İnsan, Cennete Lâyık Hâle Gelmelidir

İnsan nasıl ahlaka sahip olmalıdır? İnsan hangi sıfatlara layıktır? İnsan olarak dünyaya gelmenin, yaratılmanın şükrü nedir? İnsan neyi hiçbir zaman unutmamalıdır? Kalbin tahsili, eğitimi nedir? İnsan, Allah'ı (c.c) ne zaman unutuyor? Cehennemde pişman olanlar ne isteyecek? Nefsimizi muhasebe etmenin fazileti nedir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...

Cenâb-ı Hak, yarattığı mahlûkat içinde, meleklerden de üstün, insanı yarattı. İnsan, kâmil olacak, ârif olacak, şâkir olacak, âbid olacak, meleklerden daha öteye geçecek. Tezkiye olacak, tasfiye olacak, o şekilde Cenâb-ı Hak’la bir dost olacak. O kalpte Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları tecellî edecek.

Âyette, Cenâb-ı Hak insanın mâzisinden başlıyor. Mâzini bil, insan!

“İnsanın üzerinden henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Cenâb-ı Hak kâinâtı halketti. Bu dünya, insan için hazırlandı. İnsana bir endam aynası olarak hazırlandı. İnsanın ne ihtiyacı var, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek için; Cenâb-ı Hak onların hepsini ihsân etti, ikram etti. Ondan sonra dünya tanzim oldu. Âdem ile Havvâ Vâlidemiz, dünyaya indirildi. Böylece insan nesli kıyamete kadar devam edecek. Hepimiz Âdem -aleyhisselâm-’da kodlu olarak geliyoruz. Zamanımız, mekânımız, her şeyimiz, kodlu olarak geliyoruz.

En nihâyet, en son insandan sonra bütün kâinat infilâk edecek.

“…Biz bir tomar kağıdı dürer gibi düreceğiz, eski hâline getireceğiz…” (Bkz. el-Enbiyâ, 104) buyuruyor. Bütün semâvâtı, her şeyi eski hâline getireceğiz buyuruyor. O zamana kadar insan devam edecek.

Ondan sonra insanın diğer bir faslı başlayacak insan ve cinnin, bir âhiret faslı başlayacak. O da zor bir fasıl. Peygamberlerin bile hesaba mecbur olduğu bir fasıl olmuş oluyor. Cenâb-ı Hak cümlemizin yardımcısı olsun -inşâallah-.

Bütün mahlûkat ilâhî bir tanzimle halkedildi. İnsan, ilâhî bir lûtuf olarak, daha kazanmadan, bir bedel ödemeden, bir hiç olarak; “insan” olarak dünyaya geldi. Yani insan, bir mü’min, diğer mahlûkâta baktığı zaman bunu görecek, düşünecek, şükrü artacak. “Ben bu gördüğüm bir hayvan gibi dünyaya gelebilirdim. Fakat Cenâb-ı Hak bana böyle üstün bir mevkî verdi, insan olarak geldim. Benim vazifem nedir?..”

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Sizler, yeryüzünde Allâh’ın şâhitlerisiniz (Allâh’ın dînini temsil edersiniz)...” (Bkz. el-Bakara, 143)

Demek ki bizim vazifemiz de Cenâb-ı Hakk’a kul olmak.

لِيَعْبُدُونِ (“…Bana (Allâhʼa) kulluk etsinler diye.” [ez-Zâriyât, 56]) Allâh’a kul olmak.

لِيَعْرِفُونِ (Ben’i (Allâhʼı) bilsinler diye.) Kalpte Cenâb-ı Hakk’ı tanıyabilmek. Kalpten bir pencere açılması.

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

Rahman, Allah yarattı. Büyük bir lûtuf. Rahman sıfatı, merhamet…

خَلَقَ الْاِنْسَانَ

“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)

Kur’ân ile ihticâc edecek. Kur’ân ile yaşayacak. Hayatın bütün muhtevasında Kur’ân-ı Kerîm olacak.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Sırlar, hikmetler, beyân, insana veriliyor, büyük bir lûtuf…

Fakat insan bu tahsili yapacak. Bu kalbin tahsili neticesinde bu duruma gelecek. İnce, hassas, vakarlı, güzel bir mü’min olacak.

Nasıl bir çiçek bahçesine girerken bir ferahlık gelir, bir huzur hâli gelir; işte bir mü’min de o hâlde olacak.

Velhâsıl insan, daima bir hiçliğinin idrâki içinde yaşayacak.

