Kadirşinaslık ve Vefakarlık ile İlgili Örnekler

İnsan neden vefalı olmalı? Vefa kimlere gösterilir? Peygamberimiz kimlere vefa göstermiştir? Kadirşinaslık ve vefâkârlık ile ilgili örnekler.

Kadirşinaslık ve vefâ, İslâmî şiarların en mühimlerinden biridir. İnsanı insanlık haysiyetine nâil eyleyen vasıflardandır. Peygamberlere, velîlere ve fazîlet sâhibi kimselere âit bir vasıf olarak, beşerî hayâtı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir haslettir. Bu ulvî his, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen kıymetin bir ölçüsüdür. Vefâ duygusuna sâhip olmayan kimseler sâdece kendini, zevkini ve menfaatini düşünen bencil kimselerdir.

İnsan her şeyden evvel, Rabbine karşı vefâkâr olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Allâh’a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gösterilendir. Bu vefâ; «ümmetî, ümmetî» diyerek Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve niyazlarında öncelikle ümmeti için talepte bulunan Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a duyulan şükran hislerinin bir ifâdesidir. Peygamber’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, O’nun Sünnet-i Seniyye’si etrafında pervâne olabilmekle mümkündür.

VEFA KİMLERE GÖSTERİLİR?

Her mü’min, din büyüklerine, yâni Hak dostlarına karşı da vefâ hissiyle dolu olmak mecbûriyetindedir. Zîrâ, Allâh ve Rasûlü’nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihânımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere taşıyan Hak dostlarıdır.

Vefâ gösterilmesi gerekenler, sâdece bu saydıklarımızdan ibâret değildir. Bilhassa dostlara ve din kardeşlerine vefâyı da gönle yerleştirmek gerekir. Diğer taraftan, ecdâda vefâ, dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emânetlere vefâ, sağlam karakter ve şahsiyetin vasıflarındandır.

Hazret-i Mevlânâ, kadirşinas ve vefâkâr olmanın fazîletini ne güzel îzâh eder:

“Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdır ve dâimâ vefâlı olan kimseyi arar. Bunlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmaz.

Kalem; «Vefânın karşılığı vefâ; cefânın karşılığı da cefâdır.» diye yazmış ve mürekkebi de kurumuştur.

Bir pâdişah, kendisine hâinlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını gövdesinden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle pâdişaha vefâ gösterirse, gönüller o köleye iltifatta bulunur, onu takdir eder… Onun gördüğü îtibârı, yüzlerce vezir göremez.

Köle de ne ki; eğer bir kapıda vefâlı olan köpek dahî olsa, sâhibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnûniyet duygusu yeşerir; sâhibi o köpeği muhabbetle okşar...”

KADİRŞİNASLIK VE VEFAKARLIK ÖRNEKLERİ

“İbrahim’in Duası, İsa’nın Müjdesi ve Annemin Rüyasıyım”

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben, atam İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.”[1] buyurarak onlara karşı üstün vefâ duygusunu sergilemiştir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye senesi umre için Mekke’ye giderken yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hak’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında annesinin kabrini mübârek elleriyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz; “Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117; Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105, 108)

Paygamberimizin Süt Annelerine Vefası

Allah Rasûlü dünyâyı şereflendirdiğinde, Mesrûh adında bir oğlu bulunan Süveybe Hâtun, Peygamber Efendimiz’e de bir müddet süt annelik yapmıştı.[2] Bir vefâ timsâli olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtının daha sonraki devrelerinde Süveybe Hâtun’a dâimâ ilgi ve alâka gösterirdi. Mekke’de iken gerek Allah Rasûlü, gerekse Hatîce vâlidemiz, ona iyilik ve ikramda bulunurlardı. Varlık Nûru, Medîne’ye hicret edince Süveybe Hâtun’a dâimâ yiyecek ve giyecek göndermiş, ihtiyaçlarını karşılamıştır. Hicretin yedinci yılında Hayber Seferi’nden dönerken onun vefât etmiş olduğunu haber alan Allah Rasûlü:

“–Oğlu Mesrûh ne yapıyor?” diye sordu.

“–O, annesinden önce vefât etti!” dediler.

Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun akrabâlarından sağ kalan kimse olup olmadığını sordu ve kimsenin kalmadığını öğrendi. (İbn-i Sa’d, I, 108, 109)

***

Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, süt akrabâlarına karşı da ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Sütannesi Halîme Hâtun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa’d, I, 113, 114)

Yine Peygamber Efendimiz bir gün otururken, sütannesinin kocası çıkagelmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hürmeten elbisesinin bir kısmını yere serdi ve onu üzerine oturttu. Az sonra sütannesi geldi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- onun için de elbisenin diğer tarafını serdi, sütannesi de üzerine oturdu. Biraz sonra da sütkardeşi geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için ayağa kalktı ve onu da önüne oturttu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120/5145)

Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye gelmişti. Efendimiz o vakit, Hazret-i Hatîce ile evli idi. Halîme Hâtun’u misâfir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme, yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Hatîce’ye sütannesinin vaziyetini anlatınca, Hatîce vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti. Böylece Hatîce vâlidemiz de Efendimiz’e olan vefâsını gösterdi. (İbn-i Sa’d, I, 114)

Sen Ne Güzel Bir Akrabâsın!

Mekke’nin fethi esnâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebtah mevkiinde iken, Halîme Hâtun’un kız kardeşi O’nu ziyârete gelmişti. Bir dağarcık içinde keş peyniri ve yağ gibi şeyler hediye etmişti. Allah Rasûlü ona hemen sütannesini sordu. Vefât etmiş olduğu söylenince Peygamber Efendimiz’in gözleri yaşla doldu. Geride kimleri kaldığını sordu. Daha sonra da bu hanıma elbise giydirilmesini, bir deve ve iki yüz dirhem gümüş para verilmesini emretti. Kadıncağız sevinçle yurduna dönerken:

“–Sen, küçükken de büyüdükten sonra da ne güzel bir akrabâsın!” diyordu. (Vâkıdî, II, 869; Belâzurî, I, 95)

Peygamberimizin Süt Kardeşine Vefası

Huneyn Gazâsı’nda zafer elde edilmiş, ele geçirilen ganimetlerin yanında çok sayıda da esir alınmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, esirler arasında sütkardeşi Hazret-i Şeymâ’nın da bulunduğu haberi geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede beraber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muâmele ederek:

“–Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların vefât etmiş olduklarını bildirdi. Allah Rasûlü diğer akrabâları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da:

“–İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Senin için bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ:

“–Sen bana mal ver ve beni kavmimin yanına gönder.” dedi ve ardından müslüman oldu. Allâh Râsûlü, Şeymâ Hâtun’a ve âile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. Şeymâ Hâtun’a ayrıca bir erkek ve bir de kadın köle bağışladı. Şeymâ da onları birbirleriyle evlendirdi. (İbn-i Hişâm, IV, 101; Vâkıdî, III, 913)

Bir müddet sonra da Peygamber Efendimiz, içlerinde süt akrabâları bulunan esirlerden kendi hissesine ve Abdülmuttaliboğulları’na düşenleri serbest bıraktığını îlân etti. Ashâbına:

“–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnûn etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganimetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..” ricâsında bulundu. Ashâb-ı kirâm da büyük bir fazîlet örneği sergileyerek:

“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135)

Böylece o gün Hevâzin’e, binlerce harp esîri, hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Allah Rasûlü’nün vefâ hissi sâyesinde binlerce insan ihyâ edildi, îmâna ve hürriyete kavuşturuldu.

Peygamberimizin Dadısına Vefası

Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, altı yaşlarında annesi ile birlikte Medîne’ye, babasının kabrini ziyârete gitmişti. Dönüşte, Ebvâ köyünde annesi de vefât etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sûretle anneden de öksüz kalarak hizmetçileri Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ile birlikte Mekke’ye döndü.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtı boyunca dadısı Ümmü Eymen’i sık sık ziyâret eder ve kendisine; “Anne!” diye hitâb ederdi. Onun için; “Annemden sonra annem! Bu, benim ev halkımdan sağ kalan tek kişidir!” diyerek iltifat eder, hürmet ve muhabbet gösterirdi.[3]

