İslam Tarihinde Bayramlaşma Adetleri

Hz. Peygamber, Ramazan bayramlarında musallâya çıkmadan önce hurma yeme âdeti bir sünnet telakki edilmiş ve bu telakki bayramda tatlı ikramı geleneğini doğurmuş. Bayramların kalabalıkla ve büyük bir coşku içinde kutlanmasını arzu ettiğini öğrendiğimiz Peygamber Efendimiz, bayram kutlamalarında silâhlarla yapılan folklorik gösterilere dahi izin verirdi.

Araplar genel olarak bayramlarda en güzel elbiselerini giyer, at veya deve yarışı tertipler ve umumiyetle köle yahut câriyelerin çaldığı bendir (zilli iri def) eşliğinde dans ederlerdi. Çocuklar ise bir kısmı halen oynanmakta olan kovalamaca, çizgi, ceviz, aşık ve cülâhik (misket) gibi oyunlar oynamak suretiyle eğlenirlerdi. İslâmiyet meysir (kumar) ve kadın erkek karışık eğlenme gibi Câhiliye âdetlerini yasaklamasına karşılık meşrû olan bayram şenliklerine izin vermiştir. Bayram boyunca kılıç ve diğer silâhların taşınmasını yasaklayan hadisler (bk. Buhârî, “Îdeyn”, 9; İbn Mâce, “İkāme”, 168) herhalde bayramın huzurunu bozabilecek olayların çıkmasına fırsat vermeme amacını taşıyordu.

MÜSLÜMANLARIN BAYRAM ÂDETLERİ

Dinî ve sosyal olmak üzere iki yönü bulunan ramazan ve kurban bayramı kutlamaları Asr-ı Saâdet’te musallâ adı verilen geniş bir alanda, kadınların ve genç kızların da (bk. Tirmizî, “Cuma”, 36) katıldıkları bayram namazı ile başlardı. Hz. Peygamber’in, bayramların kalabalıkla ve büyük bir coşku içinde kutlanmasını arzu ettiği hatta bu arada silâhlarla yapılan folklorik gösterilere dahi izin verdiği ve Mescid-i Nebevî’nin toprak zemini üzerinde bir grup Habeş’in oynadığı mızrak-kalkan oyunlarını eşi Hz. Ayşe ile birlikte seyredip Hz. Ömer’in müdahalesini de doğru bulmadığı bilinmektedir (bk. Buhârî, “Îdeyn”, 2; Müslim, “Salâtü’l-îdeyn”, 22; Nesâî, “Salâtü’l-îdeyn”, 34, 35). Ayrıca kendisi seyretmemekle birlikte Hz. Ayşe’nin yanında câriyelerin def çalıp oynamalarına da izin vermiştir (bk. Buhârî, “Îdeyn”, 3; Müslim, “Salâtü’l-îdeyn”, 16-20).

Hz. Peygamber’in ramazan bayramlarında musallâya çıkmadan önce hurma yeme âdeti bir sünnet telakki edilmiş ve bu telakki bayramda tatlı ikramı geleneğini doğurmuştur. Daha tâbiîn döneminde İbn Sîrîn gibi un, tereyağı ve bal veya hurma ezmesinden yapılan bazı tatlıları ikram etmeyi âdet haline getirenler vardı. Bağdat’ta 990-91 yılında yapılan bir bayram kutlamasında uzunluğu yaklaşık 150 metreye varan sofralarda tatlıların sunulduğu rivayet edilmektedir (Makrîzî, I, 387; Mez, II, 249).

Kaynaklarda nasıl bayramlaştıklarına dair fazla bilgiye rastlanmayan ilk müslümanların, muhtemelen Hz. Peygamber’in bir kurban bayramı günü kurban keserken, “Allahım, Muhammed’den, Muhammed ailesinden ve Muhammed ümmetinden kabul et!” demesinden (Müslim, “Edâhî”, 19) mülhem olarak, “Allah bizden de sizden de kabul etsin” duasıyla (تقبّل الله منّا ومنكم) tebrikleştikleri rivayet edilmektedir. (Süyûtî, el-Hâvî fi’l-fetâvâ, I, 109) Bu tebrikleşme biçiminin Ömer b. Abdülazîz döneminde de devam ettiği anlaşılmaktadır. İbn Asâkir’in İbrâhim b. Ebû Ayle’den rivayetine göre râvi bir bayram günü Ömer b. Abdülazîz’in huzuruna girer ve halifenin bayramının bu kelimelerle kutlandığını görür (Âmilî, s. 23). Sonraki yüzyıllarda hükümdarların güç, kuvvet, sağlık ve saltanatlarının devamını, ömürlerinin uzun olmasını vb. dileyen dualarla bayramları kutlanırdı. (Kalkaşendî, IX, 48-55; ayrıca bk. ALKIŞ)