Süleyman ÇelebiMevlid-i Şerîf’i dinliyoruz ama bunun mânâsını ne kadar dinliyoruz, bilemiyorum. Cenâb-ı Hakk’ın büyük lûtfu Süleyman Çelebi’ye; Mevlid’in başında buyuruyor ki, yine bir îkaz insanı:

Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i

Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi

Cenâb-ı Hak, Âdem’i yarattı, insanı yarattı, fakat bu âlemi de insanla müzeyyen kıldı. Yani insan bu âlemi… Nasıl bir çiçek vs. diğer güzel cemâlî manzaralar güzellikse, insan onlardan daha güzel olacak.

Daha güzel olacak ki insan mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e girecek. Cenâb-ı Hakk’a dost olarak girecek. Bir dostluk neticesinde:

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

O zor zamanlar geçecek çok: Son nefes, mezar, kıyamet, hesap-kitap… Buralarda korkmayacak, üzülmeyecek. Çünkü orada Cenâb-ı Hakk’ın dostu olarak devam edecek.

Cenâb-ı Hak yine insana “nîmetlerimi sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)

“Göklerde ve yerde ne varsa ve aralarında, Cenâb-ı Hak âmâde kıldık…” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)

İnsan düşünecek: Güneş âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak terkibinden çıkanlar, toprak âmâde.

“İnsan”ın bir şeyi de “nisyan”dan geliyor. İnsan, unutan varlık. Demek ki “insan”, “nisyan” aynı kökten geliyor, unutan bir varlık. Demek ki insan, Cenâb-ı Hakk’ı unutuyor, verdiği nîmetleri unutuyor, kulluğunu unutuyor, Peygamber’inin hâlini-ahvâlini unutuyor Peygamber’inin.

Onun için tasavvufta ilk merhale; enâniyet bertaraf edilecek.

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9]

Bu şekilde fücur bertaraf edilecek, Hakk’a mesafe alınacak, Cenâb-ı Hak unutulmayacak.

Bu, unutma mânâsında nisyan, bu fânî cihanda dostluk imtihanında olan insan, Rabbini hiçbir zaman unutmayacak, dost olacak. Zira o kulunun Cenâb-ı Hak her an yanı başında, zamandan-mekândan münezzeh. Muhâlefetün li’l-havâdis; yarattıklarına benzememek. Onun için Cenâb-ı Hak için zaman-mekân yok. Kalp terakkî ettikçe, kul şunun idrâki içinde olacak:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)

Kalbin, bu mektebin tahsili bu. Diğer, “yüksek tahsil” deniyor, vs. deniyor, vs… Bu tahsil yapılırsa, o dünyevî tahsilde de… O tahsili yaptıran Cenâb-ı Hak, coğrafyaya o kâideleri koymasa üzerinde yaşanır mıydı? Dünya’nın dönüşü biraz hızlı olsaydı ne olurdu? Biraz eksik olsaydı ne olurdu? 23 derece olmayıp da düz olsaydı ne olurdu?

Her şey, insan vücudu da öyle. Nasıl bir spermden insan meydana geliyor? Nasıl bir, cihazlar nasıl çalışıyor?..

Demek ki insan bir tefekkür sahibi olacak. Evlâdının şeklini, biçimini, kaderini anne-baba mı veriyor? Daima kul “Aman yâ Rabbi!” diyecek. “Ben” demeyecek, “Yâ Rabbi, Sen!” diyecek.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e, kullara bir îkaz mâhiyetinde:

(Ey Rasûlüm!) Kullarım Sana Ben’i sorduğunda onlara de ki; muhakkak Ben onlara çok yakınım (kullarıma)...” (el-Bakara, 186)

Her zaman yanında. Zaman-mekân yok çünkü. Yaratan O. Yarattığının yanında olması en tabiî bir şey.

“…Muhakkak Ben çok yakınım. Bana duâ ettikleri zaman onların duâlarına icâbet ederim...” (el-Bakara, 186)

Fakat bu icâbet öyle olacak ki:

“…(Onlar) kullarım da Ben’im davetime icabet etsinler, Bana inansınlar…” (el-Bakara, 186)

Bu davet nedir? Kur’ân-ı Kerîm daveti, Rasûlullah Efendimiz’in sünnet daveti. Ona icâbet etsinler. Bu sayede onlar, “…Umulur ki doğru yola erişmiş olurlar.” (el-Bakara, 186) Hidayeti bulurlar.

Tabi burada, Cenâb-ı Hak’la dostluk meydana gelecek.

“Lâ ilâhe”; Allah’tan uzaklaştıran bütün vasıflar kalpten silinecek.

“İllâllah”; cemâlî sıfatların o kalp mazharı olacak.

İşte o kalp;

لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])

O kul, korkmayacak, üzülmeyecektir bu şeylerden.

İbrahim bin Edhem Hazretleri diyor ki:

“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız, vuslatta tattığımız lezzet ve şevk, müşahhas bir şey olsaydı, krallar onu alabilmek için bütün hazineleri ve krallıklarından vazgeçerlerdi, feda ederlerdi.”

