Çünkü ilk günden beri sahabilerin gelen vahiyleri yazdıkları veya bilenlere yazdırdıkları malumdur.[26] Ancak Allah Rasûlü’nün son ânına kadar vahiy devam ettiği ve bazı âyet ve hükümlerin neshedilmesi muhtemel olduğundan Kur’ân sûrelerinin yazıldığı sayfalar, iki kapak arasına toplanıp kitap haline getirilmemişti.[27]

Ashâb-ı kiramın bir kısmı hadis-i şerifleri de yazıyordu. Allah Rasûlü (s.a.v) birbirine karışmaması ve Kur’ân’a olan ilginin azalmaması gibi sebeplerle ilk zamanlar sahabe-i kiramın kendisinden Kur’ân’dan başka bir şey yazmasını yasakladıkları rivayet edilir.[28] Ancak bunun geçici bir süre için olduğu anlaşılmaktadır.

Nâzil olan bütün âyet ve sûreler, Allah Rasûlü’nün hayatında bu şekilde yazıyla kaydedildi. Allah Rasûlü’nün ve ashâb-ı kiramın bu ihtimamına bakarak, ihmal edilip yazılmayan veya kaybolan bir âyetin olduğunu düşünmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmete kadar kalmasını takdir buyurduğu ve neshetmediği bütün âyetler ve sûreler, Allah’tan geldiği şekilde sağlam olarak kayıt altına alınmıştır. Bu hakikate işaret eden birkaç delili burada zikredelim:

- Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, bir tefsire göre, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden ve nüshalarından bahsedilmektedir:

“Hayır! Şüphesiz bu âyetler birer öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. O, mukaddes sayfalardadır; yüce makamlara kaldırılmış, tertemiz sayfalarda. Seçkin ve erdemli elçilerin ellerinde.” (Abese 80/11-16)

- Şu âyet-i kerimeler, bir tefsire göre Kur’ân’ın yazılı olduğunu ve ona dokunmak için abdestli olmak gerektiğini haber verir:

“Şüphesiz o, çok değerli, pek şerefli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitapta bulunur. Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.” (el-Vâkıa 56/77-79)

- “Allah tarafından, tertemiz sayfalar okuyan bir rasûl…”[29] âyeti de Kur’ân’ın yazıldığını açıkça göstermektedir.

- Hz. Ömer (r.a), biʻsetin ilk yıllarında kız kardeşi ve eniştesinin evlerinde okudukları ve Tâhâ sûresinin baş tarafındaki âyetlerin yazılı bulunduğu sayfayı görmüş ve onu okuyarak iman nimetine erişmiştir.[30]

- Râfi b. Mâlik (r.a) Akabe Bey’atı’na katıldığında, Rasûlullah (s.a.v) o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etmişlerdir. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfi (r.a) getirmiştir.[31]

4.3. Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ı Cebrâil’e Arzı

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), her sene ramazan ayında Cebrail (a.s) ile Kur’ân’ı birbirlerine karşılıklı olarak arz ederlerdi. Yani o vakte kadar inmiş olan âyetleri iki defa okumuş olurlardı. Son sene bunu iki defa yaparak 4 hatim yapmışlardı.[32] Bu hadiseden vefatının yaklaştığını anlayan Rasûlullah (s.a.v), sahabeyi toplayarak Kur’ân’ı onlara son bir kez daha arzetmişlerdi. Buna “Arza-i Ahîra” denir.[33] Arza-i ahîra’ya “Cemʻ-i Nebevî: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Kur’ân’ı toplaması” ismi de verilir.[34]

İbn Mesûd (r.a) şöyle der: “Rasûlullah ve Cebrâil birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.”[35]

Yine bir rivâyete göre Cebrâil (a.s)’la yapılan son mukabelenin ardından; Rasûlullah (s.a.v), Zeyd b. Sâbit ve Übey b. Ka‘b, Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü (s.a.v), Übey’e iki kez okudu.[36]

İslâm âleminde asr-ı saadetten günümüze kadar devam edegelen “mukâbele” geleneği, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Cebrâil (a.s) ve ashâbıyla yaptığı bu karşılıklı arzdan bize kadar gelen güzel bir sünnettir. Bu faaliyetler Kur’ân’ın korunup nesilden nesile nakledilmesine hizmet etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in muhafazası ve tebliği hususunda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vefatından sonra Hulefâ-i Râşidîn’in de çok büyük hizmetleri olmuştur:

