Kur’ân-ı Kerîm Âlemşümuldür, Ahkâmı Ebedîdir

Kur’ân-ı Kerim, muayyen bir bölgeye ve kavme has değil, nüzulünden kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Kuran'ın evrenselliği ile ilgili bilinmesi gerekenler...

Kur’ân-ı Kerim, muayyen bir bölgeye ve kavme has değil, nüzulünden kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Zira o, daha nâzil olmaya başladığı ilk günlerden itibaren kendisinin “âlemler için bir öğüt ve uyarı” olduğunu bildirmiş, daha sonraları da Mekke devrinin sonuna kadar zaman zaman bunu hatırlatmıştır.[1] Onu getiren peygamberin de “âlemlere rahmet olarak” gönderildiği ifade edilmiştir.[2]

Kur’ân’ın üslûbu bütün insanlara yöneliktir. O “Ey insanlar!”, “Ey Âdemoğulları!” diye hitap etmektedir. Husûsî isimleri fazla zikretmez, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ismi bile sadece dört yerde geçer. Ona daha ziyade, mukaddes vazifesini bildiren “rasûl”, “nebî” kelimeleriyle hitap edilir. Bazı âyetler sebepler üzerine inmiş olmakla birlikte hükümleri umumîdir. Bunlarda da şahıslar ve sebepler değil davranış ve karakterler ön plana çıkar.

Kur’ân’ın bütün âlemlere hitap ettiğini haber veren âyetlerin tamamının Mekke devrinde inmiş olması onun ayrı bir mucizesidir. Bu âyetlerle daha risaletin başında iken İslâm’ın Arabistan hudutlarından çıkarak tüm dünyaya yayılacağı beyan edilmiş olmaktadır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’ 34/28)

Âyet-i kerime, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in ve dolayısıyla Kur’ân’ın muayyen bir millet, kavim, dil, kültür, çevre veya coğrafyaya değil, bütün zamanlara ve mekânlara gönderildiğini ifade etmektedir.

“De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmî Peygamber olan Rasûlüne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (el-Aʻrâf 7/158)

Burada sadece Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e iman etmek değil, bununla birlikte söz ve fiillerine uyulması da emredilmiştir.

“…Bu Kur’ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu…” (el-Enʻâm 6/19)

Bu âyet-i kerimeye göre Kur’ân’daki ahkâm kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şamildir. Tâbiînin büyük âlimlerinden Saîd bin Cübeyr (r.a) şöyle der:

“Kur’ân kime ulaşırsa, sanki o kişi Muhammed (s.a.v)’i görmüş gibi (onun uyarısına muhatap) olur.”[3]

Allah Rasûlü (s.a.v), risâletinin ilk günlerinde akrabâlarını evine dâvet edip izzet ü ikramdan sonra onlara şöyle buyurmuştu:

“…Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi Araplar içinde dünyâ ve âhiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum.

Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz bu hususta daha önce görmediğiniz mûcizelerden bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Bu vazîfemde bana yardımcı ve kardeş olmayı, böylece cenneti kazanmayı hanginiz kabûl eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”[4]

Yine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:

  1. Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
  2. Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
  3. Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganîmet, bana helâl kılındı.
  4. Bana şefaat izni verildi.
  5. Benden önceki peygamberler, sâdece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.”[5]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i ve getirdiği Kur’ân’ı inkâr edenlerin yeri ise cehennemdir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir önder ve bir rahmet olarak Musa’nın Kitab’ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur’ân’a) inanırlar. Hangi zümre de onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar.” (Hûd 11/17)

Bu âyette zikredilen “ahzâb: zümreler”, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı savaşmak için kuvvet toplayan Kureyş ve Arap kabileleri olduğu gibi o günden itibaren kıyamete kadar gelecek olan müşrik, yahudi, hristiyan, mecûsî ve sair bütün inkârcı fırkalardır.