Yine Cenâb-ı Hak Haşr Sûresi’nde bir îkaz var:

“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19)

Demek ki insan günah işlediği zaman Allâh’ı unutuyor. Kalp öyle bir, hayatın her safhasına zikir yayılacak ki, Cenâb-ı Hakk’ı unutmayacak. Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâh’ı zikrederler. (Bu zikrin neticesinde) göklerin ve yerin (ve içindekilerin) yaratılışını (derin derin) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen (beni, bu kâinâtı, içindeki bütün mahlûkâtı) boşuna yaratmadın (derler. Sebepsiz bir şey yok, abes yok. O vecd ile; Yâ Rabbi, Sen) Sübhân’sın, bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Cenâb-ı Hak böyle bir gönül kıvamı istiyor. İşte bu gönül kıvamı, Cenâb-ı Hakk’ı o zaman unutmayacak, her an beraber olacak. Cenâb-ı Hak da onunla beraber.

Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi, 37. âyette bir hâdiseyi bildiriyor:

Cehennemlikler diyor ki:

“–Yâ Rabbi! Bizi çıkar buradan diyor, çıkar yâ Rabbi diyor, biz pişman olduk!” diyorlar. Tabi her şey ayân orada, âşikâr.

Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:

“–Sizi öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Öyle bir ömür vermedik mi?”

Her şeyi düşünüyoruz dünyada. Dünyanın fânî olduğunu biliyoruz, her şeyi düşünüyoruz.

İkincisi:

“–Bir uyarıcı, bir peygamber gelmedi mi?”

“–Evet, oldu.”

Cenâb-ı Hak:

“–Geçti artık, azâbı tadın!” buyuruyor.

Daima:

حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا

“Hesaba çekilmeden, kendinizi hesaba çekin.” buyruluyor.

Bir mü’min, her gün sabahleyin kalktığı zaman; “وَالْفَجْرِ” (“Fecre andolsun.” [el-Fecr, 1]) Cenâb-ı Hakk’ı düşünecek;

“Bana ömür takviminden bugün bir yaprak açtı.”

Akşamleyin düşünecek:

“Benim dilim, gözüm, kulağım, nelere şahid oldu? Ağzımdan hayır mı çıktı, yoksa yanlış bir şey mi çıktı? Gözüm şeytânî vitrinler mi seyretti, şeytânî ekranları mı seyretti, yoksa Rahmânî vitrinler seyrederek tefekkürü mü arttı, Allâh’a mı yaklaştı? Kulakları nelere şahid oldu? Gıybet, boş lâflar vs… Yoksa bir, sohbetler filân, onlarla kulakları müzeyyen hâle mi geldi?..”

Velhâsıl her gün bir boş sayfa dolduruyoruz. Cenâb-ı Hak bir gün veriyor. O gün boş sayfa veriyor bize. Biz o boş sayfayı nasıl dolduracağız? Kirâmen Kâtibîn hemen havâle ediyor dosyamızı. O gün, başımızdan neler geçti, unuttuk birçoğunu. Fakat orada:

“Kitabını oku. Bugün nefsin kâfidir...” (el-İsrâ, 14) buyrulacak.

Yani kul, daima tefekkür edecek, kendini muhâsebe edecek. Cenâb-ı Hakk’ın arzu ettiği bir kulluk yaşayıp yaşamadığını muhâsebe edecek. Eğer boş şeylerle geçirmişse, dünyaya temâyülü artmışsa, ne yazık!

Cenâb-ı Hak:

“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” (“Çalışmıştır, boşuna…” [el-Ğâşiye, 3]) buyuruyor. Bir de onun hesabıyla gidecek. Boş yere bir, kendine yorgunluktan başka bir şey değil.

Önce bir mü’min, bir namaz… Efendimiz’in namazına bakacağız.

“Namazı benden gördüğünüz şekilde kılın.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)

O hedef. Fakat o hedefe ne kadar yaklaşabileceğiz?

Tabi bu namazımızda tâdil-i erkân var mı? Kıraatimiz düzgün mü? Huşû var mı, duyuş var mı? Ne kadar cemaatle namazımızı kılıyoruz? Bir muhasebe içinde olacağız. Evlâtlarımıza ne kadar kıldırıyoruz? Onların istikbâl olan âhiretini ne kadar düşünüyoruz?

Efendimiz;

“Üç şey sevdirildi, onlardan biri de gözümün nûru namaz.” buyuruyor. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Diğeri; “Hanım” buyruluyor, sâliha hanım. (Bkz. Nesaî, İşretü’n-Nisâ, 10)

Demek ki kız yavrularımızı nasıl yetiştiriyoruz? Onların istikbâlini nerede arıyoruz? İstikbâli Allah mı verir, fânîlerin verdiği varaklar mı, kağıt parçaları mı verir?