Peygamberimizin Annesine Vefası

Ebû Tâlib’in zevcesi Fâtıma Hâtun, son derece fazîletli ve iyi kalpli bir hanımdı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, İslâm ile şereflenip Medîne’ye hicret eden bu mübârek hâtunu sık sık ziyâret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu. (İbn-i Sa’d, VIII, 222)

Fâtıma Hâtun vefât ettiğinde, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek gözlerinden inci tâneleri gibi gözyaşları dökmüş; “Bugün annem vefât etti!” buyurup gömleğini ona kefen yapmış, cenâze namazını kıldırıp, kabri içinde bir müddet uzanmıştır. Bu davranışının sebebini soranlara ise şöyle buyurmuştur:

“–Ebû Tâlib’den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiç kimse yoktur! Âhirette cennet elbiselerinden giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya bir müddet uzandım!”

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinin bu kadar üzülmesine hayret edenlere:

“–O benim annemden sonra annemdi. Kendi çocukları aç durup suratlarını asarlarken, o önce benim karnımı doyurur, saçımı tarar ve gül yağı sürerdi. O benim annemdi!” buyurmuştur. Sonra da onun için şöyle duâ etmiştir:

“Allâh seni bağışlasın ve hayırla mükâfatlandırsın! Allâh sana rahmet etsin anneciğim! Sen, benim annemden sonra annem oldun! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, bana giydirirdin! En lezzetli nîmetleri bana tattırır, kendi nefsini mahrûm ederdin! Bunu da ancak Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın!..” (Hâkim, III, 116-117; Heysemî, IX, 256-257; Ya’kûbî, II, 14)

Peygamberimizin Hz. Hatice’ye Vefası

Âişe -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hatîce vâlidemize gösterdiği vefâkârlığı şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirini, Hatîce’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem, onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatîce’nin dostlarına gönderirdi. Bâzen (dayanamayıp) Allah Rasûlü’ne:

“–Sanki dünyâda Hatîce’den başka kadın kalmadı!” derdim.

Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“–O, şöyle şöyleydi…” diye husûsiyetlerini sayar ve; “Çocuklarım ondan oldu.” derdi. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76)

Peygamberimizin Vefâ Duygusu

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud şehîdlerinin defnedilmesini emrettiği zaman, Amr bin Cemûh ile Abdullâh bin Amr bin Harâm -radıyallâhu anhümâ- hakkında:

“–Onlar, dünyâda bir safta omuz omuza idiler, çok samîmî arkadaştılar. Dünyâda birbirlerini çok seven bu iki şehîdi, aynı kabre yanyana koyunuz!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 49; İbn-i Sa’d, III, 562)

Ne muazzam bir vefâ duygusu…

Peygamberimizin Vefa Örneği

Mescid-i Nebevî’yi temizleyen bir zenci vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefât ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz:

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu. Daha sonra; “Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

Ben de Onlara Hizmet Etmek İsterim

Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defâsında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlarla yakından ilgilendi, hattâ bizzat hizmet etti. Ashâbın, bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği cevap çok mânidardır:

“–Bunlar Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436)

Peygamberimizin Cenaze Namazını Kıldırdığı Kral

Tebük dönüşü Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu.

Sahâbîler:

“–Yâ Rasûlâllah! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz 62-68; Ahmed, III 319, IV 7)

Daha sonra, Necâşî’nin tam olarak Allah Rasûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi.

Peygamberimizin Ensâr’a Vefası

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldı. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceğini düşünmeye başlamışlardı. Çünkü Allah Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliğini sezdi. Duâsı bittikten sonra onların yanına gelerek:

“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordu.

