Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) İki Vasiyeti

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde ümmetine ne vasiyette bulunuyor? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Peygamber Efendimizin (s.a.v) çok kıymetli iki vasiyetini anlatıyor...

Efendimiz Vedâ Hutbesi’nde iki tane tâlimat verdi, iki vasiyette bulundu. Bir anne-babanın vasiyeti değil, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vasiyeti:

“Kitap ve Sünnet’imi vasiyet ediyorum.” buyurdu. (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Demek ki nasıl Kitap ve Sünnet’i yaşayacağız ve yaşatmanın gayreti içinde bulunacağız. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak;

“…O (Kur’ân-ı Kerîm) müttakîler için yol göstericidir.” (el-Bakara, 2) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak:

“وَاتَّقُوا اللّٰهَ : takvâ sahibi olun ki,

وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ : Allah size öğretiyor” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 282)

Şimdi, bir satırlardan okuduğumuz bilgiler var. Seyrettiğimiz manzaraların zihnimize gelen bilgileri var. Esas ikincisi, bu bilgilerin faydalı olması için, kendimizin kendimize vereceği bir tahsil var. Bu da “takvâ”…

Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme. Kulda kendisinin ilâhî kameranın altında (bulunduğunun) bir idrak ve şuur hâline gelebilmesi.

Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz (Allah) sizinle beraberdir...” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Cenâb-ı Hak, nasıl, sekiz buçuk milyar insan var, trilyon trilyon mahlûkat var; havada, denizde, karada. Trilyon trilyon nebâtat var. Trilyon trilyon mekânlar, 180 bin, 360 bin âlem vs… Cenâb-ı Hak hepsinin yanında. Zamandan-mekândan münezzeh, müteâl, idrak ötesi. Her birimizle Cenâb-ı Hak her an yanımızda.

Hattâ bir hadîs-i şerîfte mecâzî olarak Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ben hastaydım, Ben’i ziyarete gelmedin diyor. Ben açtım, beni ziyarete gelmedin.” buyuruyor.

Kul diyecek ki:

“–Yâ Rabbi, Sen her şeyden münezzehsin, o kadar güç kuvvet sahibi hasta mı olur, aç mı olur, susuz mu olur?”

“–Sen eğer o kulumu ziyaret etseydin, -Ben’im rızâm için- Ben’i de o kulumun yanında bulurdun.” (Bkz. Müslim, Birr, 43)

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Demek ki kulda kalp, bu idrâke gelecek.

Baştan, “teakkul” aklı vahyin içinde kullanacak.

Ondan sonra “tefekkür”, tefekkürde derinleşecek.

Ondan sonra “tezekkür” Cenâb-ı Hakk’ı bir zikir hâlinde olacak, hiç unutmayacak kalbi. İşte o zaman bir kemâl insan vasfı çıkıyor. Kemâl bir mü’min şahsiyeti ortaya çıkmış oluyor.

Onun için bu “tefekkür” çok mühim bir îman anahtarı.

Cenâb-ı Hak, hantal, duygusuz, nefsin putperesti olmuş, alık, abus bir kalp istemiyor. Onlara “بَلْ هُمْ اَضَلُّ” buyuruyor, “onlar diğer mahlûklar gibidir, hayvanlardan daha aşağıdır” buyuruyor. (Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44)

Cenâb-ı Hak bizim içinse “ahsen-i takvîm” olmamızı istiyor.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ فىِ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

(“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” [et-Tîn, 4])

En güzel bir sanat harikası olacak insan. Nasıl olacak? Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıkça olacak. Duyguları yaklaşacak, hissiyat yaklaşacak. Cenâb-ı Hak’la beraberliği temin edecek.

Bunun misâli peygamberler. Peygamberlerin zirvesi Rasûlullah Efendimiz. Ona tâbî olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ve diğer ashâb-ı kirâm ve onlara tâbî olan evliyâullah gelmiş oluyor.

Onun için Cenâb-ı Hak bu aklı kullanmayı vahyin içinde;

اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…]) buyuruyor.

Tezekkür etmemizi;

اَفَلَا تَذَكَّرُونَ buyuruyor. “Zikretmez misiniz?” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 23; Hûd, 24; el-Mü’minûn, 85…)

Velhâsıl kâinatta Hâlık’ını diri bir kalbe sahip insana tanıtmayan hiçbir zerre yok.

Cenâb-ı Hak bunun neticesinde nasıl bir mü’min istiyor?