ABBASİLER DÖNEMİNDE BAYRAMLAR

Abbâsîler, Câhiliye döneminden beri İran kültürünün etkisinde kalmış birçok bölgede geleneği devam eden Nevruz ve Mihricân bayramlarını da kutlamakla birlikte asıl iki İslâmî bayrama önem vermişler ve bunları büyük törenlerle kutlamışlardır. Halifeler namazda halka imamlık eder, bayramın faziletleriyle ve müslümanların İslâmî hayatın muhafazası konusunda yapmaları gereken hususlarla ilgili hutbe okurlardı. Bağdat, Kudüs ve Şam gibi büyük şehirlerde ramazan ve kurban bayramları son derece parlak merasimlerle kutlanır, özellikle X. yüzyılın ikinci yarısına kadar İslâm’ın gücünü Bizans’a karşı sergilemekte önemli yeri olan Tarsus gibi Avâsım* şehirlerinde törenlerin muhteşem geçmesine özen gösterilirdi. Halkının çoğunu çeşitli yerlerden gelen gönüllülerin oluşturduğu Avâsım şehirlerinde bayramların İslâm’ın güzelliklerini ve gücünü gösterir biçimde daha canlı ve hareketli geçmesine, bizzat cihada çıkamayanlar tarafından gazilere gönderilen bağışların da büyük katkısı oluyordu. Bayram geceleri çeşitli şehirlerde fener alayları tertiplenir, her taraftan tekbir ve tehlîl sesleri yükselirdi. Nehirler süslenmiş kayıklarla dolar, kıyılarda kandiller yakılır, hilâfet sarayı ışıklarla donatılırdı. Halkın çoğunluğu siyah rengi alâmet olarak seçen Abbâsî halifelerine benzemek için siyah bayramlıklar giyerdi. Bazıları da başlarına siyaha boyanmış kâğıttan veya kamıştan külâhlar geçirir, üzerinde, “Allah onlara karşı sana kâfidir; O işiten ve bilendir.” (el-Bakara 2/137) meâlindeki âyetin yazılı olduğu cübbeler giyerlerdi.

FATIMİLER DÖNEMİNDE BAYRAMLAR

Fâtımîler, halk arasında “büyük mevsim” denilen Ramazan Bayramı kutlamalarına özel bir ihtimam göstermekteydiler. Büyük küçük bütün devlet memurlarına elbise dağıtıldığı için bu bayram “îdü’l-hulel” (elbise bayramı) adıyla da anılırdı. Mısır’da resmî ihtifaller Muiz-Lidînillâh’ın buraya gelmesiyle 972’de başladı. O yıl ilk defa Fâtımî halifesi büyük bir merasimle sarayın doğusuna düşen ve kumandan Cevher tarafından bayram namazları için yaptırılmış olan musallâya merasimle gitti. Azîz-Billâh döneminde (976-996) merasim daha ayrıntılı bir hale getirildi. Halifenin namaza giderken geçtiği yolun çeşitli yerlerine platformlar konuluyor, her platformda bir müezzinle birlikte bazı devlet görevlileri oturuyorlardı. Halife ihtişamlı bir kafileyle saraydan çıkıp musallâya varıncaya kadar tekbirler getirilirdi. Merasim kafilesinde altın ve ipek eşya ile süslenmiş fil ve zürafalar da bulunurdu; fillere silâh kuşanmış askerler binerdi. Fâtımî halifeleri bayram namazlarında halka imamlık yaparlardı. Halifeyi görmek ve huzurunda yapılan gösterileri seyretmek için halk dönüşte yolları ve sarayın önünü doldururdu. Ramazan bayramının önemli bir özelliği de bütün devlet memurlarına tatlı dağıtılması ve büyük sofralarda ziyafet verilmesiydi. Sadece bunun için Azîz-Billâh zamanında “dârü’l-fıtra” denilen özel bir mutfak kurulmuştu. Receb ayı ortalarından başlayarak bayram tatlıları için gereken malzeme depo edilirdi. Halife bayram namazı sonrasında ihtişamlı sofralar kurdurarak öğleye kadar devam eden ziyafetler verirdi. Sofrada hâfızlar Kur’an okur, müezzinler tekbir getirir ve şairler bu günle ilgili şiirlerini okurlardı. Kahire ve Fustat’ın ulemâsıyla âyanının yanında haham ve patrik de davetlere iştirak ederdi.