Onlar da endişelerini dile getirince, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdu:

“–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”

Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)

Ensâr’a Vefa

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm dâvâsı yolunda malı ve canı ile cihâd eden, bu uğurda şehîd olan ashâbını hiçbir zaman unutmamış ve onları gönlünden hiç çıkarmamıştır. Zaman zaman Cennetü’l-Bakî Kabristanı’na, zaman zaman da diğer şehîdliklere giderek onlar için duâ etmiştir. Ashâb-ı kirâm şöyle anlatır:

Peygamber Efendimiz minbere çıktı, kelime-i şehâdet getirdikten sonra ilk sözü, Uhud şehîdleri için Allah’tan mağfiret dilemek oldu. (İbn-i Sa’d, II, 228)

Daha sonra Ensâr’a olan vefâsını göstererek şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak Ensâr azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar. İçinizden her kim, bir kimseye zarar ya da fayda vermeye muktedir olabileceği bir işin başına gelirse, Ensâr’ın iyilerine iyilikle muâmele etsin, kötülük yapanlarını da affetsin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

“Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple, onların iyilerini(n yaptığını) kabûl edin, kötülerinin yaptıklarından ise vazgeçiverin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

Peygamberimizin Muhâcirlere Vefası

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirlerin yaptığı fedâkârlıkları da hiçbir zaman unutmamış, ashâbını mühim vazîfelere tâyin ederken, ilk günlerde İslâm’a destek verenleri dâimâ göz önünde bulundurmuştur. Lâkin onlar arasında Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın ayrı bir yeri vardır. Ona olan minnettarlığını Allah Rasûlü şöyle ifâde eder:

“Bize iyiliği dokunan herkese, bunun karşılığını aynıyla veya daha fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebûbekir müstesnâ! Onun o kadar çok iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allah Teâlâ verecektir. Bana Ebûbekir’in malı kadar kimsenin malı faydalı olmamıştır. Eğer kendime bir dost edinseydim, mutlakâ Ebûbekir’i edinirdim. (Kendini kastederek) haberiniz olsun, arkadaşınız Allah Teâlâ’nın dostudur.” (Tirmizî, Menâkıb, 15/3661)

Peygamber Efendimize Gösterilen Vefa

Ebûbekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, Peygamber Efendimiz’in kime bir vaadi varsa gelip alması için nidâ ettirmiş ve Bahreyn’den gelen mallardan onları ödemiştir. (Buhârî, Kefâle, 3)

Hazret-i Ali de Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kime bir vaadi veya borcu varsa bana gelsin!” diyerek nidâ ettirdi. Sağ olduğu müddetçe, her yıl adam gönderip kurban kesimi günü Minâ’da böylece nidâ ettirmeye devâm etti. Bu tür bir taleple gelen herkese istediklerini verdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan sonra Hazret-i Hasan, ondan sonra da şehâdetine kadar Hazret-i Hüseyin böyle yaptı. (İbn-i Sa’d, II, 318)

Sahabinin Vefası

Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın vefâkârlığı ve hâtıralara bağlılığı meşhurdur. Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra, bir zamanlar geçtiği yollarda O’nu düşünerek yürümesi, altında dinlendiği ağaçların dibinde oturup O’nu hatırlaması, bu ağaçlar kurumasın diye, onların dağda, bayırda bulunmasına bakmadan sulaması, onun Allah Rasûlü’ne olan büyük muhabbetiyle Efendimiz’in hâtıralarına olan eşsiz vefâsını ortaya koymaktadır.

Vefâsızlık Gösterenlerin Hâli

Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini, Ferîdüddîn Attâr Hazretleri ne güzel hikâye eder:

Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlakâ yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neş’eli idi. Fakat birden, bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devâm etti. Bu hâl karşısında pâdişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgul olmak! Nasıl olur bu?!” dedi.

Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsan ve ikrâma karşı, köpeğinin bir anda, hem de bir kemik parçası yüzünden kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

“–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişah:

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.

Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lûtufların acısını sürekli yaşasın!..”

Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa, ne kadar ibretlidir.

Gözlerinin Feri de Tükendi

Süleymâniye Câmii’nin kubbe hatlarını yazma vazîfesi, Hattat Karahisârî’ye verilmişti. Karahisârî, hatları, câminin ihtişâmına yakışır bir şekilde tamamlamak için fevkalâde bir gayretle çalışmaya koyuldu. Öyle ki, son çizginin son tashîhini bitirdiği an, gözlerinin feri de tükendi ve dünyâyı seyir penceresi kapandı.