Bir Kur’ân kursundan geçirdik mi? Bir İmam-Hatib’e getirirken hocalarıyla gidip görüştük mü? Hocalar buna hakikaten kâmil-kâmile hocahanımlar mı, hocalar mı, değil mi?..

Nasıl bir yüksek tabaka, sosyetik tabaka kolejler arar, hangi kolejin öğretmenleri daha iyidir, onu araştırır; biz de hangi Kur’ân kursunun, hangi İmam Hatib’in hocaları daha düzgün, yavrumu oraya vereyim de onun bir âhiret saâdetini temin edeyim… Yarın onun hayatından bana pişmanlık gelmesin. Eyvah, vah vahlar olmasın…

Ondan sonra bilhassa bu üç aylar içinde;

Efendimiz’in malı nasıl kullandığını, infâkını ve cömertliğini uzun uzun tefekkür edeceğiz. Zira O, son nefesine kadar bir infak hâlindeydi. Sonra kendi kazandığımız malı nasıl harcayacağımıza dikkat edeceğiz. Acaba o paramız hayra mı gidiyor, boşa mı gidiyor? Onu tefekkür edeceğiz. Eğer bir boşa gidiyorsa, hayra gitmiyorsa demek ki parada irâde var, bende irâde yok. Onun için; nasıl kazanılır, kazanıldığı yere doğru akıp gidiyor. Kendimiz kazandığımız parayla bir aldığımız maaşla, kendimiz bir memursak, imamsak vs. öğretmensek, kendimizi bir muhasebe edeceğiz. Helâlden kazanacağız.

İşte sahâbî, fânî dünya malını infâk etmekle ebedîleştirdi onu. Bu hâl, kalbin bir sanatıdır. Kalbin merhamete râm olmasıdır. Beden, almakla doyar; ruh, vermekle doyar.

Diğer bir düşüncemiz:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kulluk, ibadet, hizmet dolu yaşayışının bütün ihtişâmını idrâk edeceğiz.

Sonra kendi ibadetlerimizi, hizmetlerimizi bir muhâsebe edeceğiz. İbadetlerimiz, infaklarımız, hizmetlerimiz, gönlümüze bir huzur mu veriyor, yoksa yorgunluk mu oluyor? Yorgunluk, bıkkınlık hissetmeden, mânevî bir heyecan, aşk, vecd ile mi îfâ ediyoruz hizmetlerimiz?

İşte sahâbî öyle bir hâl oldu ki bu tahsilden sonra, tâ Çin’e kadar gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Afrika’nın ortalarına gitti, yorulmadı, üşenmedi. Çünkü Rasûlullah Efendimiz’i gönlünde taşıyordu. Orayla bir râbıta hâlindeydi.

Râbıta, iki kalp arasında bir cereyan hattıdır. Sahâbî, o cereyan hattını sağlam tutuyordu.

Bütün bu tahlillerden sonra, bütün bu, kendimizi ashâb-ı kirâm ile kıyaslayacağız. Onlar Efendimiz’e nasıl bir aşk ve bağlılıkla râm oldular? Nasıl bir muhasebe içinde oldular ve hangi endişeleri yaşadılar? Bilhassa son nefes endişesi. Bunu tefekkür edeceğiz. Onu da… Onlar nasıl fedâ-yı can hâlinde oldular? “Emret yâ Rasûlâllah, canım-malım, her şeyim Sana fedâ olsun!” dediler.

Buna mukâbil, kendisinin Efendimiz’e bağlılık ve aşkının hangi seviyede olduğunu, tükenmekte olan hayat sermayesinde hangi endişeler içinde bulunduğunu düşünecek bir mü’min. Efendimiz’in “raûf” ve “rahîm” olduğunu düşünecek. Kendisinin merhameti ne kadar olacak? Nelere dikkat edecek? Toplumumu mu göze alacak, toplumla mı kendini kıyas edecek? Hayır! Cenâb-ı Hak:

“İslâm’a giren ilk muhacirler…” (et-Tevbe, 100) Yani Mekkeliler. 13 sene zulme katlandılar.

“…Ensâr…” (et-Tevbe, 100) 10 sene mallarını, canlarını bezlettiler, Allah yoluna adadılar.

Cenâb-ı Hak:

“…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri...” (et-Tevbe, 100)

Onlar gibi ikram sahibi, ihsan sahibi olmamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. Yani daima her hâlimizi, asr-ı saâdetle mîzân etme durumundayız.

OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER

İslam ve İhsan

TASAVVUF NEDİR, İNSANA NE KAZANDIRIR?

Tasavvuf Nedir, İnsana Ne Kazandırır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.