Fâtımîler’de Kurban Bayramı kutlamaları, arefe günü sabahı vezâret dairesinde vezirin, rütbelerine göre yüksek dereceli askerî ve sivil devlet memurları ile ulemâ ve şairlerin tebriklerini kabulüyle başlardı. Daha sonra vezir halifenin bayramını kutlamak için saraya gider, kendisini ümerâ, divan başkanları, yüksek dereceli devlet memurları ile yahudi ve hıristiyan din adamları takip ederdi. Bunların ardından huzura bayram kasidelerini okumak üzere şairler girerlerdi. Bayram namazı ile ilgili tören hemen hemen ramazan bayramında olduğu gibiydi. Yalnız halifenin ramazan bayramında beyaz olan merasim elbisesi bu bayramda kanı temsilen kırmızı olurdu. Namazdan sonra bir müddet dinlenen halife, vezir, kadılkudât ve merasime iştirak eden bazı müderris ve yüksek dereceli memurlarla birlikte mezbahaya gider, yoruluncaya kadar hazırlanmış kurbanları müezzinlerin tekbirleri eşliğinde keserdi; kurban edilen hayvan sayısı bazan çok büyük rakamlara ulaşırdı. Halife kurban kesimine son verince kırmızı elbisesini çıkarıp vezire hediye eder, vezir de törenle Dârü’l-vezâre’ye giderek tebrikleri kabul ederdi. Kurban etleri devlet memurlarına ve halka dağıtılırdı. Bu vesileyle devlet memurlarına elbise de verilirdi. Kurban bayramı sofralarının kurulması halifenin mezbahadan dönmesiyle başlar ve üç gün boyunca tekrar edilirdi. Fâtımî halifeleri ayrıca bayram münasebetiyle hâkimiyetleri altındaki bölgelere tebrik mektupları gönderirlerdi.

SELÇUKLULARIN BAYRAM KUTLAMALARI

Selçuklular da ramazan ve kurban bayramı kutlamalarına büyük önem vermişlerdir. Saraylar süslenir, bayram namazlarından sonra Selçuklu sultanı hânedan mensuplarının, devlet ricâlinin ve halkın tebriklerini kabul ederdi. Bu arada sarayın önünde davul ve zurnalar çalınırdı. Sultan halkın arasına karışır, mescidlere gider, hutbe ve vaazları dinler, kestirdiği hayvanların etini fakirlere dağıtırdı. Sultanlar Abbâsî halifeleriyle karşılıklı olarak birbirlerine hediyeler gönderirlerdi. Selçuklular, Abbâsîler ve Fâtımîler gibi Nevruz ve Mihricân bayramlarını da kutlamışlardır.

Memlükler zamanında Mısır’ı ziyaret eden İbn Battûta’nın (ö. 1377) Ebyâr şehrindeki müşahedelerine göre, ramazan bayramı kutlamaları daha arefe günü hilâlin gözlenmesi için her yörenin kadı ve ileri gelenlerinin yüksek bir yere çıkmaları ve burada hazırlanan namazgâhta akşam namazını kılmaları ile başlardı. Sonra ellerindeki mumlar, meşaleler ve fenerlerle geri dönerlerdi. (er-Rihle, s. 31) Bu uygulama diğer şehirlerde de yapılırdı. Kahire’de Ramazan boyunca gece yarılarına kadar açık olan dükkânlar bayram geceleri daha hareketli olur, özellikle helvacılar ve mumcuların bulunduğu çarşılarda büyük bir izdiham yaşanırdı. Arefe geceleri ertesi günün hazırlıklarıyla geçerdi. Sabahın erken saatlerinde bayram namazı için yollara çıkanlar büyük bir alay oluştururlardı. Namazdan sonra evlerde bayram kutlamaları devam ederdi. Birbirine tatlı ve şekerler ikram etmek adetti. Bayram günleri halk kadınlı erkekli kabir ziyaretine gider, özellikle Kahire’nin önemli mesire yerlerinden biri olan Karâfe’de eğlenirlerdi. Burada Kur’an okunduğu gibi şarkılar da söylenirdi. Vâizler kabirler arasında kurulan kürsülerden halka vaaz eder, kassaslar menkıbe anlatırlardı. Bazıları ailece Nil’de dolaşmak için kayık kiralardı; kayıklar neredeyse Nil’in bütün yüzeyini kaplayacak derecede çok olurdu. Kurban bayramlarında da benzer merasim ve eğlenceler tertiplenirdi.