Saîd bin Cübeyr (r.a) “Bana Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den sahih olarak bir hadîs-i şerîf ulaştığında onun tasdikini mutlaka Kur’ân-ı Kerîm’de bulmuşumdur” dedikten sonra:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten, yahudi veya hristiyan olsun, her kim beni işitir de risâletime îmân etmeden ölürse mutlaka Cehennem ehlinden olur”[6] hadîsinin manasını tasdik eden âyetin yukarıda naklettiğimiz Hûd sûresinin 17. âyeti olduğunu söylemiştir.[7]

İnsan hangi zümreye, hangi dine mensup olursa olsun kurtulup ebedî saadete erebilmesi için Kur’ân’a îman etmesi şarttır. Allah Teâlâ, yahudi ve hristiyan gibi din mensuplarını ve Araplar gibi kendilerine herhangi bir kitap gelmeyen ümmî toplumları, yani bütün insanları müslüman olmaya dâvet etmektedir:

“Eğer seninle tartışmaya girerlerse de ki: «Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.» Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: «Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?» de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok, eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Âl-i İmrân 3/20)

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ehl-i kitaptan olup da hem kendi peygamberine hem de Muhammed (s.a.v)’e îmân eden kimseye iki ecir verileceğini müjdelemişlerdir.[8]

Bir gün Hz. Ömer (r.a), elinde bir kısım Tevrât sayfaları ile Peygamber Efendimiz’e gelip:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar. Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım” dedi. Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd (r.a), Hz. Ömer’e:

“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullah’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi. Hatâsını anlayan Hz. Ömer (r.a) hemen:

“–Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed (s.a.v)’den, önder olarak Kur’ân’dan râzı olduk” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün yüzünde güller açtı, üzüntüsü gitti. Sonra da şöyle buyurdular:

“–Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ (a.s) aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.”[9]

Rasûlullah (s.a.v) Arap yarımadasını İslâm’a dâvet ettikten sonra Bizans, İran, Habeşistan gibi Arap olmayan diğer milletlere de dâvet mektupları göndermiştir. Kendisinden ve akrabalarından başlayıp kavmini, şehrini, kıtasını ve tüm kıtaları, hatta cinler âlemini dâvet ederek yakından uzağa doğru Allah’ın dinini bütün zamanlara ve mekânlara ulaştırmıştır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’in insanların yanında cinlere de gönderildiğini ifade ederek şöyle buyurur:

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Onlar «Kendi aleyhimize şahitlik ederiz» derler; dünya hayatı onları aldatmış oldu ve (âhirette) kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.” (el-Enʻâm 6/130)

“Bir zamanlar cin topluluğundan bir grubu, Kur’ân’ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik. Yanına geldiklerinde «Susup dinleyin!» dediler, okuma sona erince de uyarıcılar olarak kendi topluluklarına döndüler. «Ey halkımız!» dediler, «Biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş, kendinden öncekileri tasdik eden, gerçeğe ve doğru yola kılavuzluk eden bir kitap dinledik. Ey halkımız! Allah’ın davetçisine uyun ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acılı azaptan korusun.» Allah’ın çağrıcısına kulak vermeyenler yeryüzünde O’nu âciz bırakamayacak, O’na karşı bir yâr ve yardımcı da bulamayacaklardır; bunlar apaçık bir sapkınlık içindedirler.” (el-Ahkâf 46/29-32)

“Sizin için de (hesap sorma) vaktimiz olacak, ey sorumluluk yüklenmiş iki varlık! Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp öteye geçebilirseniz haydi geçin! Ama (tarafımızdan verilmiş) bir güç olmadıkça geçemezsiniz.” (er-Rahmân 55/31-33)

Cin sûresinde de onların Kur’ân’ı dinleyip iman ettikleri ve kavimlerine tebliğci olarak döndükleri haber verilir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de cinlere Rahmân sûresini okuduğunu haber vermiştir.[10]