Câmînin inşâsı tamamlanıp da ibâdete açılacağı zaman Kânûnî Sultan Süleyman Han:

“–Câmî-i şerîfi ibâdete açma şerefi, onu böylesine muazzam ve muhteşem bir şekilde binâ ve inşâ eyleyen mîmarbaşımız Sinan’a âittir.” dedi.

Sanatına önce tevâzûyu öğrenmekle başlamış olan Mîmar Sinan ise, zâhirdeki emsâlsizliğini, kalbî olgunlukta da göstererek, o an Hattat Karahisârî’nin fedâkârlığını düşündü ve Sultân’ın sözlerine edeple şu mukâbelede bulundu:

“–Hünkârım! Hattat Karahisârî bu câmî-i şerîfi hatlarıyla tezyîn ederken gözlerini fedâ etti; âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşediniz!..”

Bunun üzerine Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek, orada bulunanların gözyaşları arasında, câmî-i şerîfi Hattat Karahisârî’nin açmasını fermân eyledi.

Benim Elimden Mevlânâ Tuttu

Aslen bir Hristiyan iken, Mevlânâ ve Mesnevî’si vesîlesiyle hidâyete eren Farsça hocam rahmetli Yaman Dede’ye:

“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda:

“–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu. O beni Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam az bile!” derdi.

Ne güzel bir vefâ ve ne ince bir düşünce!..

Mûsâ Efendi’nin Vefası

Pederimiz ve üstâdımız Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, sevenleri arasında “Sâhibü’l-Vefâ” olarak mâruf olmuştu. Mûsâ Efendi Hazretleri’nin sayısız vefâ duygularından birkaçını şu şekilde nakledebiliriz:

O, cemiyette vefâsızca yalnızlığa terk edilmiş ve ıztıraplarıyla başbaşa bırakılmış garip ve yaşlı kimseler karşısında fevkalâde duygulanırdı:

“Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde, bir huzur yurdu inşâ etmeliyiz.” diyerek birkaç yakınıyla beraber bu güzel düşünceyi hayâta geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyâret edip onların ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olurlardı.

Onun gönlü, bahçedeki kedilerin karakterlerine kadar uzanır, onları sıfatlarıyla isimlendirerek yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muâmele ederlerdi.

Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören bir hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurmuş ve ona izzet ve ikramlarda bulunmuştur.

Hele onun, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan vefâsı, dillere destandı. Bayram günlerinde ilk ziyâret ettiği yer, Sâmi Efendi’nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez rûhuna hatimler okunmasına vesîle olur ve her yıl sevenleri tarafından üstâdı için tilâvet edilen on binlerce hatm-i şerîf, vefâkâr gönlünü ziyâdesiyle memnûn ederdi.

Hâsılı o, bütün bir ömrünü kaplayan güzel davranışlarıyla bizlere, “sevenlerin vefâsının ne olması ve nasıl olması gerektiği” husûsunda, Ebûbekir -radıyallâhu anh- misâli bir aşk ve muhabbet muallimliği yaptı.

Dipnotlar:

[1] Ahmed, V, 262; Hâkim, II, 453. İbrâhîm -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz için: “Rabbimiz! İçlerinden onlara Sen’in âyetlerini okuyan, Kitâb’ı ve hikmeti öğreten, onları her türlü kötülükten temizleyen bir peygamber gönder!..” (el-Bakara, 129) duâsında bulunmuştu. Îsâ -aleyhisselâm-, kendisinden sonra Ahmed isminde bir peygamberin geleceğini müjdelemişti. (es-Saff, 6) Âmine vâlidemiz ise Allah Rasûlü’nün doğumundan önce rüyâsında, kendisinden bir nûrun çıkıp bütün kâinâtı aydınlattığını görmüştü. (İbn-i Sa’d, I, 102) [2] İbn-i Sa’d, I, 108. [3] Bkz. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 303-304; İbn-i Sa’d, VIII, 223.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

VEFA NEDİR, KİMLERE GÖSTERİLİR?

Vefa Nedir, Kimlere Gösterilir?

PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN VEFA ÖRNEKLERİ

Peygamberimizin Hayatından Vefa Örnekleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Vefa şu zamanda zor demek bir kaçış ama biz eğitmemişiz vefayı bekler vefasızlık dan ogreniriz belki dikkat edetsek

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.