4.4. Hz. Ebû Bekir’in Kur’ân’a Hizmetleri

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, hayatta oldukları müddetçe vahyin gelmesi devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm derlenip tek Mushaf haline getirilmemişti. Efendimiz’in vefâtından sonra, Hz. Ömer’in de teşvikleriyle Ebû Bekir (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i cem ettirmiştir. Bu mühim iş için çok zeki, dikkatli, müttakî, emin, âlim, hâfız, vahiy kâtibi ve arza-i ahîrede bulunmuş, Efendimiz’in Cebrâil’le olan mukâbelesini başından sonuna kadar dinlemiş ve elindeki yazılı nüsha ile karşılaştırmış olan Zeyd b. Sâbit (r.a)’ı vazifelendirdi. O, Kur’ân’ı sağlam bir metotla cemʻ ederek Müslümanların Kur’ân hakkında ihtilafa düşmesini önledi, onların dinî ve kültürel birliğini temin etti.[37]

Hz. Ebû Bekir zamanındaki cemʻ ile ilgili en meşhur rivayet Zeyd b. Sâbit’ten şu şekilde nakledilmiştir: Ebû Bekir (r.a), mürtedlere (dinden dönenlere) karşı yapılan Yemâme savaşı esnasında beni çağırdı. Gittim. Yanında Ömer (r.a) oturuyordu. Hz. Ebû Bekir bana şöyle dedi: “Bak! Ömer bana gelip; «Kurrâ’nın (Kur’ân âlimlerinin) de katılmış bulunduğu Yemâme savaşları şiddetlendi. Ben hâfızların şehit olarak tükenmelerinden, onlarla birlikte Kur’ân’ın da zayi olmasından korkuyorum.[38] Bu sebeple Kur’ân’ın cemʻ edilmesini emretmeni uygun görüyorum!» dedi. Ben bu teklifi; «Rasûlullah’ın yapmadığı bir işi nasıl yaparım?» diye kabul etmek istemedim.[39] Ancak Ömer; «Bunda hayır var!» diye ısrar etti. Ben her ne kadar bu meseleye yanaşmak istemediysem de Ömer, bunu ısrarla istedi. Sonunda Allah Teâlâ, Ömer’in dediklerine aklıma uygun gösterdi. Ben de meselenin lüzumuna aynen Ömer gibi inanmaya başladım.”

Sonra Ebû Bekir (r.a) bana yönelerek şunları söyledi: “Sen genç ve akıllı bir kimsesin, hiç bir hususta sana karşı bir itimatsızlığımız yok. Üstelik sen Allah Rasûlü’ne vahiy kâtipliği yaptın, nâzil olan vahiyleri yazdın. Şimdi Kur’ân âyetlerini araştır ve onları iki kapak arasına topla!” Allah’a yemin ederim ki, Hz. Ebû Bekir bana dağlardan birini taşıma vazifesi verseydi bu teklif ettiği işten daha ağır gelmezdi. Kendisine itiraz ettim; “Siz, Rasûlullah’ın yapmadığı bir şeyi nasıl yaparsınız?” dedim. Ebû Bekir (r.a) beni ikna için; “Vallahi bu hayırlı bir iştir!” dedi, talebine ısrarla devam etti. Öyle ki sonunda Allah Teâlâ, Ebû Bekir’in kabul ettiği bu iş hakkında benim kalbime de itmi’nan verdi, bu iş aklıma yattı. Bunun üzerine ben de Kur’ân’ı toplamaya başladım. Gereği gibi araştırdım ve onu yazılı bulunduğu hurma dallarından, ince taş levhalardan ve hafızların ezberlerinden topladım. Nihayet Tevbe sûresinin sonunu Ebû Huzeyme el-Ensarî’nin yanında buldum. O âyeti ondan başka kimsenin yanında (yazılı olarak[40]) bulamadım. Bu âyet, «Le kad câekum rasûlün min enfusikum azîzun aleyhi mâ anittum...» sözlerinden Berâe sûresinin so­nuna kadar devam eden iki âyet idi.[41] Neticede toplanan bu sahifeler, vefat edinceye kadar Hz. Ebû Bekir’in yanında kaldı. Sonra hayatı müddetince Hz. Ömer’in yanında kaldı. Bundan sonra onun kızı Hz. Hafsa’nın yanında kaldı.[42]