Hz. Âdem ilk insan ve ilk peygamberdi. Allah Teâla ona bir kısım sahifeler indirmişti. İlk insan topluluğunu ilgilendiren ve onların ihtiyaçlarını karşılayan vahiyler göndermişti. Daha sonra gelen peygamberlere de zamanlarının ihtiyacına göre kitaplar ve vahiyler geldi. Bütün peygamberlere vahyedilen dinin ismi İslâm’dır. Hepsinin özü birdir. İhtivâ ettikleri inanç esasları aynıdır. Çünkü hepsinin kaynağı Yüce Allah’tır.[11] Bu sebeple biz tüm peygamberlere ve kitaplara inanırız. Allah’tan geldikleri şekliyle tek din olan İslâm’ı öğretmeleri itibarıyla aralarında bir farklılık yoktur.[12]

Önceki kitapların içerdiği ana esaslar aynı olmakla birlikte, bunların zaman ve mekân itibarıyla teferruata dair meselelerde bir takım farklılıklar göstermesi tabiîdir. Çünkü zaman ve mekânın değişmesiyle birlikte insanların ihtiyaçları da değişmektedir. Sade bir hayat yaşayan ilk insanların ihtiyaçlarıyla, daha sonraki devirlerde yaşayan insanların ihtiyaçları birbirinden çok farklıdır. Bu sebepledir ki insanı yaratan, onu en iyi şekilde bilen ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah Teâla, her dönemdeki insanlara ihtiyaçlarına göre hükümler göndermiştir. En kâmil ve kalıcı hükümleri ise son peygamberi Hz. Muhammed  -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e göndermiştir. Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceği için, artık vahiyde bir değişiklik olmayacak, insanlar hayatlarını bu nihâî vahye göre tanzim edeceklerdir. Peygamberimizle birlikte din kemale ermiştir ve ondan başka bir din de kabul edilmeyecektir.[13]

“Muhammed Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”[14] âyet-i kerimesinin haber verdiğine göre Hz. Muhammed (s.a.v) peygamberler silsilesinin son halkası, ona indirilen Kur’ân-ı Kerim de ilâhî kitapların sonuncusudur. Bundan sonra başka bir peygamber gelmeyeceği ve başka bir kitap inmeyeceğine göre, Kur’ân-ı Kerim’in içerdiği anlam ve mesajların cihânşümul olması zarûrîdir. Zira Cenâb-ı Hak kullarını hidayetsiz bırakmaz.

[1] el-Enʻâm 6/90; Yûsuf 12/104; Sâd 38/87; el-Kalem 68/52; et-Tekvîr 81/27.

[2] el-Enbiyâ 21/107.

[3] Fahrettin er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 12: 178.

[4] Bkz. Ahmed, 1: 159; İbn Sa‘d, 1: 187; Heysemî, 8: 302; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, 2: 63; Belâzurî, 1: 119; Halebî, 1: 283.

[5] Buhârî, Teyemmüm, 1. Diğer bir rivâyette Allâh Rasûlü üç husûsa daha işâret buyururlar:

“1. Bana cevâmiu’l-kelim olma (az sözle pek çok mânâlar ifâde edebilme) husûsiyeti bahşedildi.

  1. Peygamberlik benimle sona erdi ve mühürlendi, benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir.
  2. Uyuduğum bir esnâda bana yeryüzü hazînelerinin anahtarları getirildi ve önüme kondu.” (Müslim, Mesâcid, 5, 6)

[6] Müslim, Îmân, 240.

[7] Taberî, Câmiu’l-beyân, 15: 279 [Hûd, 17]. Krş. Heysemi, 8: 261-262.

[8] Buhârî, İlim, 31.

[9] Heysemî, 1: 174. Krş. Ahmed, 3: 338, 387.

[10] Tirmizî, Tefsîr, 1/3291.

[11] eş-Şûrâ 42/13.

[12] el-Bakara 2/136, 285. Bk. Âl-i İmran 3/84.

[13] Âl-i İmrân 3/19, 84; el-Mâide 5/3.

[14] el-Ahzab 33/40.

Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’ÂN-I KERÎM ALLAH KELÂMIDIR

Kur’ân-ı Kerîm Allah Kelâmıdır

KURAN'I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ MADDELER HALİNDE

Kuran'ı Kerim'in Özellikleri Maddeler Halinde

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.