
Kimin Malını Kimden Esirgiyorsun?
Hakîkatte can kimin, mal kimin? Canı veren kim, malı veren kim? Esâsen kulun kendine ait hiçbir şeyi yoktur ki Rabbine takdim edebilsin. Kulun bütün sermayesi yokluktur, hiçliktir. Onu yoktan var eden, nîmetleriyle perverde kılan, hep Cenâb-ı Hak’tır. Sahibi olduğumuzu zannettiğimiz bütün imkânlar, Rabbimiz’in belli bir süreliğine imtihan olunmamız için verdiği emânetlerden ibârettir.
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Çok hayır işledim diye övünme!.. Bahçıvanın padişaha takdim ettiği meyve, yine padişahın bahçesindendir.”
Rabbimizʼin mülkünde yaşıyor, yine Oʼnun nîmetleri ile rızıklanıyoruz.
Mevlânâ Hazretleri;
“Irmak kıyısında oturup da bir bardak suyu esirgeyen, o koskoca ırmağı görmeyen kör biridir.” dediği gibi, Allah için maddî imkânlarından hiçbir fedakârlıkta bulunmayan, cimrilik ederek “para ile imtihan”ında sınıfta kalan bir müslüman, evvelâ kendine şunu sormalı:
“Kimin malını kimden esirgiyorsun?!”
Hâlbuki: Mülk Allâhʼındır.”
İnsanların mâlikiyeti/sahipliği, günümüzde yeni îcad edilen bir nevî “devre-mülk” mesâbesindedir.
Yunus Emre -rahmetullâhi aleyh- bu hakîkati ne güzel hulâsa ediyor:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?!
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!..
İnsan, mülkün gerçek sahibi olan Allâh’ın bir emânetçisidir. Bir müddet mülk üzerinde tasarrufta bulunduktan sonra, ardında bıraktığı o nîmetlerden dolayı hesaba çekilecek olan, bir nevî veznedar hükmündedir.
Nasıl ki bir veznedarın, kendisine emânet edilen varlığa gönlünü kaptırıp onu canının istediği gibi kullanması söz konusu olamaz ise müʼmin de kendisine takdir edilmiş bulunan mülkü, onun hakikî sahibinin rızâsı istikâmetinde kullanmakla mükelleftir.
Yani bizler, bu dünyaya sahip olmaya değil, şâhid olmaya geldik. Fânî dünya metâlarını biriktirmek için değil, Allâhʼın yeryüzündeki şâhidi ve dîninin temsilcisi olarak âhiretimizi kazanmak için geldik. Dolayısıyla dünya nîmetlerini de îmânımıza şâhit kılmamız gerekir. Bunun için evvelâ, servete “mülkiyet” nazarıyla değil, “emânet” ve “imtihan” nazarıyla bakmamız îcâb eder.
Şunu da unutmayalım ki zekât, sadaka, hac ve kurban gibi mâlî ciheti de bulunan ibadetler, hep Cenâb-ı Hakkʼın kuluna ihsân ettiklerinin cüzʼî bir kısmını, bir şükür ifadesi olarak yine Oʼna takdimden ibârettir.
Müʼmin düşünecek:
Hakîkatte can kimin, mal kimin? Canı veren kim, malı veren kim? Esâsen kulun kendine ait hiçbir şeyi yoktur ki Rabbine takdim edebilsin. Kulun bütün sermayesi yokluktur, hiçliktir. Onu yoktan var eden, nîmetleriyle perverde kılan, hep Cenâb-ı Hak’tır. Sahibi olduğumuzu zannettiğimiz bütün imkânlar, Rabbimiz’in belli bir süreliğine imtihan olunmamız için verdiği emânetlerden ibârettir.
Dolayısıyla, infâk eden bir kul, aslında Allâh’ın ihsân ettiği bir nîmeti, yine Allah için elinden çıkarmış olmaktadır.[3]
Fakat Cenâb-ı Hakk’ın kullarına karşı lûtuf, kerem ve merhametinin büyüklüğüne bakın ki, zâten kendisinin olan mülkün cüz’î bir kısmının, yine rızâsı yolunda sarf edilmesine, muazzam ecirler bahşediyor.
Şunu da hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bütün nîmetler, O’nun sonsuz hazinesine aittir. O’na hamd, şükür, muhabbet ve sadâkatle kulluk etmeye bizim ihtiyacımız vardır.
Meselâ kurban kesiyoruz, fakat onun etini Rabbimiz yine biz kullarına rızık olarak ikram ediyor. Belli bir kısmını da yine muhtaç kullarına infâk etmemizi emir buyuruyor. Emrine itaatteki ihlâs ve takvâmız nisbetinde de büyük bir ibadet ecri ihsân ediyor. Kurban vesîlesiyle yapılan ikramlar, toplumlara rahmet vesîlesi oluyor, dünyevî ve uhrevî huzur ve saâdet olarak kullara geri dönüyor.