Bu en mühim vazife için Zeyd b. Sâbit’in tercih edilmesi bilinçli bir karardır. Zira o, gayreti ve kabiliyeti sebebiyle Rasûlullah (s.a.v) tarafından beğenilip takdir edilen ve kendisine mühim vazifeler verilen bir şahsiyettir. O küçük yaşta pek çok sûreyi ezberlemiş, buna memnun olan Rasûlullah (s.a.v) ondan yahudilerin diliyle yazmayı öğrenmesini istemiş o da on beş gün geçmeden onların yazısını öğrenmişti. Yahudiler Rasûl-i Ekrem’e mektup yazdıklarında onu kendisine okuyuveriyor, bu mektuplara cevap yazdırmak istediğinde de onun adına yazıveriyordu.[43]

Bir müddet sonra Zeyd, vahiy kâtipliği yapmaya başladı.[44] Allah Rasûlü (s.a.v) Zeyd’in Kur’ân bilgisini daima methetti. Onun Kur’ân’ı diğer bir kısım sahabeden daha çok ezberlediğini söyledi.[45] O, Rasûl-i Ekrem ile Cebrâil’in Ramazan’da yaptığı Arza-i Ahîra’ya katıldı ve vefat edinceye kadar insanlara buna göre Kur’ân öğretti. Bunlara ilaveten o genç, zekî ve mükemmel bir ahlâka sahipti. İşte bu sebeple Kur’ân’ı cem etme vazifesi ona verildi. Hz. Osman zamanında da Mushaf çoğaltan kâtiplerin başına tayin edildi.[46]

Zeyd (r.a), Kur’ân’ın cem’i için teşekkül ettirilecek heyete başkanlık yapacak, bu çalışmayı teklif eden Hz. Ömer de ona tam destek verecekti. Halifenin ferman ve talimatını müteakiben Hz. Ömer mescidin kapısında durup; “Kim Rasûl-i Ekrem’den Kur’ân âyetleri telakkî ettiyse onu getirsin!” dedi. Zira sahâbîler Kur’ân âyetlerini sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.[47] Bilal b. Rebâh da Medine sokaklarını gezerek ilanda bulunuyor ve elinde Rasûl-i Ekrem’in bizzat yazdırdığı âyetler bulunan sahâbîlerin onları getirmesini söylüyordu.[48] Yani bu ilmî çalışma tam anlamıyla bir toplum gayretiyle büyüyüp gelişiyordu. Zaten çalışma, merkezî bir toplanma yeri olan Mescid-i Nebevî’de yapılıyordu.[49]

Zerkeşî’ye göre âyetler dağınık kaynaklardan toplanarak hâfızların ezberleriyle karşılaştırılmış, böylece herkesin bu işten haberi olmuş, yanında yazılı bir âyet bulunan hiç kimse bu işin haricinde kalmamış, böylece kimse Mushaf’a konulan âyet ve sûreler hakkında herhangi bir şüphe duymamış ve Kur’ân’ın seçkin belirli kişilerden toplandığı gibi bir şikâyette bulunmamıştır.[50]

Daha evvel deri, hurma dalları gibi yazı malzemeleri üzerine yazılmış olan Kur’ân, Hz. Ebû Bekir’in emriyle neticede sahifeler üzerine yazılarak cemʻ edilmiş oldu.[51] Ashab-ı kiram Kur’ân’ın günümüze kadar gelen bu cemʻi üzerinde o gün ittifak ettiler. Bu da Kur’ân’ın ümmet içinde bekasını sağlayarak Allah’tan kullarına bir rahmet ve kolaylık oldu ve Allah’ın Kur’ân’ı koruma vaʻdi böylece tahakkuk etti.[52]

Bu nüshada âyetler ge­liş sırasına göre değil, Rasûlullah’ın bildirdiği nihaî sıralamaya göre ve ait olduk­ları sûrelere yazılmıştır. Burada kaydedilen tüm âyetlerin tevâtür yoluyla bize kadar intikal etmiş olduğunda ümmetin icmaı vardır.