“Onlar ayaktayken (ayakta dururlarken) otururlarken, yanları üzerindeyken (her zaman) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)

Yani kalp Cenâb-ı Hak’la beraber oluyor, her safhada.

Alâmeti ne?

“…Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191)

Semâya bakarlar. Cenâb-ı Hak:

“Kaldır başını bak bir fütur görüyor musun?” diyor. (Bkz. el-Mülk, 3)

Yeryüzüne bakarlar. Aralarındakilere bakarlar.

“…Yâ Rabbi, Sen bunları boş yere yaratmadın…” (Âl-i İmrân, 191) derler.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Duhân Sûresi’nde;

“Biz, gökleri, yeri ve arasındakileri Biz boş yere yaratmadık.” (Bkz. ed-Duhân, 38) buyuruyor.

Demek ki hepsi ilâhî bir nizam içinde. İnsan başıboş mu bırakılacak o zaman. “İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (el-Kıyâme, 36) buyuruyor.

Derinden derine düşünürler.

“…Yâ Rabbi, Sen bunları boşuna yaratmadın. Bizi Cehennem azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) derler.

Böyle Cenâb-ı Hak bizden bir rikkat-i kalp istiyor.

Velhâsıl tefekkür, ibadette huşûyu artıracak. Onun için buyruluyor, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:

“İlimsiz ibadette, tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda olmaz.” buyuruyor, yahut çok az olur buyuruyor.

Bu tefekkür, bizi nefsânî arzulardan muhafaza edecek. Bir mezarlık önünden geçerken düşüneceğiz: Benim yaşımdan burada çok küçük insan var. Ben de burada olabilirdim…

Ecdat hep kabristanları şehrin ortalarına yapmış. Gelip giderken geçmişleriyle selâmlaşsın. Cami önlerine yapmış. Namaza gelip giderken namazı huşû ile kılsın, orada istikbâlini görsün.

Velhâsıl gözün gördüğü her şeyde kalp ders alacak. Bu hangi kalp? Bu, tekâmül etmiş bir kalp. Onun için, en mühim, zor tahsil, kalbin tahsili.

Kalp, sayısız şekilde dâimâ vitrinler seyreder. Kalbin hangi vitrini seyrettiğine dikkat etmek lâzım. Rahmânî vitrinler mi, şeytânî vitrinler mi? İnternet, bazı ekranlar… Orada biz Rahmânî vitrinler mi seyrediyoruz, -Allah korusun- bizi gaflete götüren vitrinler mi seyrediyoruz?

Tedbir almamız lâzım, kalbimizin tedbir alması lâzım. Yolcuyuz… Cenâb-ı Hak… Parmak izi nasıl bir maddî bir kimlik herkeste, mü’minin iç dünyası da bir ayrı mânevî kimlik herkeste. O mânevî kimlikle öbür tarafa gideceğiz.

İnsan rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda ziyan etmiş olur, helâk etmiş olur. Bu iki tefekkür âyetinde sonra, Allâh’ın o rahmetinin tecellî ettiği kullar kısmına geçiyor âyet-i kerîmeler. Orada;

“Rahmân’ın has kulları onlardır ki yeryüzünde tevazu ile yürürler. Kendini bilmezler onlara lâf attığı/sataştığı zaman (onları incitmeksizin) «selâmâ» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)

Demek ki bir mü’minde tevâzu çok mühim. Bir “hiç” olarak dünyaya geldin. O zaman o “hiç” olduğunu devam ettireceksin. Devam ettirmen için, Cenâb-ı Hak’la ortaklığa kalkışarak “ben” demeyeceksin. Sana ne istîdat vermişse veren, sen kendi kendine o istîdâdı yaratmadın, Cenâb-ı Hak sana ihsan etti. Sen kendi kendini yaratmadın. Kendi duygularını sen kendin yaratmadın. Her şeyin Cenâb-ı Hakk’a ait senin.

Onun için “ben” en büyük bir ayıp oluyor ilâhî azamet karşısında. “Ben” ne oluyor? Bir kibir alâmeti oluyor. Onun için Cenâb-ı Hakk’a kul daimâ “Sen yâ Rabbi!” diyecek.