İbn Battûta, Delhi Tuğluklular hânedanının ikinci hükümdarı II. Muhammed Şah’ın (1325-1351) sarayındaki bayram kutlamalarını şöyle anlatır: “Sultan arefe gecesi askerî ve sivil devlet adamlarına, yönetici ve memurlara, hizmetçilere hil‘atler gönderirdi. Sabah olunca filler altın, mücevher ve ipek örtülerle süslenir, bunlardan on altı tanesi sultan için ayrılırdı. Sultan bunlardan birine biner, önünde köle ve hizmetçileriyle yaklaşık 300 nakib yürürdü. Kadılkudâtlar, kadılar, diğer İslâm memleketlerinden gelmiş önemli misafirler ve müezzinler fillere binerlerdi; müezzinler tekbir getirirlerdi. Sultan bu şekilde saraydan çıkar, emîrler kendi kumandalarındaki askerler ve ayrı bayraklarla onu karşılarlardı. Sultan kafilesiyle yürür, onu askerleriyle birlikte sırayla kardeşi, kardeşinin oğlu, amcasının oğlu, vezir ve diğer önde gelen emîrler takip ederdi; bunlar atlı idiler. Namazgâha vardıklarında sultan kapıda durarak kadılara ve diğer önde gelenlere içeri girmelerini emreder, sonra kendisi filden inerdi; imam da namaz kıldırıp hutbe okurdu. Bayram kurban bayramı ise bir deve getirilir, sultan onu keser, sonra tekrar file binip saraya dönerdi. Sarayın avlusunda bârgâh* kurulup renkli ipeklerden yapılmış yapma ağaç ve çiçeklerle süslenirdi. Büyük bir altın tahtta oturan sultan sırasıyla kadılar, hatipler, ulemâ, şürefâ, meşâyih, kendi akrabaları, vezir ve ordu kumandanlarının tebriklerini kabul ederdi. Kendisine bir köyün geliri ihsan edilmiş herkesin üstüne adı yazılmış bir kumaş parçası içinde altın getirip orada hazırlanan altın leğene atması âdetti; sultan bunları dilediğine verirdi. Sonra yemek yenirdi. Sultan bayramın diğer günlerinde bir başka bârgâhta ve diğer bir taht üzerinde halkın tebriklerini kabul ederdi. Birinci ve ikinci gün ikindiden sonra eğlence düzenlenir, câriyeler şarkı söyler, dansederler, sonra da sultan onları merasime katılanlara hediye ederdi. Üçüncü gün sultan akrabalarını evlendirerek kendilerine hediyeler verir, dördüncü gün köleleri, beşinci gün câriyeleri âzat eder, altıncı gün bunları birbirleriyle evlendirir, yedinci gün de çeşitli sadakalar dağıtırdı.” (er-Rihle, s. 446-449)

Fas’ta Merînîler zamanında ramazan bayramı kutlamaları resmî ihtifallerle başlardı. Arefe günü akşamı bayramın nasıl kutlanacağı vali tarafından halka duyurulur, en güzel elbiselerini giymiş olan çarşı esnafı yanlarında ok-yay veya başka bir silâhla ayrı yönlerden yola çıkarlardı. Her çarşı grubu ellerinde kendi sanatlarını simgeleyen bir bayrak taşırdı. Gece şehrin dışında kalınırdı. Bayram namazı için erkenden sarayından çıkan sultan büyük bir alayla bayram yerine giderdi; etrafında halk sağlı sollu saflar halinde yürürdü. Yanındaki askerlerden başka arkadan seçkin askerlerin oluşturduğu bir grup da ellerinde bayraklarla yürüyüşe iştirak ederlerdi. Davullar eşliğinde musallâya gidip gelinirdi. Dönüşte çarşı halkı evlerine dağılırdı. Merînî ailesinin ileri gelenleri ve yaşlıları sultanın yemeğinde hazır bulunurlardı. Kurban bayramlarında namazdan sonra sultan kurbanlarını keserdi. Bunlar mahpuslara ve fakirlere dağıtılır, ayrıca fakirlere, düşkünlere ve cami görevlilerine elbiseler, askerî ve sivil yönetici, kadı, imam ve hatiplere de çeşitli hediyeler verilirdi.

Kaynak: Nebi Bozkurt, Diyanet İslam Ansiklopedisi

KURBAN NEDİR? KURBANIN TARİHİ – OSMAN NURİ TOPBAŞ

İslam ve İhsan

OSMANLI’DA KURBAN BAYRAMI GELENEKLERİ

Osmanlı’da Kurban Bayramı Gelenekleri

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.