Kur’ân, Rasûl-i Ekrem’in vefatından altı ay sonra toplanmıştır. O zaman bizzat Rasûl-i Ekrem’den Kur’ân dinleyenlerin hemen hepsi hayatta idi. Allah Rasûlü’nden Kur’ân’ı alarak ezberleyen ashab-ı kiram, Kur’ân’ın toplanmasına nezaret ediyorlardı.[53] Sonunda bütün sûrelerin âyetleri, Zeyd b. Sabit tarafından sahabenin çoğunluğunun kontrolü altında husûsî sayfalarda toplandı. Sonra da bu sayfalardan yüzlerce mushaf yazıldı.[54] Hz. Ebû Bekir zamanındaki cemʻ ameliyesi yaklaşık bir sene sürdü.[55]

4.5. Hz. Osman (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri

Hz. Osman (r.a) zamanında İslâm coğrafyası iyice genişlemiş ve Arap olmayan pek çok insan İslâm’a girmişti. Kıraat ve harf farklılıkları sebebiyle insanlar arasında zaman zaman ihtilaflar çıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine Osman (r.a), bazı sahabilerin teşvikiyle çok mühim ve şerefli bir hizmete karar verdi. Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’ân’ı tek Mushaf haline getiren Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir heyet kurdu. Bu heyet Mushaf’ı istinsah edip çoğalttı. Aralarında lehçe bakımından herhangi bir ihtilaf ortaya çıkınca, Kureyş lehçesini esas aldılar. Hz. Osman da bu nüshaları muhtelif merkezlere gönderdi.

Bazı rivayetlere göre on iki kişilik bu heyet, Hz. Osman’ın emriyle Mushaf’ı yeniden cemʻ etmiştir. Ellerindeki Mushaf’ı Hz. Ebû Bekir zamanında cemʻ edilen Mushaf ile karşılaştırmış ve aralarında hiçbir fark olmadığını görmüşlerdir.[56]

Osman (r.a) merkezî şehirlere birer Mushaf gönderip şahsî Mushafları yaktırmak sûretiyle insanları bir araya toplamış, onları Kur’ân hakkında ihtilafa düşmekten korumuştur. Hz. Osman, Mushafların doğru okunup anlaşılmasını sağlamak üzere onlarla birlikte kurrâ sahâbîleri de merkezî şehirlere göndermiştir. Böylece Kur’ân, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ağzından nasıl çıktıysa harfi harfine aynen diğer insanlara öğretilmiş, bu konuda çok büyük bir titizlik gösterilmiştir. Bir kimsenin kendi başına yazılı bir malzemeden Kur’ân öğrenmesine müsaade edilmemiş, mutlaka yazıyla birlikte ehil bir hocanın ağzından öğrenmesi istenmiştir. Nitekim bu hususta, Kur’ân’ın en küçük ses hareketlerine kadar nasıl okunacağını öğreten Tecvîd ismiyle bir ilim dalı teşekkül etmiştir ki bu ancak bir hocadan tatbikat yoluyla öğrenilebilir. Bu, “Kur’ân’ı bir fem-i muhsinden alma” yani düzgün bir ağızdan öğrenme geleneği, ilk günden zamanımıza kadar aynen tatbik edilegelmiştir.

Mushaf’a yaptığı bu şerefli hizmet, Hz. Osman’ın en büyük faziletlerinden biridir. Bütün sahabe bu konuda ona muvafakat etmiştir. İbn Mesʻûd’un, vazife kendisine verilmediği için baştan biraz kırıldığı ancak daha sonra diğer sahabeye muvafakat ettiği rivayet edilir.[57] Hz. Ali bu hususta; “Bunu Osman yapmasaydı ben mutlaka yapardım!” demiştir.[58] Dört imam Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.a), Kur’ân’ın cemʻinin, dinin maslahatlarından biri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki onlar, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in haklarında: “Benim ve benden sonraki hidâyet üzere olan Râşit Halifeler’in sünnetine sımsıkı sarılın!”[59] buyurduğu Halifeler’dir.[60]

Cenâb-ı Hak, “Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir”[61] âyet-i kerimesinin zımnında Kur’ân’ın Mushaflarda cemʻ edileceğini, toplanacağını haber vermiştir.[62] Bu âyetteki Kur’ân’ın cemʻinden murad, onun bir bütün halinde toplanması ve âyetlerinin tertibidir.[63]

Kur’ân’ın muhafaza edileceğini ifade eden âyetler,[64] dolaylı olarak onun cemʻ edileceğine de işaret etmektedir. Diğer taraftan Cenâb-ı Hak bir kudsî hadiste; “(Ey Rasûlüm) sana suyun yıkayamayacağı bir kitap indirdim” buyurmuştur.[65] Bu hadis, Benî Âdem’in Kur’ân’ı yok etmek için ortaya koyacağı gayretlerin başarıya ulaşamayacağından kinayedir. Allah onu koruyacaktır. Onu koruma yolu ise Mushaflarda cemʻ edilmesi, insanların kalplerinin onu tilavete ve tefsir etmeye yönlendirilmesidir.[66] Bu hususta Hulefâ-i Râşidîn’in takdire şâyan gayretleri olmuştur. Kur’ân iki kapak arasına toplanmış, âlimler onun üzerinde ittifak etmiş, mütevatiren gelen nakiller de buna şahitlik etmiştir. Böylece Kur’ân’ın korunması vaʻdi, halifelerin eliyle gerçekleşmiştir. Bu da onların faziletleri cümlesindendir.[67]