Yani bütün ibadetlerin, Allah yolunda yapılan her türlü gayret ve fedakârlığın faydası, yine kullaradır. Bu bakımdan ibadet etmeye kulun ihtiyacı vardır. Allah Teâlâ ise hiçbir şeye muhtaç değildir, bilâkis her şey mutlak sûrette O’na muhtaçtır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“Ey insanlar! Allâhʼa muhtaç olan sizsiniz. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 15)
Hadîs-i kudsîde de Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en takvâ sahibi bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu hâl) Ben’im mülküme hiçbir şey katmaz.
Ey kullarım! Eğer öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, sizden en fâsık bir adamın kalbi üzere olsalar, (bu hâl) Ben’im mülkümden hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, Birr, 55/2577)
Bunun içindir ki Hak dostları, Allah için candan ve maldan yaptıkları fedakârlıkları, bir “hiç” hükmünde görürler. Onlar, canlarını bile verseler, yine de Allah için bir şey yapabildikleri hissine kapılmazlar. Zira bilirler ki bir hayır işleyen, cömertlikte bulunan, iyilik yapan kimse; aslında bütün bunları kendisi lehine yapmış olmaktadır.
Dolayısıyla, zâten Allâh’ın olanı, yine Allâh’a takdimden ibâret olan kurban ve infak gibi ibadetler, sembolik bir mânâ taşır. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:
“Onların (kurbanların) ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır…” (el-Hacc, 37)
Kurban “yakınlık” demektir. Allâhʼa yakınlık da takvâ sırrına bağlıdır. Yani kalpteki Allâhʼın rızâsını kaybetme endişesi ve Oʼnun gazabına dûçâr olma korkusu hangi seviyede ise, yine ilâhî emirlere itaat hassâsiyeti ne kadarsa, kulun takvâsı ve dolayısıyla Hakkʼa yakınlığı da o kadardır.
Nitekim âyet-i kerîmede:
“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyruluyor.
Kurbandan maksat, kurbettir / Hakk’a yakınlıktır. Bu uğurdaki takvâ imtihanlarını, ilâhî emirlere cân u gönülden itaat ve teslîmiyet göstererek kazanabilmektir.
Zira Cenâb-ı Hak, mâlî bir ibadet olan kurbanla gönülleri test ediyor, fedakârlık imtihanından geçiriyor.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğulları Hâbil ile Kābil, Allâh’a birer kurban adamışlardı. O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu mallar, bir dağ başına konulur, bir müddet sonra gidilip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurbanın, Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmiş olduğu anlaşılırdı.
Sâlih ve müttakî bir kul olan Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Hâbil, kurbanlık olarak, sürülerinin içinden en semiz ve gösterişli olan bir koç seçti. Kābil ise, ziraatle meşguldü. Fakat gözünü ve gönlünü hırs ve haset bürümüş olduğundan, o gaflet içinde gidip cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurbanlık diye ayırdı.
Hâbil ile Kābil, bir müddet sonra, bıraktıkları kurbanları tedkîk etmek için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koçun kabul edilmiş olduğunu; Kābil’in cılız buğday demetinin ise bıraktığı gibi durduğunu gördüler. (İbn-i Sa‘d, I, 36)
Cenâb-ı Hak, rızâsı uğrunda yapılacak fedakârlıkların nasıl olması gerektiğini beyan sadedinde:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (yani îman, amel ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.
Demek ki kurbandan maksat, gönüldeki Allah için fedakârlık duygusunun güzelce izhâr edilmesidir. Bu ise sadece Kurban Bayramıʼna mahsus değildir; hayatın her safhasında Kābil’in cimriliğinden sakınıp Hâbil gibi cömert gönüllü olmamız îcâb eder. Zira Allah imkân lûtfettiği hâlde hayra harcamayıp cimrilik etmek, büyük bir gaflettir, âdeta kalp körlüğüdür.
Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- zengin fakat cimri bir adamla karşılaşmıştı. Adam ona:
“–Binlerce altınım var; ne bir kötü kimseye fidye olarak verdim, ne de bir fazîlet sahibine ikram ettim. Bu konuda ne buyurursun?” dedi.
Hasan-ı Basrî:
“–İyi de bunu neden yaptın?” diye sordu. Adam:
“–Zamanın âniden getirdikleri, sultânın zulmü, dünyanın bin bir türlü musîbetleri ve fakirlik korkusu sebebiyle.” dedi.
Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle dedi:
“–O hâlde, (bu malı) seni övmeyecek olana bırakıyor ve hâlini mâzur görmeyecek olana döndürülüyorsun!” (Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/796)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2025 – Haziran, Sayı: 472
YORUMLAR