Bedir’de büyük bir zafer oldu. Cenâb-ı Hak az bir mü’minlerin gücüyle, büyük bir küfür gücünü bertaraf etti. Mü’minlerin ihlâsına göre bin melek, üç bin melek, beş bin melek indirdi Bedir’de. Büyük bir zafer oldu. Ondan sonra birkaç mü’min dediler ki:

“Ben şöyle öldürdüm, böyle öldürdüm, böyle güç gösterdim…” dedi. Onun için Cenâb-ı Hak Enfâl Sûresi’nde;

(Ey Peygamber!) Sen öldürmedin Biz öldürdük. (Ey Peygamber!) Sen atmadın, Biz attık…” (el-Enfâl, 17) buyurdu.

Yine bir Mekke Fethi oldu. Efendimiz o Mekke Fethi’ne girerken devesinin üzerinde bir secde hâlinde giriyordu.

Etrafındaki ashâb-ı kirâm bir taşkınlık yapmasın diye Efendimiz;

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyuruyordu.

“Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)

Mekke Fethi oldu, etraftaki kavimler İslâm’a girmeye başladı. Fevç fevç İslâm’a girmeye başladılar. Cenâb-ı Hak:

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ buyurdu.

“Rabbini hamd ile tesbih et ve istiğfar et.” (en-Nasr, 3)

Sakın benlik gelmesin, sana bu nîmeti veren, Cenâb-ı Hak.

Onun için bu, çok mühim bir âyet-i kerîmedir. İlk başta kul, kendisine hiçbir şey izâfe etmeyecek hiçbir başarısını. Cenâb-ı Hakk’a izâfe edecek, hamd hâlinde olacak.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])

Şükür hâlinde olacak.

Şükür nedir? Lâfta da şükür olacak ama, gözde şükür olacak, kulakta şükür olacak, dilde şükür olacak, bedende şükür olacak, ibadette bir şükür hâlinde olacak. Neticede bir zikir hâlinde olacak kul. Böylece kâmil bir insan şahsiyeti meydana gelecek.

Onun için bu “ben”i bertaraf etme…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün su kırbasını omzuna almış halkın içinde dolaşıyordu, halîfe. Kuzey Afrika fethedilmiş, beldeler fethedilmiş vs… Elçiler geliyor, gidiyor… Su kırbasıyla dolaşıyor sırtında.

“–Yâ Halife dediler, niçin su kırbasıyla dolaşıyorsun?”

Dedi ki:

“–Bizans elçileri geldi dedi, Pers elçileri geldi, bana çok iltifat ettiler dedi. Kibrim oldu dedi, gururum dedi, koltuklarım kabardı dedi. Ben de dedi onu aşağı düşürmek için böyle sırtıma kırba aldım, kırbayla dolaşıyorum.” dedi.

Velhâsıl Rahmân’a yakın bir kul olabilmek, Allâh’a yakın bir kul olabilmek. O kul mütevâzı olacak, cömert olacak, merhametli olacak, yani derya gönüllü olacak. Hizmeti sıklet değil nîmet bilecek. Firâsetli olacak, idrâk açılacak. Takvâ sahibi olacak. Cenâb-ı Hak:

“وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor. “…Allah anıldı mı kalpleri titrer...” (el-Enfâl, 2) buyuruyor. Öyle bir yürek olacak. Kardeşliği koruyacak. Bu şekilde bir “ibâdurrahmân” olmakta mesafe alacak.

Neleri boşaltacak? “Lâ ilâhe”, en başta enâniyet gidecek. Çünkü o bir kibir alâmetidir.

Haksızlık olmayacak. Merhamet, şefkat yoksulluğu olmayacak. Fitne, dedikodu, istihzâ, istihkār/küçük görme, söz taşıma, nemîme, öfke, iftira, hayasızlık, gurur, kibir, yalan, cimrilik, israf… Bunlar o kalpte silinecek. “Mülk Allâh’ındır, mülk benim değil” diyecek. Bunun yerine ne gelecek?

ثُمَّ التَّحَلِّى; “hâllenme” gelecek. Îman bir lezzet hâline gelecek. İbadetler bir lezzet hâline gelecek. Hayır-hasenat bir lezzet hâline gelecek. Verme, ikram etme, bir lezzet hâline gelecek. El-Emîn, es-Sâdık olacak. İslâm karakter, İslâm şahsiyeti tevzî edecek. İkram olacak, ihsân olacak. Nezâket olacak, zarâfet olacak. Rıfk olacak. Vefâ olacak. Tevbe hâlinde olacak. İffet sahibi, adâlet olacak. Affedici olacak. Vakar olacak. Sabır olacak. Edep olacak, hayâ olacak. Ümmetin derdiyle dertlenecek.

İşte “İllâllah”; bu şekilde ilâhî tecellîler kalpte başlayacak.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.