Kıyâme sûresindeki “kur’ân”, “cemʻ” ve “beyân”[68] kelimelerini yakın mânalara hamletmek belâgat açısından doğru görülmemiştir. Âyetteki “Onun cemʻi bize aittir” ifadesi, “onu mushaflarda toplama vaʻdimi yerine getirmek bana aittir” demektir. Âyetin “onu okutmak bize aittir” kısmı, “tevatür silsilesinin kopmaması için ümmetin kıraat âlimlerini ve avamını Kur’ân tilâvetine muvaffak kılarız” demektir. Bir sonraki “Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir” âyeti ise “âlimlerin bir kısmını Kur’ân’ın garib kelimelerini, sebeb-i nüzûlünü açıklamaya, böylece ahkâmını doğru bir şekilde beyan etmeye muvaffak kılarak her asırda Kur’ân’ın mânalarını açıklamak bana aittir” demektir. Âyette “cemʻ” ile “kur’ân” kelimeleri arasında “vav” harfi kullanılırken, “kur’ân” ile “beyan” kelimesi arasında “sümme” edatı kullanılmıştır. Bu da Kur’ân’ın tilavetinin, cem‘i ile birlikte olacağına, tefsir ilminin ise daha sonra ortaya çıkacağına işaret etmektedir. Vâkıada da böyle olmuştur. Cenâb-ı Hak bu vaʻdini Şeyhayn’in eliyle tahakkuk ettirmiştir. Bu da “Hilâfet-i Hâssa”nın[69] gereklerindendir.[70]

Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm bize “yazı”, “ezber” ve “bir üstad” yanında tâlim görme gibi üç sağlam yol ile tam ve kâmil bir şekilde ulaşmıştır. İlk müslümanlar kısa bir müddet sonra, bol miktarda bulunan ve ucuz fiyata satın alınabilen “kâğıt”ın üretim yolunu keşfettiler. Böylece parşömen, papirüs gibi nadir ve pahalı yazı malzemelerinden kurtuldular. İşte bu durum, bütün orta çağ boyunca Kur’ân-ı Kerîm’in bol miktarda yazılıp dağıtılması yanında her çeşit ilmin müslümanlar arasında çıkıp yaygın hale gelmesine de hizmet etmiştir.[71]

 Kur’ân’ın muhafaza edilip bir harfi bile değişmeden bize kadar naklini sağlayan mühim bir sebep daha vardır ki o da Müslümanların Kur’ân’ın hükümleri ile amel etmeleri, onu yaşayarak kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmalarıdır. Bir bilgiyi öğrenmenin en iyi yolu onu hayata geçirmek ve tatbik sahasına koymaktır. Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayabilmek için müslümanlar onunla ilgili bütün ilimleri öğreniyor, üzerinde çalışıyor ve mânâlarını anlamaya gayret ediyorlardı. Âdetâ kılı kırk yararcasına Kur’ân’ı bütün incelik ve tafsîlâtıyla inceliyor, bir harfinden, hatta bir harekesinden bile hükümler çıkarıyorlardı. Tecvid ve kıraat âlimleri onun en ince ses özelliklerini, en küçük ses hareketlerini dahi öğrenip talebelerine naklediyorlardı. Bu faaliyetler de Kur’ân’ın nokta nokta öğrenilip ezberlenmesini ve böylece muhafaza edilmesini sağlıyordu.

Dipnotlar:

[1] Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an hakâiki gavâmızı’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl (Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, 1407), 1: 636-637.

[2] Abese 80/13-16.

[3] el-Vâkıa 56/77-79.

[4] Bkz. Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, “The Practicability of Islam in This World”, Islamic Cultural Forum (Tokyo, Nisan 1977), s. 15; a.mlf., Kur’ân-ı Kerim Târihi Ders Notları (Erzurum 1978), s. 10-11; A. Jeffery, Materials, Preface (Leiden 1937), s. 1; Muhammed Mustafa el-A‘zamî, Kur’an Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), s. 260; Celâl Kırca, Kur’ân ve Bilim (İstanbul 1997), s. 114-116.

[5] el-Kamer 54/17.

[6] İbn Kuteybe, Tevîlü müşkili’l-Kur’ân (Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.), s. 37.

[7] Bkz. Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul 1973, I, 27.

[8] Müslim, Cennet, 63; Ahmed, 4: 162.

[9] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî (ö. 676/1277), el-Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim b. Haccâc (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1392), 17: 198; Ahmed (Arnaût), 29: 34-35.

[10] el-Kamer 54/17, 22, 32, 40.

[11] el-Bakara 2/97; eş-Şuʻarâ 26/192-195.

[12] el-Kıyâme 75/16-19.

[13] Müslim, Müsâfirîn, 203. Krş. Ebü’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (v. 852/1449), el-Metâlibü’l-âliye bi-zevâidi’l-mesânîdi’s-semâniye, haz. Saʻd b. Nâsır b. Abdilaziz eş-Şesrî (Dâru’l-Âsıme - Dâru’l-Ğays, 1419-1420), 4: 389/585.

[14] Bkz. Müslim, Müsâfirîn 142; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4: 9; İbn Mâce, Salât 178.

[15] Abdurrahman b. Ebî Bekir, Celâlüddin es-Süyûtî, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim (el-Hey’etü’l-Mısrıyyetü’l-Âmmetü li’l-Kütüb, 1394), 1: 72.

[16] Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14; Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 15; İbn Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2; Ahmed, 1: 153.

[17] el-Kehf 18/28.

[18] Bkz. Ahmed, 3: 235, 137; Buhârî, Cenâiz, 41, Cihâd 9, Vitr 7, Meğâzî 28; Müslim, İmâre, 147.

[19] Kevserî, Makâlât, s. 25.

[20] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, el-Mecmû‘ şerhu’l-Mühezzeb (Dâru’l-Fikr, ts.), 1: 38.

[21] Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1952), Makâlâtü’l-Kevserî, el-Envâr, 1373, s. 23. Bkz. Itır, Cemʻu’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 43-51; Murat Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri ve Tefsirdeki Yeri, İstanbul: Erkam Yayınları, 1440/2018, s. 160-162; a.mlf., Ebedî Yol Haritası İslâm, İstanbul: Erkam Yayınları, 1430/2009, s. 223-228.

[22] Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 4; Tirmizî, Menâkıb 74/3954.

[23] Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 1: 152; 8: 257.

[24] Buhârî, Tefsîr 2/45; Ebû Dâvûd, Salât 120-121/786; Tirmizi, Tefsir 9/3086.

[25] Bkz. M. M. el-A’zami, Kur’ân Tarihi, s. 106-107; Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, trc. Salih Tuğ (İstanbul: İfav Yayınları, 2000), s. 42.

[26] Bkz. Abese 80/13; el-Beyyine 98/2; Buhârî, Ezân, 54, Fedâilü’l-Kur’ân, 6; Beyhakî, Şuab, 4: 8/2108; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 12-13; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 105-116.

[27] Ebû Abdillah Bedrüddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî (v. 794), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim (Dâru İhyâi’l-Kütüb, 1376/1957), 1: 235; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 12; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 117.

[28] Ahmed, 3: 12, 21, 39, 56; Müslim, Zühd, 72.

[29] el-Beyyine 98/2.

[30] İbn Hişâm, Sîret, 1: 368-371.

[31] İbn Kesîr, el-Bidâye, 3: 152; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 2: 157.

[32] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5, Fedâilü’l-Kur’ân, 7, Menâkıb, 25; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 98-99; İbn Mâce, Cenâiz, 64; Ahmed, 1: 405, 6: 282; Kevserî, Makâlât, s. 26.

[33] Kevserî, Makâlât, s. 26.

[34] Kevserî, Makâlât, s. 42.

[35] Taberî, Câmi’u’l-beyân, 1: 28. Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1: 405.

[36] Mukaddimetân, s. 74, 227; Tâhir el-Cezâirî, et-Tibyân, s. 26.

[37] Ekrem Ziyâ Ömerî, Asru’l-hilâfeti’r-râşide -muhâveletün li-nakdi’r-rivâyeti’t-târîhiyye vifka menâhici’l-muhaddisîn-, Riyâd, 1432, s. 74.

[38] Kur’ân’ı binlerce kişi ezberlemiş, tedârüs etmiş ve Arap Yarımadası’nın her tarafına taşımıştı. Bu sebeple Kur’ân’ın eksilmesinden korkulmuyordu. Hz. Ömer’in korktuğu şey, Hurûf-i Sebʻa’dan bazı şeylerin ve Allah Rasûlü’nün huzurunda yazılan sayfaların kaybolmasıyla onların yazılış şekillerinin bilinememesi idi. Yani o, Rasûlullah (s.a.v) tarafından hususî olarak takrir edilen Resm-i Mushaf’ın kaybolmasından korkmuştu (Fermâvî, Abdülhay Hüseyn, Resmü’l-Mushaf ve naktuhû, Mekketü’l-Mükerreme: Dâru Nûri’l-Mektebât, 1425/2004, s. 93, 105).

[39] Kevserî’ye göre Hz. Ebû Bekir, Kur’ân’ın yazıya geçirilmesini günah saydığı için değil, Kur’ân sayfalara yazıldığında, onun muhafazasını herkesin başkasından bekleyeceği ve ezberlenmesi konusunda tembelliğe yol açabileceği mülahazasıyla başlangıçta bu işte tereddüt etmiştir. (Makâlât, s. 28)

[40] Sahabiler tevâtür halinde bu âyetleri ezbere biliyorlardı ama Zeyd (r.a) işi sağlama almak istiyor, yazı ve iki şahit de talep ediyordu.

[41] et-Tevbe 9/128-129. Yani Zeyd bu âyeti, Nebiyy-i Ekrem’in vahiy kâtiplerinden bi­rinin yanında yazılmış olarak bulamamıştır. Yoksa bu âyeti ondan başkası ez­berlememişti demek değildir. Zira bu âyeti pek çok kimse ezberlemiş, namaz içinde ve namaz haricinde tilavet etmekte idi. Diğer rivayetlere bakarak Hz. Zeyd’in bu ifadesini, “Bu âyetleri ilk anda sadece Ebû Huzeyme’nin yanında buldum, daha sonra Hâris b. Huzeyme de onları yazılı olarak getirdi” şeklinde anlamak da mümkündür (Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, 1: 239; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 15). Nitekim Übey b. Kaʻb’ın bu âyetleri, Rasûlullah’ın kendisine okuttuğunu söyleyerek onlara imla ettirdiği rivayet edilir. (Ebû Bekr Abdullah b. Ebî Dâvûd (v. 316/929), Kitâbü’l-Mesâhif, thk. Muhammed b. Abduh (Kâhire: el-Fârûk el-Hadîse, 1423/2002), s. 56 [isnâdında ınkıtâʻ vardır]; Ebü’l-Hasen Alemüddîn Alî b. Muhammed es-Sehâvî (v. 643/1245), Cemâlü’l-kurrâ’ ve kemâlü’l-ikrâ’, thk. Mervân el-Atıyye - Muhsin Harâbe (Beyrut: Dâru’l-Me’mûn, 1418/1997), s. 163) Neticede Allah tarafından adaleti ve dürüstlüğü teyit edilen sahabiler, bu âyetleri bize tevatüren nakletmişlerdir. Hz. Zeyd’in bu ifadesi aynı zamanda, Kur’ân’ın cemʻi esnasında Zeyd’in kendi yazı ve ezberinin yeterli görülmeyip işin çok sıkı tutulduğunu ve sağlam yapıldığını göstermektedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 13)

[42] Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân 3, 4, Tefsir, 9/20, Ahkâm 37; Tirmizî, Tefsir, 9/3103; Taberî, Câmiu’l-beyân, 1: 59-60.

[43] Ahmed, 5: 186. Bkz. İbn Saʻd, 2: 358; Buhârî, Ahkâm, 40; Ebû Dâvûd, İlim, 3/3645; Tirmizî, İstizan, 22/2715; İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 34-36.

[44] Ahmed, 5: 190-191. Krş. Buhârî, Salât, 12, Cihâd, 31; Ebû Dâvûd, Cihâd, 19; İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 37.

[45] Vâkıdî, el-Meğâzî, 3: 1003.

[46] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 237; Aʻzamî, Kur’ân Tarihi, s. 119.

[47] İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 62, 113; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 14; Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 123.

[48] Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 121.

[49] Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 123.

[50] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 238. Krş. İsbîndârî, Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke Döneminde Yazılışı, s. 151; Kayhan, Kur’ân Vahyinin Yazıldığı İlk Malzeme, s. 122, 134.

[51] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 9: 16.

[52] Zerkeşî, el-Burhân, 1: 237.

[53] Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 91.

[54] Kevserî, Makâlât, s. 28.

[55] Hamed, Ğânim Kaddûrî, Resmü’l-Mushaf -dirâsetün lüğaviyyetün târîhıyye-, Bağdâd: el-Lecnetü’l-Vataniyye, 1402/1982, s. 105. Bkz. Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri, s. 160-170.

[56] Bkz. Aʻzami, Kur’an Tarihi, s. 131-135.

[57] Bkz. Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru aʻlâmi’n-nübelâ, thk. Şuayb Arnaût, Müessesetü Risâle, 1405/1985, 1: 488; İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28).

[58] İbn Ebî Dâvud, el-Mesâhif, s. 67 (İsnâdı “zayıf”tır); İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28).

[59] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4607; Tirmizî, İlim, 16/2676; İbn Mâce, Mukaddime, 6/42-43; Dârimî, Mukaddime, 16/96; Ahmed, 4: 126; Hâkim, 1: 174/329.

[60] İbn Kesîr, Fedâilü’l-Kur’ân (Tefsîr’in mukaddimesinde I, 28-29).

[61] el-Kıyâme 75/17.

[62] Şah Veliyyullâh Ahmed b. Abdirrahîm ed-Dihlevî (v. 1176/1762), İzâletü’l-hafâ an hilâfeti’l-hulefâ, thk. Takıyyüddîn en-Nedvî (Dımeşk: Dâru’l-Kalem, 1434/20139), 1: 232, 2: 392. Krş. Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 80.

[63] Şiblî, Asr-ı Saadet, 4: 80.

[64] el-Hıcr 15/9; el-Kıyâme 75/16-19.

[65] Ahmed, 4: 162; Müslim, Cennet, 63; İbn Hibbân, Sahîh, thk. Şuayb Arnaût, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1414, 2: 422; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübra, 9: 34.

[66] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 1: 230-231.

[67] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 2: 148.

[68] el-Kıyâme 75/17-19.

[69] Dihlevî hilafeti ikiye ayırır: 1) el-Hilâfetü’l-Âmme: Nebiyy-i Ekrem’e vekâleten dini ikame, cihadı devam ettirme, hadleri tatbik ve bunlarla alâkalı işleri yürütmekle vazifeli umumi idarecilik. 2) el-Hilâfetü’l-Hâssa: Nübüvvet Hilâfeti de denen daha hususi bir halifeliktir ki bunun şartları şunlardır: a) Temiz bir fıtrata sahip olmak, b) Rasûl-i Ekrem’in elindeki bir ney gibi olmak, yani onun yolunu aynen takip etmek, Kur’ân’da ve sünnette Nebiyy-i Ekrem’e nisbet edilen bazı işlerin bu halifenin eliyle gerçekleşmesi, c) Hilâfetine dair şâriʻ tarafından nas veya işaretin bulunması d) İlk muhâcirlerden olması, Hudeybiye’de ve Bedir, Tebük gibi diğer büyük gazvelerde bulunması, Nûr sûresinin nüzulü esnasında sahabi olması, e) cennetle müjdelenmesi, f) Ümmetin en üst tabakasından olması, g) Rasûl-i Ekrem’in kendisine kavlî ve fiilî olarak defalarca, bir sultanın vezirine muamele ettiği gibi davranmış olması, h) Sözünün dinde delil olması, ı) Hilafeti esnasında naklen ve aklen ümmetin en faziletlisi olması (İzâletü’l-hafâ, 1: 85-130). Ona göre hilafetin bir zahiri, bir de batını vardır. Zahiri, dini ikame için insanları ve devleti idare etmek, hükmetmektir. Batını ise nübüvvete dair sıfatlarında Rasûl-i Ekrem’e benzemektir (İzâletü’l-hafâ, 2: 364). Kim zahirî hilafet ile batınî hilafeti cemʻ ederse o “el-Halîfetü’l-Hâs” diye isimlendirilir (İzâletü’l-hafâ, 2: 366).

[70] Dihlevî, İzâletü’l-hafâ, 1: 232-233. Bkz. Kaya, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın Kur’ân’a Hizmetleri, s. 171-174.

[71] Bkz. Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, s. 52.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’ÂN-I KERÎM ALLAH KELÂMIDIR

Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

KURAN'I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ MADDELER HALİNDE

Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.